click below
click below
Normal Size Small Size show me how
USA-Preparation-1
Immigrant Family prepares to unfamiliar words
en | tr |
---|---|
A refugee camp is a nightmare. | Bir mülteci kampı kabustur. |
Are nations the last stage of evolution in human society? | Milletler insan toplumunda son evrim aşaması mı? |
Booth broke his leg when he hit the stage floor. | Booth sahne zeminine çarptığında bacağını kırdı. |
All the world is a stage, and all the men and women merely players. They have their exits and their entrances, and one man in his time plays many parts, his acts being seven ages. | Tüm dünya bir sahnedir, insanlar da yalnızca birer oyuncu. Sahneye girer, çıkarlar ve zamanları boyunca yedi dönemden oluşan birçok oyun sergilerler. |
Smiles do not always indicate pleasure. | Gülümsemeler her zaman zevk göstermez. |
Yes, you can indicate everything you see. | Evet, gördüğünüz her şeyi gösterebilirsiniz. |
I went in the direction my friend indicated. | Ben arkadaşımın gösterdiği yönde gittim. |
I am happy to notify you that I have fully recovered. | Tamamen iyileştiğimi haber vermekten mutluluk duyuyorum. |
Deaf people often talk to each other using sign language. | Sağır insanlar birbirleriyle genellikle işaret dili kullanarak konuşurlar. |
I am happy to notify you that I have fully recovered. | Tamamen iyileştiğimi haber vermekten mutluluk duyuyorum. |
I went in the direction my friend indicated. | Ben arkadaşımın gösterdiği yönde gittim. |
Harun didn't want to admit he had a drinking problem. | Harun bir içme sorunu olduğunu itiraf etmek istemedi. |
We took refuge in a cave and waited for the storm to pass. | Mülteciyi bir mağaraya götürdük ve fırtınanın geçmesini bekledik. |
That boat was full of refugees from Cuba. | O tekne Kübalı mültecilerle doluydu. |
I'm right beside you. | Ben hemen yanındayım. |
Harun buried Mine right beside his house. | Harun, Mine'yi evinin hemen yanına gömdü. |
I'm right beside you. | Ben hemen yanındayım. |
She was beside herself with joy. | O sevinçten kendinden geçmişti. |
I was beside myself when I heard the news of my father's sudden death. | Babamın ani ölüm haberini duyunca çılgına dönmüştüm. |
His remark seems to be off the point. | Onun sözü konuyla ilgisiz görünüyor. |
The group successfully maintains its tribal entity. | Grup, kabile varlığını başarıyla sürdürüyor. |
Harun has tribal tattoos on his thighs. | {s} kabile Harun uyluklarında kabile dövmelerine sahip. |
Some traditional societies have a single hereditary tribal chief, others a whole hierarchy of elected tribal chiefs, etc. | Bazı geleneksel toplumların tek bir kalıtsal kabile şefi vardır, diğerleri ise seçilmiş bir kabile şefleri vb. Bütün bir hiyerarşidir. |
They are shrewd in trade. | Onlar ticarette kurnaz. |
Would you like to trade seats? | Koltukları takas etmek ister misin? |
Some electricians learn their trade within an apprenticeship system instead of going to college. | Bazı elektrikçiler üniversiteye gitme yerine çıraklık sistemi içinde mesleklerini öğrenirler. |
Some electricians learn their trade within an apprenticeship system instead of going to college. | Bazı elektrikçiler üniversiteye gitme yerine çıraklık sistemi içinde mesleklerini öğrenirler. |
She refused to accept the post. | Görevi kabul etmeyi reddetti. |
He bumped his head against a post. | Başını bir sütuna çarptı. |
She refused to accept the post. | O, postayı kabul etmeyi reddetti. |
In no case are you to leave your post. | Hiç bir durumda görevini bırakmayacaksın. |
You should apply for that post. | O makam için adaylığını koymalısın. |
I can't figure out how to post a comment to this blog. | Bu bloğa nasıl yorum postalayacağımı anlayamıyorum. |
Whenever she comes back from a journey, she brings a gift for her daughter. | O, ne zaman bir seyahatten geri gelse, kızı için bir hediye getirir. |
It was a dangerous journey. | O tehlikeli bir yolculuktu. |
Don't forget that the adjective must agree with its noun. | Sıfatın ismiyle uyuşmak zorunda olduğunu unutma. |
Bir araba, diyorsun! Onun parası bir torba soğan satın almaya bile yetmez. | A car, you say! He can't even afford to buy a sack of onions. |
Bu pantolon torba gibi bol. | These jeans are baggy. |
Plastik torbaları nadiren kullanırım. | I rarely use plastic bags. |
Harun's French is already rather good. | Harun'un Fransızcası zaten oldukça iyi. |
She was elected to the Senate in 2008. | O, 2008 yılında Senatoya seçildi. |
You're very courageous. | Çok cesursunuz. |
Harun was amazingly courageous. | Harun inanılmaz yürekliydi. |
Who can read the heroic deeds of brave men without a feeling of respect and admiration? | Kim saygı ve hayranlık hissi duymadan cesur insanların kahramanca eylemlerini okuyabilir? |
I know the sentence must start with a noun. | Cümlenin bir isimle başlaması gerektiğini biliyorum. |
She brooded over the bullying done to her. | O, kendine yapılan zorbalık üzerine kara kara düşündü. |
Dan will no longer bully me. | Dan bana artık zorbalık etmeyecek. |
Go and beat up that bully. | Git ve o kabadayıyı döv. |
Don't bully me. | Bana kabadayılık etme. |
Dan will no longer bully me. | Dan bana artık zorbalık etmeyecek. |
She brooded over the bullying done to her. | O, kendine yapılan zorbalık üzerine kara kara düşündü. |
She has been bullying him into taking her on a holiday. | Ona tatilinde bulunmak için onu zorbalık yapıyordu. |
Bullying is a punishable offense in all schools. | Zorbalık, tüm okullarda cezalandırılabilir bir suçtur. |
Who will you vote for for president? | Başkanlık için kime oy vereceksin? |
The president saluted the public. | Devlet başkanı halkı selamladı. |
The president ignored the protesters outside his office. | Genel müdür ofisin dışındaki protestocuları görmezden geldi. |
Harun sonunda bir doktor oldu. | Harun eventually became a doctor. |
Sonunda evini buldum. | At length, I found his house. |
İnsanoğlu sonunda aya ulaştı. | Man reached the moon at last. |
Eninde sonunda kim karar verecek? | Who will ultimately decide? |
Don't forget that the adjective must agree with its noun. | Sıfatın ismiyle uyuşmak zorunda olduğunu unutma. |
The spaceship captain's clothing came from the age of steam. The style was very 'steampunk'. | Uzay gemisi kaptanın giysisi buhar döneminden geldi. Stili çok 'steampunk' idi.Please correct my Turkish. |
It all started with a sentence. | Hepsi bir cümleyle başladı. |
She was sentenced to death in absentia. | O gıyaben ölüme mahkum edildi. |
I am happy to notify you that I have fully recovered. | Tamamen iyileştiğimi haber vermekten mutluluk duyuyorum. |
Deaf people often talk to each other using sign language. | Sağır insanlar birbirleriyle genellikle işaret dili kullanarak konuşurlar. |
Gerhard Schroeder is the first German chancellor not to have lived through World War II. | şansölye Gerhard Schröder, II. Dünya Savaşı boyunca yaşamayan ilk şansölyedir. |
Konrad Adenauer was the first chancellor of the Federal Republic of Germany. | başbakan Konrad Adenauer Federal Almanya Cumhuriyeti'nin ilk başbakanıdır. |
He's got one foot in the grave. | O elden ayaktan düştü. |
Harun pişman. | Harun is regretful. |
Harun pişman görünüyor. | Harun looks contrite. |
Harun pişman. | Harun is remorseful. |
Sınavda başarısız oluncaya kadar tembelliğinden pişman olmadı. | He did not repent of his idleness till he failed in the examination. |
Bundan pişman olmayacaksın. | You're not going to regret this. |
Harun yaptıklarından pişman değil. | regret Harun doesn't regret what he did. |
Sınavda başarısız oluncaya kadar tembelliğinden pişman olmadı. | repent He did not repent of his idleness till he failed in the examination. |
Harun has trouble with his walking boots. He has blisters on the sole of one foot. | taban Harun'un yürüyüş botlarıyla sorunu var. Bir ayağının tabanında kabarcıklar var. |
Harun has trouble with his walking boots. He has blisters on the sole of one foot. | dilbalığı/taban Harun'un yürüyüş botlarıyla sorunu var. Bir ayağının tabanında kabarcıklar var. |
A lion is certainly much stronger than a sole hyena but there were three times as many hyenas there as lions. | ancak Bir aslan kesinlikle tek sırtlandan çok daha güçlüdür ancak orada aslanların üç katı kadar fazla sırtlan vardı. |
proprietorship certificatetapu | mülkiyet belgesi |
Onun çevik bir zekası var. | nimble He has a nimble mind. |
Harun beklenmedik biçimde çevik. | agile Harun is surprisingly agile. |
Don't let me detain you. | {f} alıkoymak Seni alıkoymama izin verme. |
Don't let me detain you. | alıkoy Seni alıkoymama izin verme. |
On inquiry, I learned that she was out. | {i} soruşturma Soruşturmada onun dışarıda olduğunu öğrendim. |
I made some inquiries. | soruşturma Bazı soruşturmalar yaptım. |
Serious inquiries only, please. | soru Ciddi sorular sadece, lütfen. |
He likes to gossip, therefore he has a lot of enemies. | dedikodu Dedikoduyu sever,bu nedenle çok düşmanı var. |
Harun's mother is such a gossip. | dedikoducu Harun'un annesi böylesine bir dedikoducu. |
Harun and Mine like to gossip about celebrities. | dedikodu yapmak Harun ve Mine, ünlüler hakkında dedikodu yapmayı severler. |
He likes to gossip, therefore he has a lot of enemies. | dedikoducu/dedikodu Dedikoduyu sever,bu nedenle çok düşmanı var. |
A derogatory hint or reference to a person or thing, especially a sexual one. An implication or insinuation She made a sly innuendo about her husband, who was embarrassed. | Bir kişi veya şey, özellikle de cinsel içerikli bir kişiye aşağılayıcı bir ipucu veya referans. Bir sonuç ya da ima utandım kocası hakkında sinsi bir dolandırıcılık yaptı. |
The budget appears to be inaccurate and unrealistic. | hatalı Bütçe hatalı ve gerçek dışı görünüyor. |
I believe this is inaccurate. | yanlış Bunun yanlış olduğuna inanıyorum. |
Come on, how often do you think a fictitious character needs to change clothes? | hayali Hadi, hayali bir karakterin ne sıklıkta giysileri değiştirmesi gerektiğini düşünüyorsun? |
Not real; invented; contrived St. Mary Mead is a fictitious village from the books of Agatha Christie. | Gerçek değil; icat edildi; yapımı Aziz Mead, Agatha Christie'nin kitaplarından hayali bir köydür. |
He cut away the dead branches from the tree. | dalları Ağacın ölü dallarını budadı. |
The company has branches in 12 European countries. | şube Şirketin 12 Avrupa ülkesinde şubesi bulunmaktadır. |
Harun banged his head on a tree branch. | ağaç dalı Harun başını bir ağaç dalına çarptı. |
She was transferred from the head office to a branch office last month. | şube müdürlüğü O geçen ay genel müdürlükten şube müdürlüğüne transfer edildi. |
I do not have any account in the branch office of Tokai bank. | şube Tokai Bank'ın şubesinde bir hesabım yok. |
I'm dependent on my reading glasses. | {s} bağımlı Ben okuma gözlüğüme bağımlıyım. |
Harun and I are dependent on each other. | bağlı Harun ve ben birbirimize bağlıyız. |
Don't depend on it. | bağlı olmak Ona bağlı olma. |
It is dependent on you if we will buy it or not. | e bağlı Onu alıp almayacağımız size bağlı. |
I'm dependent on my reading glasses. | bağımlı Ben okuma gözlüğüme bağımlıyım. |
Don't depend on other people too much. | {f} güvenmek Diğer insanlara çok fazla güvenme. |
You shouldn't depend on others too much. | bağımlı olmak Başkalarına çok fazla bağımlı olmamalısın. |
Don't depend on Harun too much. | bel bağlamak Harun'a çok bel bağlama. |
He is slightly addicted to alcohol. | alkol bağımlı O biraz alkol bağımlısı. |
You can depend on it. | bağlı ol Sen buna bağlı olabilirsin. |
I'm dependent on my reading glasses. | bağımlı Ben okuma gözlüğüme bağımlıyım. |
Harun and I are dependent on each other. | bağlı Harun ve ben birbirimize bağlıyız. |
We're concerned about Harun's future. | endişeli Biz Harun'un geleceği hakkında endişeliyiz. |
Why are you concerned? | Neden endişelisin? |
I'm not concerned with the details. | Detaylarla ilgilenmiyorum. |
We should be very concerned. | Çok endişeliyiz. |
Your problems don't concern me. | ilgilendirmek Senin problemlerin beni ilgilendirmez. |
That's nothing you need to concern yourself with. | endişe Bu kendinizi endişelendirmenizi gereken bir şey değil. |
It really doesn't concern you. | ilgi Bu gerçekten seni ilgilendirmiyor. |
Milk doesn't mix with water. | karışmak Süt suyla karışmaz. |
I'm concerned about the result of the exam. | ile ilgili Sınav sonucu ile ilgili endişem vardı. |
This product has been designed with the highest concern for safety. | {i} tasa Bu ürün güvenlik için en yüksek kaygı ile tasarlanmıştır. |
Don't interfere with matters that do not concern you! | {f} karışmak Seni ilgilendirmeyen konulara karışma! |
It really doesn't concern you. | {f} ilgilen Bu gerçekten seni ilgilendirmiyor. |
As far as I'm concerned, she's a complete stranger. | bildiğim kadarıyla Bildiğim kadarıyla o tam bir yabancı. |
The question doesn't concern me. | sorun Sorun beni ilgilendirmez. |
It is no concern of our firm. | firma Bu, firmamızı ilgilendirmiyor. |
Harun tried to hide his concern. | kaygı Harun kaygısını saklamaya çalıştı. |
Did you receive any compensation for the damaged luggage? | tazminat Hasarlı bagaj için hiç tazminat aldın mı? |
He received no compensation for his service. | {i} bedel O hizmeti için hiçbir bedel almadı. |
Did you receive any compensation for the damaged luggage? | tazminat Hasarlı bagaj için hiç tazminat aldın mı? |
I applied for a summer internship. | (Eğitim) staj Bir yaz stajına başvurdum. |
I applied for a summer internship. | stajı Bir yaz stajına başvurdum. |
Both words can be used according to the preference of the user. | tercih Her iki kelime de kullanıcının tercihine göre kullanılabilir. |
Both words can be used according to the preference of the user. | öncelik/ter Her iki kelime de kullanıcının tercihine göre kullanılabilir. |
In general, people in America tend to prefer bigger cars. | {f} tercih etmek Genel olarak, Amerika'daki insanlar büyük arabaları tercih etme eğiliminde. |
In general, people in America tend to prefer bigger cars. | tercih et Genel olarak, Amerika'daki insanlar büyük arabaları tercih etme eğiliminde. |
Both words can be used according to the preference of the user. | tercih Her iki kelime de kullanıcının tercihine göre kullanılabilir. |
Translation is a kind of special skill. | (Askeri,Teknik) yetenek Çeviri bir tür özel yetenektir. |
A working man should be paid in proportion to his skill, not his age. | maharet Çalışan bir adama yaşına göre değil maharetine göre ödeme yapılmalı. |
He who has skill and art, becomes famed in the world. | sanat Yeteneği ve sanatı olan bu dünyada ünlü olur. |
This part of the tune needs some real skill. It took me ages to learn how to play it on the piano. | beceri Bestenin bu bölümünün biraz gerçek beceriye ihtiyacı var.Bunun piyanoda nasıl çalınacağını öğrenmek uzun zamanımı aldı. |
Harun is very skilled in manual labor. | yetenekli Harun el işinde çok yetenekli. |
His brother is all thumbs, but he is a skillful surgeon. | {s} usta Erkek kardeşi sakardır, ama o usta bir cerrahtır. |
A priest skillfully drew a picture of a priest on a folding screen. | ustaca Bir papaz bir paravanın üstüne bir rahibin resmini ustaca çizdi. |
Jim was afraid of physical labor. | {f} çalışmak Jim bedensel çalışmadan korkuyordu. |
This machine saves us a lot of labor. | {i} emek Bu makine emekten tasarruf etmemizi sağlıyor. |
After several hours of labor, she delivered a lovely healthy baby. | {i} doğum sancısı Birkaç saatlik doğum sancısından sonra, güzel sağlıklı bir bebek doğurdu. |
Jim was afraid of physical labor. | {i} çalışma Jim bedensel çalışmadan korkuyordu. |
Capital, land and labor are the three key factors of production. | {i} iş gücü Sermaye, toprak ve iş gücü üretiminin üç ana faktörüdür. |
The labor unions had been threatening the government with a general strike. | işçi sendikaları İşçi sendikaları hükümeti genel grevle tehdit etmekteydi. |
The labor union announced a strike. | İşçi sendikası İşçi sendikası grev ilan etti. |
In England, Labor Day is in May. | işçi bayramı İngiltere'de işçi bayramı mayıstadır. |
We have no business relations with the firm. | iş ilişkileri Firmayla iş ilişkilerimiz yok. |
Harun is still in intensive care. | emek-yoğun Harun hala yoğun bakımda. |
The police are reluctant to pursue criminal charges in medical cases. | {f} izlemek Polis tıbbi konulardaki kriminal suçlamaları izlemekte isteksizdir. |
Are you sure we should pursue this? | kovalamak Bunu kovalamamız gerektiğinden emin misin? |
Do you intend to pursue your education? | sürdürmek Eğitimini sürdürmek istiyor musun? |
Are you sure we should pursue this? | kovalama Bunu kovalamamız gerektiğinden emin misin? |
End violence; pursue peace. | {f} peşinde Şiddete son ver; barışın peşinden koş. |
The lawyer recommended his client to take legal action. | (Kanun) yasal yollara başvurmak Avukat müvekkilinin yasal yollara başvurmasını tavsiye etti. |
The police are pursuing an escaped prisoner. | takip Polisler kaçan bir mahkûmu takip ediyor. |
Hardy young people like mountaineering. | cesur Cesur genç insanlar dağcılığı seviyorlar. |
The climate here is generally mild. | {s} ılıman Burada iklim genellikle ılımandır. |
It was very mild! | {s} hafif Çok hafif oldu! |
This winter has been mild. | {s} yumuşak Bu kış yumuşaktı. |
We had a mild winter last year. | {s} ılımlı Geçen yıl ılımlı bir kış geçirdik. |
This winter has been mild. | (Askeri) yumuşak Bu kış yumuşaktı. |
I was mildly disappointed. | hafifçe Hafifçe bir hayal kırıklığına uğradım. |
She is too meek. | (deyim) uysal O fazla uysal. |
The climate here is milder than in Moscow. | daha ılıman Buradaki iklim Moskova'dakinden daha ılımandır. |
She is too meek. | (deyim) uysal O fazla uysal. |
I don't know who my ancestors are. Our papers got lost during the Flood. | {i} tufan Ben atalarımın kim olduğunu bilmiyorum. Bizim evraklar Nuh Tufanı sırasında kayboldu. |
The typhoon caused the river to flood. | taşmak Tayfun nehrin taşmasına neden oldu. |
Low-lying lands will flood. This means that people will be left homeless and their crops will be destroyed by the salt water. | deniz Deniz seviyesinin altında olan toprakları su basacak. Bu, insanların evsiz kalması ve ürünlerinin tuzlu su tarafından tahrip edileceği anlamına gelir. |
Our streets flood when we have rain. | sel bas Yağmur yağdığında sokakları sel bastı. |
Our streets flood when we have rain. | sel bas Yağmur yağdığında sokakları sel bastı. |
I don't know who my ancestors are. Our papers got lost during the Flood. | Nuh tufanı Ben atalarımın kim olduğunu bilmiyorum. Bizim evraklar Nuh Tufanı sırasında kayboldu. |
The streets are flooded. | su basmış Sokakları su basmış. |
There were floods as a result of the heavy rain. | (Askeri) baskın Ağır yağışların bir sonucu olarak sel baskınları meydana geldi. |
Floods have ravaged parts of Germany. | seller Seller Almanya'nın bir kısmını harap etti. |
I don't know who my ancestors are. Our papers got lost during the Flood. | tufan Ben atalarımın kim olduğunu bilmiyorum. Bizim evraklar Nuh Tufanı sırasında kayboldu. |
You're a fraud. | {i} sahtekâr Sen bir sahtekarsın. |
Academic fraud may be more common than you think. | {i} sahtekârlık Akademik sahtekarlık muhtemelen düşündüğünden daha yaygın olabilir. |
She is guilty of fraud. | {i} dolandırıcılık O dolandırıcılıktan suçludur. |
You're a big fraud. | düzenbaz Sen büyük bir düzenbazsın. |
She is guilty of fraud. | {i} dolandırıcı O dolandırıcılıktan suçludur. |
Academic fraud may be more common than you think. | dolandırıcı/sahtekarlık Akademik sahtekarlık muhtemelen düşündüğünden daha yaygın olabilir. |
Tahmini yaşam süresi Longevity is measured by life expectancy. | Tahmini yaşam süresi Ömür uzun ömür ile ölçülür. |
The quality of being long-lasting, especially of life Grandfather had incredible longevity — he lived to be 105 years old!. | Yaşam kalitesinin, özellikle de hayatın büyüklüğü, inanılmaz bir ömre sahipti - 105 yaşında yaşıyordu !. |
Harun is an extremist. | aşırı Harun bir aşırı. |
What caused the budget deficit? | Bütçe açığı Bütçe açığına ne neden oldu? |
Be sure to keep in mind that you're supposed complete the work within a week. | mind the gap aklından İşi bir hafta içerisinde bitirmen gerektiğini aklından çıkarma. |
The country is trying hard to make up for her trade deficit. | ticaret açığı Ülke, dış ticaret açığını telafi etmek için çok çabalıyor. |
Some scientists believe that our first contact with extra-terrestrial life will occur in the next decade or so. | {i} on yıl Bazı bilim insanları dünya dışı yaşam ile ilk temasın önümüzdeki on yıla kadar kurulacağına inanıyor. |
This land was expropriated from its original owner decades ago. | on yıllar Bu arazi on yıllar önce asıl sahibinden kamulaştırılmıştır. |
Boston has grown rapidly in the last ten years. | Son on yılda Boston son on yılda hızlı büyüdü. |
1. Hafifletici sebepler | mitigating circumstances |
Can computers translate literary works? | edebi eser Bilgisayarlar edebi eserleri çevirebilir mi? |
(Edebiyat) anakronik buhar dönemin kurgubilim (edebi tür) isim, sıfat The spaceship captain's clothing came from the age of steam. The style was very 'steampunk'.Uzay gemisi kaptanın giysisi buhar döneminden geldi. | Uzay gemisi kaptanı'nın kıyafetleri buhar çağından geldi. Tarzı çok 'steampunk'.Uzay gemisi kaptanın giysisi buhar döneminden geldi. |
You can use a psychrometer to measure relative humidity. | nem oranı Nispi nem oranını ölçmek için, bir psikrometre kullanabilirsiniz. |
The air was humid. | {s} nemli Hava nemliydi. |
My friend has dark and suicidal thoughts and I don't know how I can help her. | intihara eğilimli Arkadaşımın karanlık ve intihara eğilimli düşünceleri var ve ona nasıl yardım edeceğimi bilmiyorum. |
Harun never told me he was having suicidal thoughts. | {s} intiharla ilgili Harun bana intiharla ilgili düşüncelere sahip olduğunu asla söylemedi. |
Extremely reckless His driving habits are utterly suicidal. | Son derece pervasız Sürüş alışkanlıkları tamamen intihardır. |
Likely to commit, or to attempt to commit, suicide After losing his job, his wife, and his leg in a single week, he became suicidal. | İntihar etmek ya da taahhüt etmek isteyebilir intihar Bir hafta içinde işini, eşini ve bacağını kaybettikten sonra intihara başladı. |
Tomorrow we expect variable weather with a likely chance of precipitation. | çökelme/yağış/acele Yarın biz yağış ihtimali olan değişken bir hava bekliyoruz. |
This figure is supposed to represent Marilyn Monroe, but I don't think it does her justice. | temsil etmek Bu figürün Marilyn Monroe'yu temsil etmesi gerekiyor ama onun adaletini temsil ettiğini sanmıyorum. |
I know who you are and whom you represent. | temsil et Senin kim olduğunu ve kimi temsil ettiğini biliyorum. |
I now represent him. | temsil Şimdi onu ben temsil ediyorum. |
I represented my country. | {f} temsil et Ben ülkemi temsil ettim. |
This figure is supposed to represent Marilyn Monroe, but I don't think it does her justice. | temsil etmek Bu figürün Marilyn Monroe'yu temsil etmesi gerekiyor ama onun adaletini temsil ettiğini sanmıyorum. |
I know who you are and whom you represent. | temsil et Senin kim olduğunu ve kimi temsil ettiğini biliyorum. |
I now represent him. | temsil Şimdi onu ben temsil ediyorum. |
I represented my country. | {f} temsil et Ben ülkemi temsil ettim. |
Always borrow money from a pessimist; he doesn't expect to be paid back. | beklemek Her zaman bir kötümserden ödünç para al; o, geri ödenmesini beklemez. |
What is the average life span in Japan? | ortalama yaşam süresi Japonya'da ortalama yaşam süresi nedir? |
You have to expect that to happen once in a while. | bekle Ara sıra bunun olmasını beklemek zorundasın. |
I didn't expect to see you at a place like this. | ummak Seni bu tarz bir yerde görmeyi ummazdım. |
He has several buyers for the property. | {i} emlâk Bu emlak için birkaç alıcısı var. |
He handed over all his property to his son. | mülkiyet Tüm mülkiyetini oğluna bağışladı. |
No one shall be arbitrarily deprived of his property. | {i} mülk Hiç kimse keyfi olarak mal ve mülkünden mahrum edilemez. |
I entrusted my property to the lawyer. | {i} eşya Eşyamı avukata teslim ettim. |
Edward inherited his uncle's property. | {i} servet Edward amcasının servetini miras olarak aldı. |
No one shall be arbitrarily deprived of his property. | mal-mülk Hiç kimse keyfi olarak mal ve mülkünden mahrum edilemez. |
Keep off my property. | arazi Arazimden uzak dur. |
He succeeded to his father's large property. | mal varlığı O, babasının büyük mal varlığının varisi oldu. |
Everyone has the right to own property alone as well as in association with others. | (Kanun) mülk sahibi Her şahıs tek başına veya başkalarıyla birlikte mal ve mülk sahibi olma hakkına sahiptir. |
He handed over all his property to his son. | mülkiyet Tüm mülkiyetini oğluna bağışladı. |
You may find your umbrella at the Lost and Found. | kayıp eşya Şemsiyenizi Kayıp Eşya Bürosunda bulabilirsiniz. |
You may find your umbrella at the Lost and Found. | kayıp eşya bürosu Şemsiyenizi Kayıp Eşya Bürosunda bulabilirsiniz. |
No one shall be arbitrarily deprived of his property. | mülk Hiç kimse keyfi olarak mal ve mülkünden mahrum edilemez. |
She believes that jade has medicinal properties. | özellikler O, yeşim taşının tıbbi özellikleri olduğuna inanmaktadır. |
issuance | 1. (Ticaret) ihraç edilebilme2. {i} yayınlama3. {i} çıkarma |
I'm guilty. | suçlu Ben suçluyum. |
What convinced you Harun wasn't guilty? | suçlu olmak Harun'un suçlu olmadığına seni ne ikna etti? |
He felt the pangs of conscience. | vicdan azabı O, vicdan azabı hissetti. |
Harun admitted he was guilty. | itiraf Harun suçlu olduğunu itiraf etti. |
Harun smiled guiltily. | suçlu Harun suçlu bir biçimde gülümsedi. |
Harun refused to believe that Mine was guilty. | suçlu olduğuna inanmak Harun Mine'nin suçlu olduğuna inanmayı reddetti. |
The jury found Harun not guilty. | suçlu bulmak Jüri Harun'u suçlu bulmadı. |
The jury found Harun not guilty. | suçlu bulmak Jüri Harun'u suçlu bulmadı. |
I won't plead guilty. | suçu kabul etmek Suçu kabul etmeyeceğim. |
The jury found Harun not guilty. | suçlu bulmak Jüri Harun'u suçlu bulmadı. |
I won't plead guilty. | (Kanun) suçu kabul etme Suçu kabul etmeyeceğim. |
It is a great convenience to live near a station. | {i} kolaylık Bir istasyonun yakınında yaşamak büyük bir kolaylık. |
The public convenience should be respected. | {i} yarar Kamu yararına saygı duyulmalıdır. |
A thing or circumstance that is welcome and makes life a little easier or more pleasant All the little amenities the hotel provided made our stay very enjoyable. | Hoşgeldiniz ve hayatınızı biraz daha kolay ya da daha keyifli hale getiren bir şey ya da durum Tüm küçük olanaklar otelin sağladığı bizim kalmak çok keyifli yaptı. |
Pleasantness We especially enjoyed the amenity of the climate on our last holiday. | Keyif Son tatilimizde iklimin başlıca zevkindeydik. |
There is an urgent need for affordable housing. | ekonomik Ekonomik konuta acil bir ihtiyaç vardır. |
I have lots of second-hand books for sale, all at affordable prices. | uygun fiyat Bir sürü satılık ikinci el kitabım var, hepsi uygun fiyatlarla. |
Harun can't afford that luxury. | {f} gücü yetmek O kadar lükse Harun'un gücü yetmez. |
Harun can't afford that luxury. | gücü yet O kadar lükse Harun'un gücü yetmez. |
Kaldırmak, hazmetmek We cannot afford to disbelieve a friend, our child or our spouse when they are actually telling the truth, and so we err on the side of beleiving the liar.bir arkadaşımız, çocuğumuz, eşimiz gerçeği söyl | Keyif Son tatilimizde iklimin başlıca zevkindeydik.... |
I cannot afford a camera above 300 dollars. | karşıla Ben, 300 doların üzerindeki bir kamerayı maddi olarak karşılayamam. |
Our university is in the suburbs of Tokyo. | banliyöler Üniversitemiz Tokyo banliyölerindedir. |
I live in Savigny-sur-Orge, a small town in the Paris suburbs. | varoş Savigny-sur-Orge'de yaşıyorum, Paris varoşlarında küçük bir kasaba. |
Our university is in the suburbs of Tokyo. | (Ticaret) banliyö Üniversitemiz Tokyo banliyölerindedir. |
Harun left part of his estate to Mine. | emlâk Harun emlakının bir parçasını Mine'ye bıraktı. |
According to Harun's will, Mine will inherit his entire estate. | gayrimenkul Harun'un vasiyetine göre, Mine onun tüm gayrimenkulünü miras olarak alacak. |
Lawyers and real estate agents are rich or obnoxious. | emlakçı Avukatlar ve emlakçılar zengin veya iğrençler. |
Lawyers and real estate agents are rich or obnoxious. | emlakçı Avukatlar ve emlakçılar zengin veya iğrençler. |
Lawyers and real estate agents are rich or obnoxious. | (Emlak) emlakçı Avukatlar ve emlakçılar zengin veya iğrençler. |
Available space Virtual desktops allow you to stretch your screen real estate well beyond its normal size. | Kullanılabilir alan Sanal masaüstleri, ekran gayrimenkulünüzün normal boyutunun çok ötesine uzanmasına izin verir. |
Harun left part of his estate to Mine. | {i} emlâk Harun emlakının bir parçasını Mine'ye bıraktı. |
He succeeded to his estate. | {i} mülk O, mülküne varis olarak sahip oldu. |
He settled part of his estate on his son Robert. | (Ticaret) mal varlığı Mal varlığınının bir kısmını oğlu Robert'a bıraktı. |
Harun inherited his uncle's estate. | arazi Harun amcasının arazisini miras olarak aldı. |
Harun left his entire estate to you. | {i} miras Harun bütün mirasını size bıraktı. |
Lawyers and real estate agents are rich or obnoxious. | emlakçı Avukatlar ve emlakçılar zengin veya iğrençler. |
Lawyers and real estate agents are rich or obnoxious. | emlâkçı Avukatlar ve emlakçılar zengin veya iğrençler. |
Harun was a real estate agent. | (Ticaret) emlak acentesi Harun emlak acentesiydi. |
Harun made some extra money by renting one of his rooms to a college student. | {f} kirala Harun odalarından birini bir üniversite öğrencisine kiralayarak ekstra para kazandı. |
Harun made some extra money by renting one of his rooms to a college student. | kiralayarak Harun odalarından birini bir üniversite öğrencisine kiralayarak ekstra para kazandı. |
He's renting the room. | kira O, odayı kiralıyor. |
Many travellers decided to rent a car instead of travelling by train to their destinations. | kiralamak Birçok gezgin gidecekleri yerlere trenle seyahat etme yerine bir araba kiralamaya karar verdiler. |
Has Harun paid the rent? | {i} kira Harun kirayı ödedi mi? |
That house is for rent. | kiralık Şu ev kiralıktır. |
I try not to dwell on the past. | {f} yaşamak Geçmişte yaşamamaya çalışıyorum. |
Don't dwell on your past mistakes! | durmak Geçmiş hatalarının üzerinde durma! |
dwelling | konut |
We're both insane. | deli İkimizde deliyiz. |
What you decided to do is insane. | {s} delice Yapmaya karar verdiğin şey delice. |
That is insane. | {s} çıldırmış O çıldırmış. |
A dangerous criminal has escaped from the insane asylum. | akıl hastanesi Tehlikeli bir suçlu, akıl hastanesinden kaçtı. |
Don't they drive you mad? | delirt Seni delirtmiyorlar mı? |
Harun is insanely jealous. | delicesine Harun delicesine kıskanıyor. |
They are planning to settle in New Zealand. | yerleşmek Yeni Zelandaya yerleşmeyi planlıyorlar. |
We need to settle the serious matter at once. | {f} kararlaştırmak Bu ciddi sorunu derhal kararlaştırmalıyız. |
Fighting won't settle anything. | halletmek Döğüş hiçbir şeyi halletmez. |
There's only one way to settle this. | çözmek Bunu çözmek için tek yol var. |
The Chinese automotive import market shows signs of slight growth. | {s} hafif Çinli otomotiv ithalat pazarı hafif büyüme sinyalleri gösteriyor. |
There's been a slight change of plans. | ufak Planlarla ilgili ufak bir değişiklik var. |
The professor smiled slightly. | hafifçe Profesör hafifçe gülümsedi. |
I haven't the slightest idea. | en ufak En ufak bir fikrim bile yok. |
The candle's flame is flickering in the soft breeze. | hafif rüzgâr Mumun alevi hafif rüzgarda titriyor. |
The patient moved his lips slightly. | yavaşça Hasta, dudaklarını yavaşça kımıldattı. |
Harun's room is only slightly larger than Mine's. | biraz Harun'un odası Mine'ninkinden sadece biraz daha büyük. |
He bent forward. | DOĞRU Öne doğru eğildi. |
Be honest and straightforward. | dürüst Dürüst ve açık ol. |
This is a straightforward case. | apaçık Bu apaçık bir durumdur. |
Harun is very straightforward. | açık sözlü Harun çok açık sözlü. |
He is usually straightforward and sincere and thereby gains the confidence of those who meet him. | DOĞRU O genellikle doğru sözlü ve içten ve bu sebeple onunla tanışanların güvenini kazanır. |
He is usually straightforward and sincere and thereby gains the confidence of those who meet him. | doğru sözlü O genellikle doğru sözlü ve içten ve bu sebeple onunla tanışanların güvenini kazanır. |
Kolay anlaşılır, basit Just follow the signs to Bradford; it's very straightforward. | Basit anlaşılır, basit Bradford'un işaretlerini izleyin; çok basittir. |
Be honest and straightforward. | dürüst/açık Dürüst ve açık ol. |
Harun sprang at me in a rage. | hiddet Harun hiddetle üzerime sıçradı. |
He choked with rage. | öfke Öfkeyle boğdu. |
It's all the rage. | moda Bu pek modadır. |
He flew into a rage. | {f} öfkelen O öfkelendi. |
We need to vacate the house by the end of the month at the latest. | boşaltmak En son olarak ayın sonuna kadar evi boşaltmamız lâzım. |
We need to vacate the house by the end of the month at the latest. | boşalt En son olarak ayın sonuna kadar evi boşaltmamız lâzım. |
To move out of a dwelling, either by choice or by eviction You are hereby ordered to vacate the premises within 14 days. | Bir konuttan, ya seçimle ya da tahliye ile taşınmak için Buradan binayı 14 gün içinde boşaltmanız emredildi. |
To have a court judgement set aside; to annul The judge vacated the earlier decision when new evidence was presented. | Mahkeme kararını bir kenara bırakmak; iptal etmek Hakim yeni kanıt ortaya çıktığında önceki kararı boşalttı. |
To leave an area, usually as a result of orders from public authorities in the event of a riot or natural disaster If you do not immediately vacate the area, we will make you leave with tear gas!. | Bir alanı terk etmek, genellikle bir isyan veya doğal felaket durumunda kamu makamlarının emirleri sonucu Bölgeyi derhal boşaltmazsanız, sizi gözyaşı gazıyla terk ettireceğiz !. |
He has been a good companion to me. | kılavuz/yardımcı/arkadaş O bana iyi bir arkadaş olmuştur. |
Harun told Mine about his imaginary friend. | (Pisikoloji, Ruhbilim) hayali arkadaş Harun Mine'ye hayali arkadaşından bahsetti. |
Small businesses will have to tighten their belts to survive. | {f} kalmak Küçük işletmeler ayakta kalmak için kemerlerini sıkacaklar. |
Harun won't survive. | {f} hayatta kalmak Harun hayatta kalmayacak. |
How do we survive? | hayatta kal Nasıl hayatta kalırız? |
The dollar was devalued against the Japanese currency from 360 yen to 308 yen. | para birimi Dolar Japon para birimi karşısında 360 Yenden 308 yene devalüe edildi. |
Where can I exchange foreign currency? | döviz Dövizi nerede değiştirebilirim? |
The Japanese yen is a stable currency. | para/revaç Japon yeni istikrarlı bir para birimidir. |
concurrency | 1. uyumluluk 2. tutarlılık 3. (Bilgisayar) aynı anda kullanım4. (SQL) aynı anda kullanım |
«Müşteri hizmetleri temsilcisiyle konuşmak istiyorsanız lütfen üçe basın.» - «If you would like to speak to a customer service representative, please press three.» | Bir alanı terk etmek, genellikle bir isyan veya doğal felaket durumunda kamu makamlarının emirleri sonucu Bölgeyi derhal boşaltmazsanız, sizi gözyaşı gazıyla terk ettireceğiz !.... |
Mine was one of the most confident and successful girls in her class. | kendinden emin Mine sınıfındaki en kendinden emin ve başarılı kızlardan biriydi. |
Harun isn't so confident. | {s} kendine güvenen Harun çok kendine güvenen değil. |
I think Harun is too confident. | {s} emin Harun'un çok emin olduğunu düşünüyorum. |
You should feel confident. | {s} güvenli Güvenli hissetmelisin. |
The sentence must have a predicate. | yüklem Cümlenin bir yüklemi olması gerekir. |
My glasses started to slip down my nose. | kaymak Gözlüğüm burnumdan aşağı kaymaya başladı. |
It was a slip of the tongue. | {f} sürçmek Bu bir dil sürçmesiydi. |
My glasses started to slip down my nose. | filiz/kızak/hata/kayma Gözlüğüm burnumdan aşağı kaymaya başladı. |
Harun is trying very hard not to slip and fall. | düşmek Harun ayağı takılıp düşmemek için çok çalışıyor. |
I reported to him through an SMS that he had to stop his work as soon as possible. | vasıtasıyla En kısa sürede işi durdurmak zorunda olduğunu bir SMS vasıtasıyla ona bildirdim. |
Ebola spreads from person to person through bodily fluids. | yoluyla Ebola vücut sıvıları yoluyla insandan insana yayılır. |
Dan escaped from his cell through a tunnel. | sayesinde Dan bir tünel sayesinde hücresinden kaçtı. |
He's running his hand through his wavy, brown hair. | içinden O, elini dalgalı kahverengi saçının içinden geçiriyor. |
Let's just talk this through. | baştan sona Sadece bunu baştan sona konuşalım. |
The public has been tremendously impressed by Harun. | Halk, Harun tarafından müthiş etkilenmiştir. |
Harun and Mine weren't impressed. | etkilenmek Harun ve Mine etkilenmemişti. |
How are we going to impress Harun? | etkile Harun'u nasıl etkileyeceğiz? |
She was merely stating a fact. | sadece O sadece bir gerçeği ifade ediyordu. |
They are merely different. | adeta Onlar adeta farklılar. |
She was merely stating a fact. | sade O sadece bir gerçeği ifade ediyordu. |
I think it is a mere coincidence. | {s} sade Sanırım o sadece bir tesadüf. |
We're not gods, but mere men. | ancak Bizler tanrılar değiliz, ancak katıksız insanlarız. |
Bugün bir kral gibi davranan bir çocuk yarın bir zalim gibi davranır. | tyrant Today a child acting like a king, tomorrow a tyrant. |
Harun zalim. | cruel Harun's cruel. |
Harun sarhoşken zalim olur. | mean Harun gets mean when he's drunk. |
Bu zalim bir dünya. | grim It's a grim world. |
When speaking to an international audience, it is perhaps best to speak English a little slower than usual. | {i} seyirci Uluslararası bir seyirciyle konuşurken, her zamankinden biraz daha yavaş İngilizce konuşmak belki de en iyisidir. |
Harun certainly didn't disappoint the audience. | {i} izleyici Harun kesinlikle izleyiciyi hayal kırıklığına uğratmadı. |
Around half of the audience were female. | izleyiciler İzleyicilerin yaklaşık yarısı kadındı. |
The Mayor addressed a large audience. | (Askeri,Ticaret) kitle Belediye başkanı büyük bir kitleye hitap etti. |
The president addressed a large audience. | dinleyici Başkan büyük bir dinleyiciye hitap etti. |
The novelist talked to a large audience. | {i} okuyucu kitlesi Romancı büyük bir okuyucu kitlesiyle konuştu. |
She had to speak before a large audience. | kabul/dinleyic Büyük bir dinleyici kitlesi önünde konuşmak zorunda kaldı. |
Harun and Mine talked about everything they wanted to do on their upcoming vacation. | yaklaşan Harun ve Mine yaklaşan tatillerinde yapmak istedikleri her şey hakkında konuştular. |
My words were taken out of context. | bağlam Kelimelerim bağlamın dışında kaldı. |
If you don't understand something, it's because you aren't aware of its context. | (Bilgisayar) içeriği Eğer bir şeyi anlamıyorsanız, onun içeriğinin farkında olmamanızdandır. |
My words were taken out of context. | durum/bağlam Kelimelerim bağlamın dışında kaldı. |
The context is important. | (Hukuk) içerik İçerik önemlidir. |
Harun finds it difficult to keep up with the rest of the class. | ayak uydurmak Harun sınıfın geri kalanına ayak uydurmayı zor buluyor. |
Bir iddiayı tasdik etmek Most have no relationship with Jesus that they can vouch for, and there lives and daily choices bear out this assertion. | Çoğunun İsa Mesih ile kefil olabilecekleri bir ilişkisi yoktur ve hayatları ve günlük seçimler bu iddiayı taşır. |
To use or exercise and thereby prove the existence of Salman Rushdie has asserted his right ... to be identified as the author of this work. | Salman Rushdie'nin varlığını ispatlamak ya da kullanmak ya da kullanmak onun haklarını ... bu işin yazarı olarak tanımlanmasını iddia etti. |
To declare with assurance or plainly and strongly; to state positively he would often assert his beliefs to us. | Güvenceli veya açık ve güçlü beyan etmek; olumlu olarak ifade etmek için genellikle inançlarını bize bildirirdi. |
That doesn't prove a thing. | kanıtlamak O bir şey kanıtlamaz. |
It's very unlikely that any evidence will turn up to prove Harun's guilt. | ispat etmek Harun'un suçluluğunu ispat etmek için bir delil çıkması çok olası değil. |
This is because they are trying to prove they are somewhat independent. | {f} ispatlamak Bu, birazcık bağımsız olduklarını ispatlamaya çalıştıkları içindir. |
Prove it to me. | kanıtla Onu bana kanıtlayın. |
I know Harun was the one who did it, but I won't ever be able to prove it. | ispatla Bunu yapanın Harun olduğunu fakat asla ispatlayamayacağımı biliyorum. |
Prove it to me. | dene/kanıtla Onu bana kanıtlayın. |
It's very unlikely that any evidence will turn up to prove Harun's guilt. | {f} çıkmak Harun'un suçluluğunu ispat etmek için bir delil çıkması çok olası değil. |
I want you to arrange a meeting. | {f} ayarlamak Bir görüşme ayarlamanı istiyorum. |
I'd like to learn how to arrange flowers. | {f} düzenlemek Çiçek düzenlemeyi öğrenmek istiyorum. |
I must arrange my hair. | düzeltmek Saçımı düzeltmeliyim. |
I'll arrange everything. | düzenle Her şeyi düzenleyeceğim. |
I'll arrange everything. | düzen Her şeyi düzenleyeceğim. |
I'd like to learn how to arrange flowers. | (Bilgisayar) düzenleme Çiçek düzenlemeyi öğrenmek istiyorum. |
I'd like to learn how to arrange flowers. | düzenlemek Çiçek düzenlemeyi öğrenmek istiyorum. |
Let's set up a meeting. | (Bilgisayar) toplantı düzenle Bir toplantı düzenleyelim. |
Harun has trouble budgeting his time. | zamanını ayarlamak Harun'un zamanını ayarlama sorunu var. |
I want you to arrange a meeting. | ayarlamak Bir görüşme ayarlamanı istiyorum. |
Transportation has been arranged. | düzenlendi Ulaşım düzenlendi. |
cavity | 1. (Diş Hekimliği) 1. Boşluk. 2. Dişte çürük nedeni ile oluşmuş veya çürüğü temizleyip doldurmak üzere fazladan kesilerek hazırlanmış boşluk |
Cast iron is an alloy of iron and carbon. | dökmek Dökme demir, bir demir ve karbon alaşımıdır. |
It's just so frustrating to try to do this with my arm in a cast. | {i} döküm Döküm içindeki kolumla bunu yapmaya çalışmak gerçekten çok sinir bozucu. |
On Christmas day, Harun's right leg was still in a cast. | alçı Noel günü, Harun'un sağ bacağı hâlâ alçılıydı. |
I resent that implication. | bulaştırma/ima O imaya alındım. |
I'm a social worker. | (Ticaret) sosyal hizmet görevlisi Ben bir sosyal hizmet görevlisiyim. |
The social worker was asked to follow up the information about the Stevenson family. | sosyal görevli Sosyal görevliden Stevenson ailesi hakkındaki bilgiyi takip etmesi istedi. |
a social worker To help a family change the behavior or conditions that are causing the risk of maltreatment, the CPS caseworker must develop a positive relationship with the family. | bir sosyal hizmet uzmanı Bir ailenin, kötü muamele riskine neden olan davranışları veya koşulları değiştirmesine yardımcı olmak için, CPS yardım görevlisi ailenle olumlu bir ilişki geliştirmelidir. |
The baby sleeping in the baby carriage is as cute as an angel. | bebek arabası Bebek arabasında uyuyan bebek, bir melek kadar sevimli. |
The stroller is in the baby's room. | bebek arabası Bebek arabası çocuk odasında. |
carriage | 1. {i} nakliye2. {i} vagon3. {i} binek arabası4. taşıyıcı alt takım 5. (Ticaret) taşıma ücreti6. çocuk arabası 7. nakil |
We have to take every precaution. | önlem Her türlü önlemi almak zorundayız. |
We'll take every precaution. | tedbir Her tedbiri alacağız. |
They confirmed the importance of strengthening global precautions in order to prevent devastating losses. | önlemler Onlar yıkıcı kayıpları önlemek için küresel önlemlerin güçlendirilmesinin önemini doğruladılar. |
Precautionary measures were unnecessary. | ihtiyati İhtiyati önlemler gereksizdi. |
If the situation doesn't improve, I'll be obliged to take measures. | önlem almak Eğer durum düzelmezse, önlem almak zorunda kalacağım. |
Specifically, I'm a university lecturer. | okutman Özellikle, ben bir üniversite okutmanıyım. |
We were deeply impressed by the lecturer's eloquent speech. | konferansçı Konferansçının belâgatlı konuşmasından derinden etkilendik. |
Don't lecture me. | {f} ders anlatmak Bana ders anlatma. |
All in all, I enjoyed the lecture. | {i} ders Neticede dersten zevk aldım. |
Many students were present at the lecture. | konferans Çok sayıda öğrenci konferansta hazır bulundu. |
The speaker organized his lecture notes. | ders notları Konuşmacı ders notlarını düzenledi. |
The professor gave a lecture on the Middle East. | {f} ders ver Profesör, Orta Doğu üzerine bir ders verdi. |
Many students were present at the lecture. | paylama/konferans Çok sayıda öğrenci konferansta hazır bulundu. |
The date of manufacture is shown on the lid. | üretim Üretim tarihi kapak üzerinde gösteriliyor. |
Many of our clothes are made in Bangladesh because it's the cheapest place to manufacture them. | {f} üretmek Onları üretmek için en ucuz yer olduğundan dolayı elbiselerimizin çoğu Bengladeş'te yapılırlar. |
A fiscal tightening policy is being enacted. | {s} mali Bir mali sıkma politikası yürürlüğe giriyor. |
The new tax system comes into effect next year. | (Ticaret) vergi sistemi Yeni vergi sistemi gelecek yıl yürürlüğe girer. |
Financial decisions are very important. | mali kararlar Mali kararlar çok önemlidir. |
kavramsal {s} idrak ile ilgiliidrak etme ile ilgli idraksal kognitif bilmeye ilişkin bilişçi kavramaya ya da idrak etmeye ilişkin bilmeye Bilişsel bilmeye veya kavramaya idrak etmeye ilişkin {s} kavrama ile ilgili | kavramsal {s} idrak ile ilgili idrak etme ile ilgli idraksal kognitif bilmeye göre bilişçi kavramaya ya da idrak etmeye izin bilmeye bilişsel bileye veya kavramaya idrak etmeye yönelik {s} kavrama ile ilgili |
gem | değerli kişi {i} mücevher{i} değerli taşdeğerli nesne değerli şey/kişi cevher önemli |
This chart illustrates the function of ozone layer. | işlev Bu tablo ozon tabakasının işlevini gösteriyor. |
Every function should have comments describing its purpose in order to avoid confusions. | fonksiyon Karışıklıklardan kaçınmak için her fonksiyonun amacını açıklayan yorumları olmalı. |
We can't function like this. | {i} görev Böyle görev yapamayız. |
This chart illustrates the function of ozone layer. | işle Bu tablo ozon tabakasının işlevini gösteriyor. |
A string of disasters struck the region. | dizi Bir dizi felaket bölgeyi vurdu. |
proprietary | {s} tescillisicilli patentli (Ticaret) sahiplik sahiplik taslayan birinin malı olan mücessel (Nükleer Bilimler) mülkiyet |
Google collects the private information of their users. | özel bilgi Google, kullanıcılarının özel bilgilerini topluyor. |
She's a glamorous girl. | {s} büyüleyici O büyüleyici bir kız. |
Our school facilities are inadequate for foreign students. | yetersiz Okul olanaklarımız yabancı öğrenciler için yetersizdir. |
inadequate | yeterli değil noksan (Tıp) inadekuat yetersiz bir şekilde inadequatenessyetersizlik inadequacy inadequatelykifayetsiz olarak {s} elverişsiz{s} eksik |
The auction is over. | {i} açık artırma Açık artırma bitti. |
When I reached the summit, I was thoroughly worn out. | Zirveye vardığımda, ben tamamen bitkindim. |
The summit conference made a contribution to the peace of the world. | zirve toplantısı Zirve toplantısı dünya barışına katkı yaptı. |
They carried on the summit conference till late. | zirve konferansı Onlar geç saatlere kadar zirve konferansına devam etti. |
Harun'un omuz hizasında kırmızıya boyanmış saçları var. | shoulder Harun has shoulder-length hair dyed red. |
Harun'un omuz hizasında kırmızıya boyanmış saçları var. | (Tekstil) shoulder Harun has shoulder-length hair dyed red. |
Ona destek vermek bize düşer. | support It is incumbent on us to support him. |
Başarmak için omuz omuz gitmeliyiz. | shoulder to shoulder To succeed we must go shoulder to shoulder. |
Harun ve Mine birbirine baktı ve omuz silkti. | shrugged Harun and Mine looked at each other and shrugged. |
İntegral ve türev, kalkülüs'te iki ana işlemdir. | {i} derivative The two main operations in calculus are the integral and the derivative. |
Çiftin tebrik kartları satan bir işletmesi var. | greeting The couple has a business of selling greeting cards. |
Zaferinden dolayı tebrik ederim. | congratulations Congratulations on your victory! |
İnsanlar hâlâ tamamen bir yerli konuşucu gibi ses çıkarmadığın aşikar olduğunda sadece dil yeteneğiniz üzerine size iltifat etmek eğilimindedir. | compliment People tend to only compliment you on your language ability when it's apparent that you still don't quite sound like a native speaker. |
Çiftin tebrik kartları satan bir işletmesi var. | greeting cards The couple has a business of selling greeting cards. |
Zaferinden dolayı tebrik ederim. | Congratulations Congratulations on your victory! |
Seni tebrik etmek için bir şansım olmadı. | to congratulate I never got a chance to congratulate you. |
Büyük zaferin için tebrikler. | congratulations Congratulations on your big victory. |
Lütfen bu kartı izlememize yardım et. | card Please help us track this card. |
Hey Harun, dedikodu vasıtasıyla senin Susie ile çıktığını duydum. Tebrikler. | way to go Hey Harun, I heard through the grapevine that you and Susie are going out. Way to go! |
That was a good steak. | {i} biftek O iyi bir biftekti |
Have you already heard that your firm has won the tender? | {i} teklif Şirketinizin teklifi kazandığını duydunuz mu? |
Harun gave Mine a tender kiss. | {s} şefkâtli Harun Mine'ye şefkatli bir öpücük verdi. |
The meat is really tender. | {s} yumuşak Et gerçekten yumuşak. |
The rough material hurt the child's tender skin. | {s} nazik Kaba kumaş çocuğun nazik cildini incitti. |
The meat is really tender. | sevecen/narin/yumuşak Et gerçekten yumuşak. |
Have you already heard that your firm has won the tender? | tender/bot/bakıcı/teklif Şirketinizin teklifi kazandığını duydunuz mu? |
They kissed tenderly. | kibarca Onlar kibarca öpüştü. |
This dish has a strong flavor of garlic. | {i} lezzet Bu yemek güçlü bir sarımsak lezzetine sahip. |
What's your favorite flavor of ice cream? | {i} çeşni Favori dondurma çeşnin nedir? |
What flavor do you want? | çeşit Ne çeşit istiyorsun? |
Harun is grilling meat. | ızgara Harun eti ızgara yapıyor. |
Harun took the meat off the grill. | {i} ızgara Harun eti ızgaradan çıkardı. |
I cannot grill this meat. It has gone bad! | {f} ızgara yap Bu eti ızgara yapamam. Bozulmuş! |
I thought you said you were sick of peanut butter. | yer fıstığı Yer fıstığı ezmesinden usandığını söylediğini düşünüyordum. |
I hate peanut butter. | {i} fıstık Fıstık ezmesinden nefret ederim. |
I appreciate her loyalty. | sadakat Onun sadakatini takdir ediyorum. |
I appreciate her loyalty. | {i} sadakât Onun sadakatini takdir ediyorum. |
Harun forged his mother's signature. | imza Harun annesinin imzasını taklit etti. |
Unless otherwise decided by the directors, if the company has a common seal and it is affixed to a document, the document must also be signed by at least one authorised person in the presence of a witness who attests the sign | {i} kaşe Yöneticiler tarafından aksi kararlaştırılmadıkça, şirket kaşesi varsa ve bir belgeye basılmışsa, belge ayrıca en az imzayı onaylayan bir tanığın huzurunda bir yetkili kişi tarafından imzalanmış olmalıdır. |
I need your signature here. | imzalama Şurayı imzalamanızı rica ediyorum. |
I don't suppose you're going to let me go there by myself. | sanmak Senin, oraya tek başıma gitmeme izin vereceğini sanmam. |
Let's suppose it's true. | varsay Varsayalım ki doğru. |
This figure is supposed to represent Marilyn Monroe, but I don't think it does her justice. | {f} varsay Bu figürün Marilyn Monroe'yu temsil ettiği varsayılır, ama onun adaletini temsil ettiğini sanmıyorum. |
I can't believe that someone who's supposed to be my friend would say things like that about me. | sözde Sözde benim arkadaşım olacak birinin, benim hakkımda böyle şeyler söyleyebileceğine inanamıyorum. |
I suppose I'd better leave. | Sanırım Sanırım gitsem iyi olur. |
Harun was supposed to call around 2:30. | gerekiyordu Harun'un 2.30 civarı araması gerekiyordu. |
I don't suppose you're going to let me go there by myself. | sanmak Senin, oraya tek başıma gitmeme izin vereceğini sanmam. |
I suppose I'd better leave. | Sanırım Sanırım gitsem iyi olur. |
respondent | (Dilbilim) yanıtlayankarşılık veren cevap veren savunan kişi davalı yanıt veren yanıtlayan kimse cevap niteliğinde {i} savunma makamısavunma yapan {i} sanık |
escalate | {f} (savaş, anlaşmazlık v.b.'ni) kızıştırmak; kızışmak{f} yükseltmekartmak fiyatı yükseltmek tırmanmak tırmandırmak kızışma |
dispatch | sevk etmek sevk göndermek yollamak (Bilgisayar) dağıtım{f} yalayıp yutmak{f} telgraf çekmek |
decompose | ayrıştır,bileşenlerine ayır {f} çürümek(Kimya) bileşenlerine ayırmakçürüklük bozmak doğada yok olmak bozulmak parçalara ayırmak |
The badly decomposed body of a young girl was found on the side of a highway. | çürümüş Genç bir kızın fena halde çürümüş cesedi otoyolun kenarında bulundu. |
disrupt | {f} dağıtmak{f} bozmakengel olmak {f} dağılmakbozulma dağıt |
foothold | garantili yer basamak ayak basacak sağlam yer sağlam yer {i} tutunma noktası |
foothold | get a foothold dayanak olsun gain a foothold dayanak bulmak |
grip | kavramak kavrama sımsıkı tutmak sıkıca tutma grip hastalığı |
Harun relaxed his grip. | Harun kavrayışını gevşetti. |
Harun got a grip on his emotions. | Harun duygularını kontrol altına aldı. |
when I say no I feel guilty | hayır dediğimde kendimi suçlu hissediyorum. |
I'm the one who gave Harun that scarf. | atkı Harun'a o atkıyı veren kişi benim. |
Marian is wearing a black leather jacket, a purple scarf, and purple pants.The outfit looks great on her. | eşarp Marian siyah deri ceket, mor eşarp ve mor pantolon giyiyor. Kıyafeti onun üzerinde harika görünüyor. |
I bought that scarf we looked at yesterday. | fular Dün baktığımız fuları satın aldım. |
scrum | köpüklenmek köpük kalabalık {i} itişip kakışma{i} çarpışma{i} itip kakma{i} hamle [amer. fut.] |
scrum | A tightly-packed and disorderly crowd of people A scrum developed around the bar when free beer was announced. |
Our website is offline for scheduled maintenance. | zamanlanmış Web sayfamız zamanlanmış bakım nedeniyle çevrimdışıdır. |
What time is your plane scheduled to leave? | planlanmış Senin uçağının saat kaçta kalkması planlanmıştır. |
What time is your plane scheduled to leave? | Senin uçağının saat kaçta kalkması planlanmıştır. |
Here's your schedule for the day. | {i} program İşte gün için programınız. |
She changed her schedule to match his. | {i} plan Onunkine uyması için planını değiştirdi. |
What's the flight's scheduled arrival time? | tarifeli uçuş Uçağın tarifeli uçuş saati nedir? |
commute | {f} banliyödeki ev ile şehirdeki işyeri arasında her gün gidip gelmekdeğiş-tokuş etmek (Politika, Siyaset) cezasını hafifletmekhafifletmek (cezayı) (Elektrik, Elektronik) yönünü değiştirmek(cezayı) hafifletmek değiş tokuş etm |
I have to commute all the way from a distant suburb. | seyahat et Ben uzak bir banliyöden bütün yolu seyahat etmek zorundayım. |
Cars are indispensable to suburban life. | banliyö+ Arabalar banliyö hayatı için vazgeçilmezdir. |
suburbian | suburbanşehir dışı mahalleler |
Everyone at the meeting signed the petition. | {i} dilekçe Toplantıdaki herkes dilekçeyi imzaladı. |
Everyone at the meeting signed the petition. | {i} dilek Toplantıdaki herkes dilekçeyi imzaladı. |
Harun is filing for divorce. | (Kanun) boşanma davası Harun boşanma davası açıyor. |
bildigim kadarıyla | to my knowledge To my knowledge, none of my workers had committed a crime previously. |
maiden | {i} bakiremaiden name evli kadının bekarlık soyadı mahcup kız oğlan kız evlenmemiş kadın evlenmemiş kız evlenmemiş ilk taze |
I want to marry a virgin girl. | bakire Bakireyle evlenmek istiyorum. |
The Virgin Mine is Jesus' mother. | {s} el değmemiş El değmemiş Meryem, İsa'nın anasıdır. |
I've lost my religious faith. | {s} dinsel Dinsel inancımı yitirdim. |
Lots of religious songs in Ladino are translations from Hebrew. | dini Birçok Yahudice dinî şarkı İbranice'den çeviridir. |
You are religious, right? | {s} dindar Dindarsın, değil mi? |
Harun is not religious. | {s} inançlı Harun inançlı değil. |
I have the invoice. | (Ticaret) fatura Benim faturam var. |
He went on a quest to find the point where the sky touches the Earth. | nokta O, gökyüzünün dünyaya dokunduğu noktayı bulmak için uzun ve zorlu bir araştırmaya devam etti. |
What was the point? | puan Puan neydi? |
I must object to this plan. | {f} itiraz etmek Bu plana itiraz etmeliyim. |
I found a strange object lying on the road. | {i} cisim Yolda duran garip bir cisim buldum. |
Can you describe the object? | {i} nesne Nesneyi tarif edebilir misiniz? |
I must object to this plan.{f} razı olmamak{f} karşı çıkmak{i} gayeamaç | {f} itiraz etmek Bu plana itiraz etmeliyim. |
I have to assign more men to that work. | {f} atamak O iş için daha çok erkek atamak zorunda kaldım. |
I believe beyond doubt that she is innocent. | kuşkusuz Onun masum olduğuna kuşkusuz olarak inanıyorum. |
He is without doubt one of the most successful businessmen in Japan. | şüphesiz O şüphesiz Japonya'daki en başarılı iş adamlarından biridir. |
There is no doubt. | şüphe yok Şüphe yoktur. |
That was without doubt a magical moment. | hiç şüphesiz Hiç şüphesiz, büyüleyici bir andı bu. |
There was no doubt in my mind that Harun knew the answer. | hiç şüphe yok Harun'un cevabı bildiği hakkında aklımda hiç şüphe yoktu. |
owe | {f} borcu olmak, borçlu olmak: How much do I owe you? Sana ne kadar borcum var? That company owes us a billion liras. O şirketin bize bir{f} borçlu olmak{f} duymak (his){f} minnettar olmak(Ticaret) borçlanmak |
We owed him that. | {f} borçlan Ona bunu borçlandık. |
How much do I owe? | borcum ne kadar Borcum ne kadar? |
I owed him a thousand dollars. | borçlu Ona bin dolar borçluydum. |
owe | I owe you one(deyim) Size yardım eden birine teşekkür edip sizinde bir başka zaman ona yardım edeceğnizi ifade etmek için "Alacaklısın!" mânâsında söylenen söz Thanks for the help, Bill |
Harun became self-conscious. | içine kapanık Harun içine kapanık oldu. |
He's self-conscious because of his unibrow. | sıkılgan O, birleşik kaşından dolayı sıkılgan. |
He's self-conscious because of his unibrow. | sıkılgan O, birleşik kaşından dolayı sıkılgan. |
The bazaar ended a great success. | başarı Pazar büyük bir başarıyla bitti. |
He said to himself, "Will this operation result in success?" | {i} sonuç Kendi kendine şöyle dedi: Bu operasyon başarıyla sonuçlanacak mı? |
The old man predicted our success. | başarım Yaşlı adam başarımızı öngördü. |
His last play was a great success. | (Bilgisayar) başarılı Son oyunu çok başarılıydı. |
We wish you continued success. | başarıları Başarılarının devamını dileriz. |
The socialist agriculture achieved great success. | başarıya Sosyalist tarım büyük başarıya ulaştı. |
Bu şartlar altında çalışmak istemiyorum. | conditions I don't want to work under these conditions. |
Bu şartlar altında çalışmak imkansız. | circumstances It's impossible to work in such circumstances. |
Şartlar dayanılmazdı. | situation The situation was unbearable. |
Şartlar nedir? | terms What're the terms? |
Yaşını göz önünde bulundurursak, o çok güçlü görünüyor. | considering He looks very vigorous, considering his age. |
Gözünüzle gördüğünüz şeylerin doğru olması şart değil. | necessarily Things that you see with your eyes are not necessarily true. |
Bu şartlar altında Harun'un umursayacağını sanmıyorum. | under the circumstances Under the circumstances, I don't think Harun would mind. |
Come down for a minute. | aşağı Bir dakika aşağıya gel. |
They decided to pull down the old building. | yıkmak Eski binayı yıkmaya karar verdiler. |
This hut is in danger of falling down. | çökmek Bu kulübe çökme tehlikesinde. |
I'm sorry I let you down. | üzgün Sizi hayal kırıklığına uğrattığım için üzgünüm. |
abstraction | {i} soyutlamaalma ayrılma çıkarılma (Sanat) soyutluksoyutlama eylemi düşünceye dalmış olma |
I made an abstract of a book. | özet Bir kitabın özetini çıkardım. |
The theory is too abstract for me. | {i} soyut Teori benim için çok soyuttur. |
So-called "winter time" is expected to enhance the college reform. | Sözde "kış döneminin" üniversite reformunu geliştirmesi bekleniyor. |
It was the Pan Am flight. | uçuş Pan Am uçuşuydu. |
My flight will depart in an hour. | hareket Uçağım bir saat içinde hareket edecek. |
They were pioneers of space flight. | (Kanun) sefer Uzay seferlerinin öncüleriydiler. |
Better to reign in Hell, than serve in Heaven. | {f} hizmet etmek Cennette hizmet etmektense, Cehennemde saltanat sürmek daha iyidir. |
This will serve as a check on their work. | {f} çalışmak Bu onların çalışmaları hakkında bir denetim olarak hizmet verecek. |
Please serve him his meal first. | servis Lütfen önce ona yemek servisi yapın. |
Let's go to the cafe where they serve hookahs. | hizmet Nargile hizmeti veren bir kafeye gidelim. |
Better to reign in Hell, than serve in Heaven. | {f} hizmet et Cennette hizmet etmektense, Cehennemde saltanat sürmek daha iyidir. |
Now it's your serve. | {i} servis sırası Şimdi servis sırası sende. |
Harun wishes to relocate. | {f} taşınmak Harun taşınmak istiyor. |
halfling | A fictional small humanoid creature featuring in fantasy fiction; a hobbit A fictional humanoid born of a human parent and a parent of another race in fantasy fiction {i} dwarf, Hobbit, character in the novels of J.R. Tolkien |
assert | {f} ileri sürmek{f} iddia etmek{f} öne sürmek(Mukavele) ispat ve iddia ile beyan etmekhakkını savunmak bildirmek açıklamak hak iddia etmek |
Don't bother me with details. | {f} sıkmak Detaylarla benim canımı sıkmayın. |
I won't bother you anymore. | canını sıkmak Artık canını sıkmayacağım. |
I'm sorry to be such a bother. | sıkıntı Böyle bir sıkıntı olduğum için üzgünüm. |
Harun didn't bother to argue. | zahmet Harun tartışma zahmetine girmedi. |
Harun didn't even bother knocking on the door. | rahatını bozmak Harun bile kapıyı çalmak için rahatını bozmadı. |
We don't want to be a bother. | rahatsız olmak Rahatsız olmak istemiyorum. |
I don't want to bother you guys while you're working. | rahatsız etmek Çalışırken siz çocukları rahatsız etmek istemiyorum. |
I don't want to bother you guys while you're working. | {f} rahatsız et Çalışırken siz çocukları rahatsız etmek istemiyorum. |
I am tired so go and bother someone else. | rahatsızlık Yorgunum dolayısı ile git ve başka birine rahatsızlık ver. |
I won't bother you anymore. | canını sıkmak Artık canını sıkmayacağım. |
Hiç espri yeteneği yok. | humor She has no sense of humor. |
O bir espri yaptı. | wisecrack He made a wisecrack. |
Almanların espri anlayışı yok mu? Bunu komik bulmuyorum! | {i} humour Germans have no sense of humour? I don't find that funny! |
Çok bayat bir espri bu. Sen kendin mi uydurdun? | joke That's a pretty lame joke. Did you come up with it yourself? |
The girls gathered flowers in the meadow. | çayır Kızlar çayırda çiçekler topladı. |
meadow | çayırlık yeşillik (Tarım) çayır çimenmera otlak cayır Thalictrum meadow saffron güz çiğdemi Colchicum autumnale |
The word "house" evokes the mental image of a rectangular building with a roof and smoking chimney, which may be surrounded by grass and trees and inhabited by a happy family. | çimen "Ev" kelimesi bir çatısı ve tüten bacaları olan bir dikdörtgen binanın zihinsel görüntüsünü anımsatır, ki bu çimenlerle ve ağaçlarla çevrili olabilir ve mutlu bir aile tarafından oturulabilir. |
The girls gathered flowers in the meadow. | Kızlar çayırda çiçekler topladı. |
Common sense should prevail. | {f} galip gelmek Sağduyu galip gelmeli. |
prevail | ikna etmek {f} yenmekkafalamak galebe çalmak yerine geçmek prevail on razı etmek yerine geç geçerli olmak hüküm sürmek baskın çıkmak üstün gelmek egemen olmak |
prevail | ikna etmek {f} yenmekkafalamak galebe çalmak yerine geçmek prevail on razı etmek yerine geç geçerli olmak hüküm sürmek baskın çıkmak üstün gelmek egemen olmak |
vetting | To thoroughly check or investigate particularly with regard to providing formal approval The FBI vets all nominees to the Federal bench. |
extreme vetting | aşırı inceleme |
It was tremendous. | {s} muazzam O muazzamdı. |
tremendous | gayet iri büyük {s} koskocamanmahşeri olağanüstü harika kocaman şahane |
I'd like to offer you a job. | teklif etmek Sana bir iş teklif etmek istiyorum. |
I was so happy that I forgot to offer my thanks. | {f} sunmak O kadar mutluydum ki teşekkürlerimi sunmayı unuttum. |
I came here to make you an offer. | teklif Sana bir teklifte bulunmak için buraya geldim. |
We offer low-cost prefabricated houses. | {i} öneri Düşük maliyetli prefabrik evleri öneriyoruz. |
I expected Harun to at least offer to help. | önermek Harun'un hiç olmazsa yardım önermesini umuyordum. |
Harun has been telling everyone that he doesn't plan to attend the meeting. | katılmak Harun herkese toplantıya katılmayı planlamadığını söylüyor. |
Harun had some unfinished business to attend to. | ilgilenmek Harun'un ilgilenmesi gereken bitmemiş bir işi vardı. |
You should attend to your own business. | {f} bakmak Sen kendi işine bakmalısın. |
He has only one servant to attend on him. | refakat Ona refakat edecek tek hizmetçisi vardı. |
A parking lot attendant waved Harun into a space. | {i} görevli Otopark görevlisi Harun'a boş bir yer gösterdi. |
Regular attendance is required in that class. | {i} devam O sınıfta düzenli devam gereklidir. |
Your attendance isn't necessary. | {i} katılma Katılman gerekli değil. |
I have things to attend to. | meşgul olmak Meşgul olmam gereken işlerim var. |
You should attend to your own business. | bakmak Sen kendi işine bakmalısın. |
Harun had some unfinished business to attend to. | ilgilenmek Harun'un ilgilenmesi gereken bitmemiş bir işi vardı. |
You should attend more to what your teacher says. | attend todikkat etmek Öğretmenin söylediklerine daha fazla dikkat etmelisin. |
I have other things to attend to. | attend touğraş Uğraşacağım başka şeylerim var. |
savvy | idrak etmek bir konuyu kavramak beceriklilik çakozlamak çakmak işi uyanmak ustalık Kavrayış, idrak Akıllı Kurnaz {i} anlayış |
Metrics | ölçübilim koşukbilim kosukbilim, ölçübilim |
I bought that from a street vendor. | {i} satıcı Ben onu bir sokak satıcısından satın aldım. |
I bought that from a street vendor. | Sokak satıcısı Ben onu bir sokak satıcısından satın aldım. |
There are also vendors who support Linux. | satıcılar Linux'u destekleyen satıcılar var. |
offshore | (Denizbilim) açıktaaçıklarında kıyıdan denize doğru yabancı kıyıdan uzakta kıyıdan uzak denizde {s} yabancı ülkedenaçık deniz kıyıdan esen {s} dış |
offshore | offshore bankingkıyı bankacılığı |
offshore banking | kıyı bankacılığı |
The government should invest more money in agriculture. | yatırım yapmak Hükümet tarımda daha fazla yatırım yapmalı. |
The government should invest more money in industry. | para yatırmak Hükümet sanayiye daha çok para yatırmalı. |
How can I invest myself in this project? | yatırım Bu projede kendim için nasıl yatırım yapabilirim? |
mitigating circumstances | Hafifletici sebepler |
mitigating | mitigating causescezayı hafifletici |
mitigating causes | hafifletici sebepler |
Sigorta atmış. | fuse The fuse has blown. |
Sanırım sigorta bunu karşılar. | (Hukuk) insurance I think insurance will cover it. |
Bu koliyi sigorta ettirmek istiyorum. | insure I would like to insure this package. |
Sanırım sigorta bunu karşılar. | cover I think insurance will cover it. |
Bu koliyi sigorta ettirmek istiyorum. | insure I would like to insure this package. |
Sanırım sigorta bunu karşılar. | insurance I think insurance will cover it. |
Yeni evini yangına karşı sigorta ettirdi. | insured He insured his new house against fire. |
Biz sigorta şirketine poliçemizin şartlarını ihlal ettiği için dava açtık. | (Sigorta) policy We sued the insurance company because it violated the terms of our policy. |
Kırmızı spor arabalarının sahipleri daha yüksek sigorta oranları öder. | (Ticaret) insurance rate Owners of red sports cars pay higher insurance rates. |
Bu koliyi sigorta ettirmek istiyorum. | to insure I would like to insure this package. |
issuance | (Ticaret) ihraç edilebilme{i} yayınlama{i} çıkarma |
Reinsurance | mükerrer sigorta reasürans tekrar sigortalama {i} sigortanın yinelenmesi |
leverage | {i} kaldıraç gücü{i} manivela gücü{i} baskıtemayül (Ticaret) eğilim(Ticaret) manivela(Avcılık) manivela kuvvetisonuç almak için kullanılan güç manivela hareketi/kuvveti piston |
erasure | silinti kazıntı silme {i} silinen şeysilik/silme {i} silinmiş yer; silinti |
nontrivial | Sıfıra eşit olmayan terimler ihtiva eden (sıfat) Saçma, tırı viri, önemsiz olmayan Önemsiz olmayan, belli bir önemi olan (sıfat) Bir matematik denkleminde değişkenlerden en azından birinin sıfıra eşit olmadığını anlatan sıfat |
We need to vacate the house by the end of the month at the latest. | boşaltmak En son olarak ayın sonuna kadar evi boşaltmamız lâzım. |
We need to vacate the house by the end of the month at the latest. | boşalt En son olarak ayın sonuna kadar evi boşaltmamız lâzım. |
vacate | {f} iptal etmek{f} ayrılmak{f} terketmek{f} feshetmekdökmek kusmak terk etmek (Turizm) konaklama yerini terk etmek |
silah bulundurma | weapon possession gun possession |
It is preoccupation with possession, more than anything else, that prevents men from living freely and nobly. | mülk Bu, başka her şeyden daha fazla, insanların özgürce ve mertçe yaşamasını engelleyen mülk ile ilgili kaygıdır. |
possession | mal mülk egemenlik ç.mal mülk servet hüküm sömürge |
condo | {i} kat mülkiyetli dairemülk mesken iyelik konut {i} mülk |
Harun bought a condo. | {i} konut Harun bir konut aldı. |
Heritage | {i} kalıt(Tıp) Kalıtımla geçen özellik veya özellikler, kalıt{i} vâdedilmiş kutsal toprak hakkı (incil) |
Heritage site | miras site |
This is the cultural inheritance of independence. | kültürel miras Bu, bağımsızlığın kültürel mirasıdır. |
This building should be kept as a national heritage. | ulusal miras Bu bina ulusal miras olarak tutulmalıdır. |
suburban | şehir dışı mahalleler |
I may be unsociable, but it doesn't mean I don't talk to people. | {f} anlamına gelmek Ben çekingen olabilirim ama bu, insanlarla konuşmadığım anlamına gelmez. |
I didn't mean to give you that impression. | kastetmek Sana o izlenimi vermeyi kastetmemiştim. |
mean | ,ortalama |
Harun was mean to me. | {s} huysuz Harun bana karşı huysuzdu. |
If you say this to someone whose plane is going to crash, this phrase is not going to mean anything. | {f} ifade etmek Eğer uçağın kaza yapacağını birine söylersen, bu söylem hiç bir şey ifade etmeyecek. |
He is a mean fellow. | {s} aşağılık O aşağılık bir adamdır. |
Harun was mean. | pinti Harun pintiydi. |
What does "getting to first base" mean? | {i} anlam "İlk aşamayı geçmenin" anlamı nedir? |
I may be unsociable, but it doesn't mean I don't talk to people. | {f} anlamına gel Ben çekingen olabilirim ama bu, insanlarla konuşmadığım anlamına gelmez. |
I'm mean. | cimri Ben cimriyim. |
My dear child, stay down here, otherwise the mean geese will bite you to death. | zalim Sevgili çocuğum, burada kal, yoksa zalim kazlar seni ölümüne ısırır. |
end up | bağlamak son bulmak bitirmek sonuçta -e varmak bitir bitmek düşmek olup çıkmak |
end up | sonuçlanmak |
What's it like to be deaf? | sağır olmak Sağır olmak nasıl bir şey? |
To eventually do We spent a long time looking for a cheaper deal, but we ended up buying from the first dealer we met. | Sonuçta daha ucuz bir anlaşma yapmak için uzun süre geçirdik, ancak tanıştığımız ilk bayiden satın almaya karar verdik. |
end up | To conclude, turn out, sometimes unexpectedly How did things end up with you and the bricklayer? — Great. We got married!. |
woe | üzüntü kaynağı üzüntü dert keder teessür |
woe | bad things will happen to Woe betide you if you try that with my sister again!. |
woe | Used to show that the speaker feels distress or misery; often used humorously Woe is me, I have eaten your bagel. |
What if we all are brains in vats and every sensory perception is illusionary? | {s} duyusal Ya hepimiz fıçılardaki beyinlersek ve bütün duyusal algılar yanılsamaysa? |
sensory | duyumsal duyulara ilişkin duygusal |
sensory register | Algı kaydedilişi |
Bob worked as a clerk in the grocery store on Saturday. | {i} bakkal Bob cumartesi günü bakkalda bir kâtip olarak çalıştı. |
They sell carrots at the grocery store. | bakkal dükkânı Bakkal dükkanında havuç satıyorlar. |
I go grocery shopping every morning. | market Her sabah market alışverişine giderim. |
They only sell processed foods in that store. | gıda Onlar o mağazada sadece işlenmiş gıdalar satarlar. |
They sell carrots at the grocery store. | bakkal dükkanı Bakkal dükkanında havuç satıyorlar. |
Did you check all the items on the shopping list? | alışveriş listesi Alışveriş listesinde tüm ürünleri kontrol ettiniz mi? |
They sell carrots at the grocery store. | bakkal dükkanı Bakkal dükkanında havuç satıyorlar. |
Harun unloaded groceries from the car. | (Bilgisayar) yiyecek Harun arabadan yiyecekleri boşalttı. |
They didn't specify the year. | belirt Onlar yılı belirtmedi. |
May we have our permission to make a hyperlink to our corporate site from your page? | (Ticaret) kurumsal Sizin sayfanızdan bizim kurumsal sitemize bir köprü yapmak için iznimizi alabilir miyiz? |
A slew of corporate logos adorned the entrance to the soccer match. | şirket Bir takım şirket logoları futbol maçının girişini süsledi. |
I will not be able to participate in the company meetings in May as I will be traveling in Asia during that time. | şirket toplantıları O süre boyunca Asya'da seyahat ediyor olacağımdan mayıstaki şirket toplantılarına katılamayacağım. |
Ubiquitous | {s} aynı zamanda her yerde bulunanaynı zamanda her yerde mevcut hazır ve nazır sık rastlanan ubiquitouslyher zaman bulunarak her yerde olan (sıfat) her yerde birden bulunan |
Generic | soysal cinsle ilgili (Tıp) eşdeğer(Bilgisayar) üreyselüretken soyuna özgü {s} genelleyici(Bilgisayar) genel özellikleri olan{s} kapsamlı(Ticaret) bir sınıfgenel |
pertaining | pertaining toyakışan pertaining toile ilgili pertaining to-e ile ilgili olarak pertaining to-e uyan |
entrepreneur | müteşebbis (Ticaret) atılım cıüstenci |
I am an entrepreneur. | girişimci Ben bir girişimciyim. |
Stanford University has educated entrepreneurs like Larry Page and Sergey Brin. | girişimciler Stanford Üniversitesi, Larry Page ve Sergey Brin gibi girişimcileri yetiştirdi. |
You seem to have a really good grasp on this. | kavrama Bu konuda gerçekten iyi bir kavramaya sahipmiş gibi görünüyorsun. |
You seem to have a really good grasp on this. | {f} kavramak Bu konuda gerçekten iyi bir kavramaya sahipmiş gibi görünüyorsun. |
Some people find it easier to grasp the short-term effects of smoking. | anlama Bazı insanlar sigaranın kısa vadeli etkilerini anlamayı daha kolay buluyor. |
I never know what to say to people who have absolutely no grasp of the basic facts and are too ignorant to realise it. | {f} kavra En temel gerçekleri bile kavrayamayan ve bunu farkedemeyecek kadar cahil insanlara hiçbir zaman ne diyeceğimi bilmiyorum. |
grasping | that which is accessible; that which is within one's reach or ability The goal is within my grasp. |
proximity | {i} yakınlıkproximity of blood kan yakınlığı {i} yakın olma(Ticaret) dolaykalkan (Askeri) çevreyakın olma durumu |
proximity | closeness; the state of being near as in space, time, or relationship The proximity of the heat source allowed it to be detected by the sensor. |
Harun told the boys to line up. | sıraya girmek Harun çocuklara sıraya girmelerini söyledi. |
They got in line. | {f} sıraya gir Sıraya girdiler. |
Harun told the boys to line up. | sıraya girme Harun çocuklara sıraya girmelerini söyledi. |
Circumstances do not permit me such a holiday. | izin vermek Koşullar bana böyle bir tatil izin vermez. |
I have a permit for this gun. | {i} ruhsat Bu silah için bir ruhsatım var. |
Why do you permit it? | izin Buna niçin izin vermiyorsun? |
The official informed Bob that his request for a parking permit had been rejected. | almak Memur bir park yeri alma ricasının reddedildiğini Bob'a bildirdi. |
The clinic allowed only two visitors per patient at any one time. | (Bilgisayar) izin ver Klinik, bir seferde hasta başına iki ziyaretçiye izin verdi. |
Circumstances do not permit me such a holiday. | izin vermek Koşullar bana böyle bir tatil izin vermez. |
A tenancy agreement is a legally binding document between a landlord and their tenant. | kiracı Bir kira sözleşmesi, ev sahibi ve kiracıları arasında yasal olarak bağlayıcı bir belgedir. |
Harun often says stupid things at inappropriate times. | {s} uygun olmayan Harun çoğunlukla uygun olmayan zamanlarda aptalca şeyler söylüyor. |
What Harun said was inappropriate. | yakışıksız Harun'un söylediği yakışıksızdı. |
Such an analogy is inappropriate in this case. | {s} uygunsuz Bu durumda böyle bir benzetme uygunsuzdur. |
Harun brought a bunch of roses for Mine for International Women's Day, but she found it inappropriate. | {s} yersiz Harun Uluslararası Kadınlar Günü için Mine'ye bir demet gül getirdi, ama o bunu yersiz buldu. |
Such an analogy is inappropriate in this case. | uygunsuz Bu durumda böyle bir benzetme uygunsuzdur. |
inappropriate | Not appropriate; not suitable for the situation It is inappropriate to burp at a formal dinner. |
Hoş bir tecrübe değildi. | experience It wasn't a pleasant experience. |
Dalgıç ekipmanının sınırlarını test etmek istedi. | test The diver wanted to test the limits of his equipment. |
Onun tecrübe eksikliğini kabul etmeme rağmen, hâlâ daha iyi yapması gerektiğini düşünüyorum. | lack of experience Admitting his lack of experience, I still think that he ought to do better. |
Harun'un onu kanıtlamasına yardım etmek istiyoruz. | prove We'd like to help Harun prove it. |
disorder | kargaşa rahatsızlık düzensizlik |
Disorder prevails in the street. | karışıklık Sokakta karışıklık hüküm sürüyor. |
The authorities fined the shop because of a disorder in the electronic balance. | (Tıp) arıza Elektronik terazideki bir arıza nedeniyle yetkililer işyerine para cezası verdi. |
Prostitution, gambling, the use of narcotic substances, drunkenness, disorder, and all other illegal activities are STRICTLY FORBIDDEN. | bozmak Fahişelik, kumar, uyuşturucu madde kullanımı, sarhoşluk, düzeni bozmak ve diğer yasadışı etkinlikler kesinlikle yasaklanmıştır. |
disorder | Absence of order; state of not being arranged in an orderly manner After playing the children left the room in disorder. |
disorder | A disturbance of civic peace or of public order The army tried to prevent disorder when claims the elections had been rigged grew stronger. |
He was disappointed that things didn't turn out as he'd hoped. | sonuçlanmak O, işler umduğu gibi sonuçlanmadığı için hayal kırıklığına uğradı. |
I think I forgot to turn off the stove. | kapamak Sanırım sobayı kapamayı unuttum. |
Whose turn is it to take out the garbage? | çıkarmak Çöpü çıkarmak için kimin sırası? |
I'll be damned, if by the end of the movie the chef doesn't turn out to be the killer. | Filmin sonunda aşçı katil çıkmazsa ben ne olayım! |
I'll be damned, if by the end of the movie the chef doesn't turn out to be the killer. | turn out to beçıkmak Filmin sonunda aşçı katil çıkmazsa ben ne olayım! |
turn out | turn out to be(deyim) olduğunun açığa çıkması I.e.. I guessed he was honest, but, he turned out to be tricky. |
juggle | {f} yer değiştirmekhokkabazlık etmek {f} hokkabazlık yapmakyolsuzluk yapmak oynamak |
I'm teaching myself to juggle. | hile yapmak Kendime hile yapmayı öğretiyorum. |
misconception | {i} yanlış kavram; yanlış yorum; yanlış kanı/fikiryanlış kavram yanlış fikir |
It's a common misconception. | yanlış yorum Bu yaygın bir yanlış yorum. |
misconceive | yanlış yorumlamak yanlış anlamak yanlış anla {f} yanlış kavramakmisconceptionyanlış kavrama (fiil) yanlış kavramak yanlış kavram |
kiddo | Evlat (büyüklerin genç ve çocuklara hitap şekli olarak) |
cognitive | kavramsal {s} idrak ile ilgiliidrak etme ile ilgli idraksal kognitif bilmeye ilişkin bilişçi kavramaya ya da idrak etmeye ilişkin bilmeye Bilişsel |
tend to | eğilimi göstermek bakmak (hayvana/bitkiye) bakımıyla meşgul olmak bakmak (birine) Eğilimli/meyilli olmak |
People tend to look at others with bias. | {f} bakmak İnsanlar diğerlerine ön yargı ile bakmak eğilimindedir. |
Tatoeba is like a garden: you must plant seedlings, tend to them and watch them grow. | ilgilenmek Tatoeba bir bahçe gibidir: fidanlar ekmelisin, onlarla ilgilenmelisin ve nasıl büyüteceğini izlemelisin. |
Strange things tend to happen here. | be tend toolma eğilimindedir Garip şeyler burada olma eğilimindedir. |
I believe that people tend to focus on the wrong things. | tendeğiliminde ol İnsanların yanlış şeylere odaklanma eğiliminde olduğunu düşünüyorum. |
We tend to forget that exercise is a key to good health. | to tend toeğilimi Egzersizin iyi sağlık için bir anahtar olduğunu unutma eğilimindeyiz. |
why as we age do we tend to forget things? | neden yaşlandıkça unutma eğiliminde oluruz? |
facilitate | {f} rahatlatmak{f} kolaylaştırmakteshiletmek (Politika, Siyaset) çabuklaştırmak kolaylaştır yardım etmek |
facilitate movement | hareket kazandırmak olanak tanımak |
facilitate | To make easy or easier |
what is it that limits and facilitates neuroplasticty? | bunun sınırları ve nöroesnekliği kolaylaştıran şey nedir? |
Analgesics may be used if pain is severe. | şiddetli Ağrı şiddetliyse ağrı kesici kullanılabilir. |
Jack is very severe with his children. | (Hukuk) sert Jack çocuklarına çok serttir. |
The reason I could not attend the meeting was that I had a severe headache. | katı Toplantıya katılamamamın nedeni şiddetli bir baş ağrımın olmasıydı. |
Jack is very severe with his children. | sade/zorlu/katı/sert Jack çocuklarına çok serttir. |
Due to severe educational influence the child became a wholly different person. | (Askeri,Teknik) ciddi Ciddi bir eğitim etkisi nedeniyle çocuk tamamen farklı bir kişi haline geldi. |
The Great Blizzard of 1888 was one of the most severe blizzards in the history of the United States. | {s} ağır 1888'deki Büyük Kar Fırtınası, Birleşik Devletler tarihinin en ağır kar fırtınalarından biriydi. |
intervention | {i} müdahale{i} araya girme müdahele (Ticaret) hükümet müdahalesi{i} aracılık{i} geçme |
intervention of the state | devlet müdahalesi |
we are failed to develop effective rehabilitation interventions | biz etkili rehabilitasyon dahaleleri geliştirmede başarısız olduk. |
Although most of the content and thought has not been dependent on any language, when focusing on Japanese, differences in syntactic structures or the fact that individual words are not written separately and distinctly then | birey İçerik ve düşüncenin çoğu herhangi bir dile bağımlı olmasına rağmen,Japoncaya odaklanırken,cümle yapısındaki farklar yada bireysel kelimelerin ayrı ve açıkça yazılmamaları gerçeği o zaman düşünce hakkında birkaç nokta |
Society and the individual are inseparable. | {s} birbirinden ayrı Toplum ve birey birbirinden ayrılamazlar. |
She had an individual style of speaking. | {s} kişisel Onun kişisel bir konuşma tarzı vardı. |
individual | {s} özel{s} şahsi{i} şahıs |
Each human being is an individual. | insan Her insan bir bireydir. |
It is very impolite of them to decline my invitation. | geri çevirmek Davetimi geri çevirmeleri büyük kabalık. |
Home prices have continued to decline. | {f} düşmek Ev fiyatları düşmeye devam etti. |
The mayor thought that he should investigate the decline in tax revenues. | {i} azalma Belediye başkanı, vergi gelirlerindeki azalmanın araştırılması gerektiğini düşündü. |
Home prices have continued to decline. | düşme Ev fiyatları düşmeye devam etti. |
She tried to persuade him not to decline the offer. | reddetmek O, teklifi reddetmemesi için onu ikna etmeye çalıştı. |
Although 475AD is the year that shows the 'decline' of the Roman Empire, it is not the year of its 'fall'. | çöküş Milattan sonra 475 Roma İmparatorluğunun düşüşünü gösteren yıl olmasına rağmen o onun çöküş yılı değildir. |
It is very impolite of him to decline their invitation. | {f} çevirmek Onun davetini geri çevirmen büyük kabalık. |
She tried to persuade him not to decline the offer. | (Bilgisayar) reddet O, teklifi reddetmemesi için onu ikna etmeye çalıştı. |
You should've declined the invitation. | daveti reddetmek Daveti reddetmeliydin. |
I don't want to insult Harun. | {f} hakaret etmek Harun'a hakaret etmek istemiyorum. |
How dare you insult my sister! | aşağılamak Kız kardeşimi aşağılamaya nasıl cesaret edersin? |
favour | iyilik etmek kayırmak |
Do me a favour and shut up! | {i} iyilik Bana bir iyilik yap ve çeneni kapa! |
Do your self a favour and get out of the gene pool | Kendinize bir iyilik yapın ve gen havuzundan çıkın |
During the weekends, she does housekeeping as a second job. | temizlik Hafta sonlarında o, ikinci bir iş olarak otel temizlik ve bakımı yapar. |
lay off | işten çıkarmak (deyim) lay someone off iscilere gecici olarak yol vermek. lay off sth. [kd] durmak,vaz gecmekgeçici olarak uzaklaştırmak kesmek bırakmak (deyim) yakasına bırakmak(Kanun) işe son vermek |
Have you ever tried to quit smoking? | lay off smokingsigarayı bırakmak Daha önce sigarayı bırakmayı denediniz mi? |
lay off | Birini işten çıkartmak I was laid off when the company moved to Izmir. |
lay off | To cease, quit, stop (doing something) When are you gonna lay off smoking?. |
articulate | {s} tane tane söylenmişmafsal ile birleştirmek {s} kolay anlaşılan{s} düşüncelerini açık bir şekilde ifade edebilenaçık seçik konuşmak (Muzik) heceleri ayırarak söylemeksözlü ifade etmek |
articulate | eklemlerle birleştirmek tane tane söylemek boğumlu anlaşılır açık seçik |
You're articulate. | {s} konuşkan Sen konuşkansın. |
Making money is his main purpose in life. | amaç Para kazanmak hayatındaki asıl amaçtır. |
I came to this country for the purpose of studying music. | (Bilgisayar) amacı Bu ülkeye müzik eğitimi amacıyla geldim. |
Did you break the window on purpose or by accident? | kasıt Pencereyi kasıtlı olarak mı kırdın yoksa kazara mı? |
You're doing it on purpose! | mahsus Bunu mahsus yapıyorsun! |
I think Harun did this on purpose. | kasten Sanırım Harun bunu kasten yaptı. |
somebody articulates some sort of purpose | birisi bazı gayeleri açık ve net açıklar. |
they were told that they can have anything they want in life | hayatta istedikleri herşete sahip olabilecekleri söylendi |
overhaul | bakım {f} kontrol etrevizyondan geçirmek (Askeri) overolbüyük bakım geç/kontrol et onarmak yoklamak |
a company that overhauls and repairs aircraft engines | hava araçları motorlarını bakım ve tambakımını yapan bir firma. |
I know that I don't deserve you. | lâyık olmak Sana layık olmadığımı biliyorum. |
People who hurt children do not deserve mercy. | hak etmek Çocukları inciten insanlar merhameti hak etmez. |
You will get what you deserve. | hak et Hak ettiğin şeyi alacaksın. |
We didn't complain about it. | şikayet etmek Biz onun hakkında şikayet etmedik. |
It's hard to complain against such good people. | {f} şikâyetçi olmak Böyle iyi insanlara karşı şikâyetçi olmak zor. |
He has nothing to complain about. | yakınmak Yakınmak için hiçbir nedeni yok. |
"How have you been doing?" "I can't complain." | şikayet "Nasıl gidiyor?" "Bir şikayetim yok." |
We didn't complain about it. | şikayet et Biz onun hakkında şikayet etmedik. |
He has nothing to complain about. | yakınmak Yakınmak için hiçbir nedeni yok. |
I'm so sick of you complaining about the weather. | şikayet etme Hava hakkında şikayet etmenden çok bıktım. |
complain | Sızlanarak, yana yakıla, şikayet ederek She did her work, but she did so complainingly. |
Stop complaining about the weather. | sızlanma Hava durumu hakkında sızlanmayı bırak. |
complain | To make a formal accusation or bring a formal charge They've complained about me to the police again. |
complain | To express feelings of pain, dissatisfaction, or resentment Joe was always complaining about the video game. |
participation | katılım {i} ortaklıkkatılma derse katılım ortaklık/katılım {i} iştirakdahil katılımcılık katılımlar |
Harun agreed to participate in the robbery. | katılmak Harun soyguna katılmayı kabul etti. |
Harun agreed to participate in the robbery. | katıl Harun soyguna katılmayı kabul etti. |
Which group do you want to join? | gruba katılma Hangi gruba katılmak istersin? |
I wanted to participate. | ortak olmak Ortak olmak istiyordum. |
some kids got participation medals. They got a medal for coming in last. | bazı çocuklar katılım madalyası sahip oldular. O madalyayı sonuncu geldikleri için aldılar. |
Can I have another bagel? | {i} simit Bir simit daha alabilir miyim? |
I am a volunteer. | gönüllü Ben bir gönüllüyüm. |
I had to volunteer. | gönüllü olmak Gönüllü olmak zorundaydım. |
I've decided to join the volunteer fire department. | gönüllü itfaiye Ben gönüllü itfaiyeye katılmaya karar verdim. |
I am a volunteer. | gönüllü Ben bir gönüllüyüm. |
Thanks for volunteering. | gönüllülük Gönüllülük için teşekkürler. |
Peripheral | s} periferikçevresel (Diş Hekimliği) Merkezden uzakta olan, dışa doğru(Denizbilim) sınırsalçevreye ait (Biyokimya) dış |
Peripheral | dış yüzeye ait kenardaki önemsiz ikincil Yanbirim çevresel alet |
Peripheral | peripheral bus(Bilgisayar,Teknik) çevre veriyolu |
How am I supposed to compete with that? | {f} rekabet etmek Onunla nasıl rekabet etmem gerekiyor? |
I love to compete. | yarışmak Yarışmayı seviyorum. |
If the idiots would compete, you would be second because you are too idiot to be the first. | yarış Aptallar yarışsa sen ikinci olurdun çünkü birinci olamayacak kadar çok aptalsın. |
He was disqualified from taking part in the contest. | yarışmaya katılmak O, yarışmaya katılmaktan diskalifiye edildi. |
How am I supposed to compete with that? | rekabet etme Onunla nasıl rekabet etmem gerekiyor? |
I love competing with Harun. | yarışma Harun'la yarışmayı seviyorum. |
I competed with him for the championship. | yarış Onunla şampiyonluk için yarıştım. |
I'm really nervous about this. | Bu konuda gerçekten gerginim. |
Harun and I are both nervous. | Harun ve ben de gerginim. |
You're nervous. | Sinirlisin |
I'm nervous and excited. | Ben gergin ve heyecanlıyım. |
The new boy had a nervous stammer. | Yeni çocuğun sinirli kekeciği vardı. |
The new boy had a nervous stammer. | Yeni çocuğun sinirli kekeciği vardı. |
I'm nervous and excited. | Ben gergin ve heyecanlıyım. |
A compound word consist of two smaller words. | oluş Bir bileşik kelime iki küçük kelimeden oluşur. |
What should a healthy breakfast consist of? | {f} oluşmak Sağlıklı bir kahvaltı neyden oluşmalı. |
Her behavior is consistent with her words. | tutarlı Onun davranışları sözleriyle tutarlı. |
What should a healthy breakfast consist of? | oluşmak Sağlıklı bir kahvaltı neyden oluşmalı. |
Our company decided for consistent fees. | {s} istikrarlı Şirketimiz istikrarlı ücretler için karar verdi. |
consist | -den meydana gelmek {f} of -den meydana gelmek, -den oluşmak, -den ibaret olmakof ile ibaret olmak teşekkül etmek bileşmek bağlı olmak |
The Beatles consisted of four musicians. | oluşmuş The Beatles, dört müzisyenden oluşmuştur. |
consist | The train's consist included a baggage car, four passenger cars, and a diner. |
authentic | özgün hakiki {s} gerçekorijinal {s} güvenilirsıhhat doğru samimi içten |
authentic | How authentic is this news? Ne derece güvenilir bir haber bu? |
Nobody knows the original language of their holy writings. | orijinal dil Kutsal yazıların orijinal dilini hiç kimse bilmez. |
authentic | Of the same origin as claimed; genuine The experts confirmed it was an authentic signature. |
depot | depo karargah kırkambar ambar küçük istasyon cephanelik {i} birikim |
After a short pursuit, the police caught him. | takip Kısa bir takipten sonra polis onu yakaladı. |
After a short pursuit, the police caught him. | uğraş/takip Kısa bir takipten sonra polis onu yakaladı. |
Most people live in pursuit of happiness. | mutluluğun peşinde Çoğu insan mutluluğun peşinde yaşıyor. |
The fighter plane released its bombs. | avcı uçağı Avcı uçağı bombalarını bıraktı. |
You shouldn't live merely in pursuit of your own happiness. | peşinde Sadece kendi mutluluğunuzun peşinde yaşamamalısınız. |
pursuit | kovalama arayış uğraş peşinden koşma elde etmeye uğraşma |
She was adopted as an infant. | {s} evlat edinilmiş O bir bebekken evlat edinilmiştir. |
Harun was adopted. | evlatlık Harun evlatlıktı. |
I liked your idea and adopted it. | benimsedi Fikrini beğendim ve benimsedim. |
My plan was adopted by them. | benimse Planım onlar tarafından benimsendi. |
His proposals were adopted at the meeting. | (Hukuk) kabul edilmiş Onun önerileri toplantıda kabul edilmiştir. |
We have decided to adopt your idea. | (Hukuk) benimsemek Fikrini benimsemeye karar verdik. |
Harun was adopted. | evlatlık Harun evlatlıktı. |
Since they had no children of their own, they decided to adopt a girl. | {f} evlât edinmek Onların kendi çocukları olmadığı için bir kız evlat edinmeye karar verdiler. |
Since they had no children of their own, they decided to adopt a girl. | evlat edinmek Onların kendi çocukları olmadığı için bir kız evlat edinmeye karar verdiler. |
We have decided to adopt your idea. | Fikrini benimsemeye karar verdik. |
Harun tried to embrace Mine. | {f} kucaklamak Harun, Mine'yi kucaklamaya çalıştı. |
We have decided to adopt your idea. | (Hukuk) benimsemek Fikrini benimsemeye karar verdik. |
adopter | one who adopts or makes choicea person who adopts a child of other parents as his or her own child |
adopter | To take by choice into relationship, as, child, heir, friend, citizen, etc.; especially to take voluntarily (a child of other parents) to be in the place of, or as, one's own child A friend of mine recently adopted a Chinese |
branding | {i} damgalamamarkalaştırma markalaşmak (Ticaret) markalaşma(Telekom) markalamamarka damgala |
Which brand do you prefer? | {i} marka Hangi markayı tercih edersiniz? |
Her behavior is consistent with her words. | tutarlı Onun davranışları sözleriyle tutarlı. |
Our company decided for consistent fees. | istikrarlı Şirketimiz istikrarlı ücretler için karar verdi. |
consistent | {s} kalıcı{s} bağıntılımütemadiyen devamlı {s} uygun(Gıda) özlüsürekli |
What should a healthy breakfast consist of? | oluşmak Sağlıklı bir kahvaltı neyden oluşmalı. |
Our company decided for consistent fees. | self consistentistikrarlı Şirketimiz istikrarlı ücretler için karar verdi. |
A compound word consist of two smaller words. | oluş Bir bileşik kelime iki küçük kelimeden oluşur. |
consistent | of a regularly occurring, dependable nature He is very consistent in his political choices: economy good or bad, he always votes Labour!. |
This is evidence. | kanıt Bu kanıttır. |
I destroyed all the evidence. | delil Bütün delilleri yok ettim. |
It's very unlikely that any evidence will turn up to prove Harun's guilt. | {i} ispat Harun'un suçluluğunu ispat etmek için bir delil çıkması çok olası değil. |
He was called to give evidence. | tanıklık O, tanıklık etmek için çağrıldı. |
The evidence corresponds to his previous statement. | ifade Kanıt, bir önceki ifadeye karşılık gelir. |
He was called to give evidence. | {i} tanık O, tanıklık etmek için çağrıldı. |
I destroyed all the evidence. | deliller Bütün delilleri yok ettim. |
I need solid proof. | solid evidence sağlam kanıt Sağlam kanıta ihtiyacım var. |
He was called to give evidence. | tanıklık etmek O, tanıklık etmek için çağrıldı. |
Our conversation opened, as usual, upon the weather. | Konuşmamız her zamanki gibi hava üzerine açıldı. |
Upon entering the room, he noticed that a candle burned on the desk. He remembered that the candle had not been there before. | Odaya girmesiyle beraber, masanın üzerinde bir mum yandığını fark etmesi bir oldu. Mumun daha önce orada olmadığını hatırlıyordu. |
Belarusian President Alexander Lukashenko congratulated Alexei Dudarev upon his birthday. | hususunda Beyaz Rusya Devlet Başkanı Alexander Lukashenko Alexei Dudarev'i doğum günü hususunda tebrik etti. |
Upon receiving your Certificate of Eligiblity, please come to the Japanese Embassy in London. | upon receiptaldıktan sonra Yeterlilik Belgeni aldıktan sonra, lütfen Londra'daki Japon Büyükelçiliği'ne gel. |
A big bridge was built over the river. | upon the riverNehir üzerine Nehir üzerine büyük bir köprü inşa edildi. |
upon | upon your head be it(deyim) Sorumluluğu sana ait, vebâli boynuna, günahı boynuna |
upon | upon your head be it(deyim) Sorumluluğu sana ait, vebâli boynuna, günahı boynuna |
She attended the meeting at the request of the chairman. | upon requestisteği üzerine Başkanın isteği üzerine toplantıya katıldı. |
You are under oath. | yeminli Yeminlisin. |
Harun pretended to be deaf. | sağır Harun sağırmış gibi davrandı. |
No schools for the deaf existed in that era. | işitme engelli O dönemde işitme engelliler için okul yoktu. |
Harun pretended to be deaf. | sağır Harun sağırmış gibi davrandı. |
Many Deaf people don't like being thought of as "disabled". | sağır-dilsiz Birçok sağır insan "özürlü" olarak düşünülmekten hoşlanmazlar. |
She was blind, deaf, and mute. | sağır ve dilsiz O kör sağır ve dilsizdi. |
What's it like to be deaf? | sağır olmak Sağır olmak nasıl bir şey? |
She goes to a school for the deaf. | sağırlar O, sağırlar için bir okula gidiyor. |
He tried to unify the various groups. | {f} birleştirmek Çeşitli grupları birleştirmeye çalıştı. |
He tried to unify the various groups. | birleştir Çeşitli grupları birleştirmeye çalıştı. |
Israel has become one of the most important high-tech centers in the world. | biri haline İsrail, dünyadaki en önemli yüksek teknoloji merkezlerinden biri haline gelmiştir. |
unify | Become one Ultimately, all frequencies unify into an unmoving state of zero frequency or vacuum. In other words, all seven sound vibrations or notes unify into silence; all thought frequencies (positive and negative) unify i |
Bu sadece bir deyim. | expression It's just an expression. |
deyim | idiom |
freeholder | mülk sahibi i., İng. tapu sahibi, mülk sahibi (isim) mülk sahibi sahip tapu sahibi |
At first sight, he seemed kind and gentle. | bakış İlk bakışta, o nazik ve kibar görünüyordu. |
There was no hope in sight. | görünürde Görünürde hiçbir umut yoktu. |
You should see the sight. | manzara Manzarayı görmelisin. |
I never could stand the sight of blood. | {i} kanı Kanın görünüşüne asla dayanamadım. |
Never in my life have I seen such a peaceful sight. | görme Hayatımda hiç böylesine huzurlu bir görüntü görmedim. |
shall | Gelecek zaman kipinde kullanılır: I shall bolt the door. Kapıyı sürgüleyeceğim |
shall | kaçınılmazlık belirtir |
Should we send back the wrong merchandise? | {f} malı Yanlış malı geri göndermemiz gerekiyor mu? |
He lost his sight in the accident. | {i} görme yeteneği Kazada görme yeteneğini yitirdi. |
Never in my life have I seen such a peaceful sight. | Hiçbir zaman böyle huzurlu bir manzara görmedim |
They decided to launch a major attack. | büyük Büyük bir saldırı başlatmaya karar verdiler. |
major | {s} başlıca |
I major in sociology. | asıl Sosyolojiyi asıl branş olarak alıyorum. |
What was your major in college? | {i} branş Üniversitede branşın neydi? |
Harun isn't a music major. | {i} majör Harun bir müzik majörü değil. |
Okul disiplin eylemi düşünüyor. | disciplinary The school is considering disciplinary action. |
Okul disiplin eylemi düşünüyor. | (Askeri) disciplinary action The school is considering disciplinary action. |
Okul disiplin eylemi düşünüyor. | disciplinary action The school is considering disciplinary action. |
pot | {i} demlik{i} çanak{i} esrarıstakoz tutmaya mahsus sepet {i} tencereçaydanlık pota saksıya koymak ot kupa vurup öldürmek avlamak |
There's nothing like cottage cheese. | pot cheesesüzme peynir Süzme peynir gibi bir şey yok. |
Where's your pot holder? | pot holder fırın eldiveni Fırın eldivenin nerede? |
Harun is a good competitor. | rakip Harun iyi bir rakip. |
competitor | yarışmacı yanşmacı {i} yarışçıyanşçı {i} tic. rakip(Kanun,Ticaret) rekabet eden |
My friend recommended that I shouldn't buy an iPad yet, but to wait until I see what Apple's competitors come out with. | rakipler Arkadaşım henüz bir iPad almamam gerektiğini fakat Apple'ın rakiplerinin ne konuşacaklarını görünceye kadar beklememi tavsiye etti. |
artifact | insan yapı {i} yapay doku(Jeoloji) insan eseri(Jeoloji) insan yapıtıinsan yapımı (Pisikoloji, Ruhbilim) yapayyapay olgu |
bil bakalım bu akşam için bende ne var. | And guess what I got for tonight. |
quess what | bil bakalım ne |
At long last, the two chiefs of the Indian tribes have decided to bury the hatchet and smoke the peace pipe. | Nihayet, iki Kızılderili kabilenin şefleri savaş baltalarını gömmeye karar verdiler ve barış çubuğu tüttürdüler. |
bury | {f} cenazeyi kaldırmak{f} defnetmekörtüp bastırmak cenaze kaldırmak defin yapmak defin etmek |
The treasure was buried on the island. | {s} gömülü Hazine adada gömülüydü. |
Harun wants his father buried next to his mother. | gömülmek Harun babasının annesine yanına gömülmesini istiyor. |
I heard they found a skeleton buried in the basement of a house on Park Street. | gömülmüş Onların Park caddesindeki bir evin bodrumunda gömülmüş bir iskelet bulduklarını duydum. |
The dog was busy burying his bone in the garden. | gömme Köpek, kemiğini bahçeye gömmekle meşguldü. |
It was deliberate. | {s} kasti O kastiydi. |
Is that deliberate? | {s} kasıtlı O kasıtlı mı? |
She deliberately ignored me on the street. | kasten O, sokakta kasten beni görmezlikten geldi. |
deliberate | düşünülmüş planlı düşünerek {s} tasarlanmışdüşünüp taşınmak görüşmek müzakere önceden tasarlanmış |
He deliberately exposed her to danger. | bilerek Bilerek onu tehlikeye maruz bıraktı. |
His mistake was intentional. | kasıtlı Onun hatası kasıtlıydı. |
intentional | amaçlı {s} maksatlıtasarlanmış |
The only difference between a bad cook and a poisoner is the intent. | {i} niyet Kötü bir aşçı ve bir zehirleyici arasındaki tek fark niyettir. |
I would never say anything to intentionally hurt you, you know. | kasten Seni kasten incitmek için bir şey söylemeyeceğimi biliyorsun. |
Are you intentionally trying to confuse me? | bilerek Bilerek beni şaşırtmaya mı çalışıyorsun? |
Harun made this mistake intentionally. | kasıtlı olarak Harun bu hatayı kasıtlı olarak yaptı. |
He has been intent on learning French. | {s} niyetli Fransızca öğrenmeye niyetlidir. |
I didn't intend to see Harun again. | niyet etmek Harun'u tekrar görmeye niyet etmedim. |
Harun made it clear that he didn't intend to help Mine. | {f} istemek Harun Mine'ye yardım etmek istemediğini açıkladı. |
I'm sure that Harun didn't intend to hurt your feelings. | niyetinde olmak Harun'un senin duygularını incitmek niyetinde olmadığından eminim. |
That's what I intend to do. | niyet et Yapmaya niyet ettiğim bu. |
Brian is mad because Chris obviously does not intend to return the money. | {f} niyeti olmak Chris'in açıkça parayı getirmeye niyeti olmadığı için Brian çıldırdı. |
I think this was intended for you. | tasarlanmış Sanırım bu sizin için tasarlanmış. |
This textbook is intended for foreign students. | yönelik Bu ders kitabı yabancı öğrencilere yöneliktir. |
I'd intended to have my homework finished by now. | {f} planla Şimdiye kadar ev ödevimi bitirtmeyi planlamıştım. |
I know what he's intending to do. | niyetli Onun ne yapmaya niyetli olduğunu biliyorum. |
I didn't intend to see Harun again. | niyet etmek Harun'u tekrar görmeye niyet etmedim. |
intend | To intensify; strengthen Dotage, fatuity, or folly is for the most part intended or remitted in particular men, and thereupon some are wiser than others . |
tend to | meyletmek, yatkın olmak |
Tatoeba is like a garden: you must plant seedlings, tend to them and watch them grow. | ilgilenmek Tatoeba bir bahçe gibidir: fidanlar ekmelisin, onlarla ilgilenmelisin ve nasıl büyüteceğini izlemelisin. |
I believe that people tend to focus on the wrong things. | eğiliminde ol İnsanların yanlış şeylere odaklanma eğiliminde olduğunu düşünüyorum. |
Strange things tend to happen here. | olma eğilimindedir Garip şeyler burada olma eğilimindedir. |
We tend to forget that exercise is a key to good health. | eğilimi Egzersizin iyi sağlık için bir anahtar olduğunu unutma eğilimindeyiz. |
The anticipation is always worse than the calamity. | bekleme Bekleme her zaman felaketten daha kötüdür. |
The anticipation is always worse than the calamity. | {i} umma Umma musibetten her zaman daha kötüdür. |
The act of anticipating, taking up, placing, or considering something beforehand, or before the proper time in natural order | Often the anticipation of a shot is worse than the pain of the stick. |
anticipation | The eagerness associated with waiting for something to occur "He waited with great anticipation for Christmas to arrive." |
The bathroom pipes are clogged with sewage. | {i} kanalizasyon Banyo boruları kanalizasyonla tıkanmış. |
The bathroom pipes are clogged with sewage. | kanalizasyon Banyo boruları kanalizasyonla tıkanmış. |
I like sewing. | {i} dikme Dikiş dikmeyi seviyorum. |
My mother prefers the arbitrary selection of the lottery machines over my lucky numbers. | keyfi Annem benim şanslı numaralarımdansa loto makinesinin keyfi seçimini tercih eder. |
Would it be better if numbers were completely arbitrary and had no emotional associations? | rastgele seçilmiş Sayılar tamamen rastgele seçilmiş olsa ve duygusal ilişkileri olmasa daha iyi olur mu? |
No one shall be arbitrarily deprived of his property. | keyfi olarak Hiç kimse keyfi olarak mal ve mülkünden mahrum edilemez. |
predictive coding | (Bilgisayar,Teknik) öngörücü kodlama |
predictive control | önsezili kontrol |
Nisan ayında yağmur miktarı Mayıs ayında sivrisinek sayısının göstergesidir. | Useful in predicting The amount of rain in April is predictive of the number of mosquitoes in May. |
Harun predicted that our team would win. | {f} tahmin et Harun takımımızın kazanacağını tahmin etti. |
The National Center for Education Information says a predicted teacher shortage won't pan out because teachers who left the profession are returning. | tahmin edilen Ulusal Eğitim Bilgi Merkezi Mesleği bırakan öğretmenler geri döndüklerinden dolayı tahmin edilen bir öğretmen açığının sonuç vermeyeceğini söylüyor. |
Your prediction finally came true. | tahmin Tahminin nihayet gerçek oldu. |
Strange to say, his prediction has come true. | öngörü Ne tuhaf, onun öngörüsü gerçekleşti. |
Strange to say, his prediction has come true. | {i} kehanet Ne garip, onun kehaneti gerçekleşti. |
Your prediction finally came true. | tahmin Tahminin nihayet gerçek oldu. |
Harun tried to predict the future. | tahmin etmek Harun geleceği tahmin etmeye çalıştı. |
Harun tried to predict the future. | tahmin et Harun geleceği tahmin etmeye çalıştı. |
"Tahminler yapmak, özellikle geleceği bilmek zor" | A statement of what will happen in the future "It's tough to make predictions, especially about the future." |
Mine is a nail technician. | tırnak Mine bir tırnak teknisyeni. |
Drive the nail into the board. | çivi Çiviyi tahtaya çak. |
redeem | {f} ödemeksönümlemek ödemek (borcunu) (günahtan) kurtarmak (Ticaret) itfabedelini vererek geri almak |
All you have to do is ask him to pay the debt. | (Ticaret) borcu ödemek Yapmanız gereken tek şey onun borcu ödemesini istemektir. |
redeem | ödenip kurtarılır,amorti edilebilir kurtarılabilir affedilebilir redeemabletelâfi edilir,redeemer(isim) kurtarıcı to redeem rehinden kurtarmak |
Please accept this as a tribute of our thanks. | Lütfen bunu teşekkürümüze karşılık olarak kabul edin. |
tribute | övgü/hediye/haraç takdir {f} vergi{i} hediye |
ruining | yıkma {f} yık{i} tahrip etmebozma yıkarak |
Please don't ruin this for me. | mahvetmek Lütfen bunu benim için mahvetmeyin. |
I don't want to ruin Harun's holiday. | {f} bozmak Harun'un tatilini bozmak istemiyorum. |
You had to ruin the moment, didn't you? | berbat etmek Anı berbat etmek zorundaydın, değil mi? |
Please don't ruin this for me. | mahv Lütfen bunu benim için mahvetmeyin. |
I hear his business is on the verge of ruin. | {i} iflas Onun işinin iflasın eşiğinde olduğunu duyuyorum. |
Buna ne kadar süre katlanmak zorunda kalacağız? | put up with How long will we have to put up with this? |
Hayatta birçok zorluklara katlanmak zorundasın. | endure You have to endure a lot of hardships in life. |
Aşk kızamık gibidir. Hepimiz ona katlanmak zorundayız. | go through Love is like the measles. We all have to go through it. |
The only thing we could do was to bear with it. | katlanmak Yapabileceğimiz tek şey ona katlanmaktı. |
This seems like a good place to pitch a tent. | çadır kurmak Bu, çadır kurmak için iyi bir yer gibi gözüküyor. |
The only thing we could do was to bear with it. | katlanmak Yapabileceğimiz tek şey ona katlanmaktı. |
Hands up! This is a robbery. | Eller yukarı! Eller yukarı! Bu bir soygundur. |
He said they wanted to fight until every black man was free. | mücadele etmek O onların her siyah adam serbest kalana kadar mücadele etmek istediklerini söyledi. |
I saw a helicopter flying overhead. | havada Havada uçan bir helikopter gördüm. |
Harun could hear helicopters overhead. | yukarıda Harun yukarıdan geçen helikopterleri duyabiliyordu. |
Harun switched off the overhead light. | tepe ışığı Harun tepe ışığını kapattı. |
reclaim | geri kazanmak geri almak boşaltmak rejenerasyon iyileştirme ıslah iyileştirmek elverişli yapmak kurtarmak geri istemek |
The recovery of a wasteland, or of flooded land so it can be cultivated | Bir çorak toprağın ya da sel basmış arazinin iyileştirilmesi sayeisnde ekilebilir. |
I'm always suspicious of men like him. | kuşkulu Onun gibi erkekler hakkında her zaman kuşkuluyum. |
Harun was suspicious. | şüpheli Harun şüpheliydi. |
You can't blame me for being suspicious. | {s} kuşkucu Kuşkucu olduğum için beni suçlayamazsın. |
You're too suspicious. | {s} şüpheci Sen çok şüphecisin. |
I didn't see anything suspicious. | şüpheli/şüpheci Şüpheli bir şey görmedim. |
Harun looked at it suspiciously. | kuşkuyla Harun ona kuşkuyla baktı. |
Harun's great-grandfather was the mayor of Boston. | {i} belediye başkanı Harun'un büyük dedesi Boston belediye başkanıydı. |
Harun's great-grandfather was the mayor of Boston. | belediye başkanı Harun'un büyük dedesi Boston belediye başkanıydı. |
Every colour has a meaning. | {i} manâ Her rengin bir manası var. |
Life without love has no meaning at all. | anlam Sevgisiz yaşamın hiç anlamı yoktur. |
If you are not sure about the meaning of the word, look it up in your dictionary. | anlamında Bir kelimenin anlamından emin değilsen, sözlüğe bak. |
The term "hutong", originally meaning "water well", came from the Mongolian language about 700 years ago. | {f} anlamına gel Orijinalde "su kuyusu" anlamına gelen "hutong" sözcüğü, Moğol dilinden yaklaşık 700 yıl önce gelmiştir. |
I've been meaning to fix that leak. | {i} amaç O sızıntıyı gidermeyi amaçlıyorum. |
I didn't mean to give you that impression. | kastetmek Sana o izlenimi vermeyi kastetmemiştim. |
That car dealer gave me a bum steer when he told me this used Toyota was in good condition. | bilgi O araba satıcısı bu kullanılmış Toyota'nın iyi durumda olduğunu söylediğinde bana yanlış bilgi vermiş. |
I turned my steering wheel to the right. | direksiyon Ben direksiyonumu sağa çevirdim. |
It's best to steer clear of him. | sakınmak Ondan sakınmak en iyisi. |
Tekne turu planlarken bizden birinin sürmesine ihtiyacımız olduğunu tamamen unutmuştuk. | When planning the boat trip we had completely forgotten that we needed somebody to steer |
Women are employed at a lower salary than men. | maaş Kadınlar erkeklerden daha düşük bir maaşla çalıştırılırlar. |
It's very unlikely that Harun will agree to work for that salary. | aylık Harun'un o aylıkla çalışmayı kabul edecek olması çok zayıf bir olasılıktır. |
What's the minimum salary in the Czech Republic? | {i} ücret Çek Cumhuriyetinde asgari ücret nedir? |
Harun can hardly support himself on his salary. | maaşı Harun maaşıyla güçlükle geçinebiliyor. |
You had better live on your salary. | maaşın Maaşınla yaşasan iyi olur. |
They demanded a salary increase. | maaş artışı Onlar bir maaş artışı talep etti. |
Harun advanced Mine two week's salary. | avans Harun Mine'ye iki haftalık maaş avansı verdi. |
Even if I don't get a high salary, I'm not willing to quit this way of making a living. | maaş almak Yüksek bir maaş almasam bile, bu şekilde para kazanmaktan vazgeçmeye istekli değilim. |
It's very unlikely that Harun will agree to work for that salary. | aylık Harun'un o aylıkla çalışmayı kabul edecek olması çok zayıf bir olasılıktır. |
It may not appeal to some, but I prefer to remain a salaried man; I don't have to worry so much about making both ends meet. | maaşlı Bazı insanların ilgisini çekmeyebilir fakat maaşlı bir adam kalmayı tercih ediyorum; Geçinmek için çok fazla kaygılanmak zorunda değilim. |
That sounds really appealing. | {s} cazip O gerçekten cazip geliyor. |
She gave me an appealing look. | çekici O bana çekici bir görünüm verdi. |
appealing | cazibeli hitap eden dokunaklı duygulandırıcı hoş |
She gave me an appealing look. | çekici/dokunaklı O bana çekici bir görünüm verdi. |
The lawyer decided to appeal the case. | {f} başvurmak Avukat davaya başvurmaya karar verdi. |
I don't see the appeal. | başvuru Başvuruyu görmedim. |
I've decided not to appeal. | temyiz Temyize gitmemeye karar verdim. |
The lawyer decided to appeal the case. | {f} başvurmak Avukat davaya başvurmaya karar verdi. |
Television has a great appeal for him. | {i} cazibe Televizyonun onun için büyük bir cazibesi vardır. |
It may not appeal to some, but I prefer to remain a salaried man; I don't have to worry so much about making both ends meet. | ilgisini çekmek Bazı insanların ilgisini çekmeyebilir fakat maaşlı bir adam kalmayı tercih ediyorum; Geçinmek için çok fazla kaygılanmak zorunda değilim. |
I've decided not to appeal. | istek/cazibe/temyiz Temyize gitmemeye karar verdim. |
We're exhausted. | yorgun Biz çok yorgunuz. |
You're exhausted. | bitkin Sen bitkinsin. |
They are exhausted. | çok yorgun Onlar çok yorgun. |
I was too exhausted to think, let alone study. | bitik Bırak ders çalışmayı, düşünmek için bile bitik durumdaydım. |
Harun slumped against the wall, exhausted and miserable. | {s} bitmiş Harun duvarın dibine yığıldı, bitmiş ve zavallı olarak. |
We exhausted our funds. | {f} tüket Biz para kaynağını tükettik. |
He was tired out. | {s} bitkin O bitkindi. |
I'm getting tired of your complaints. | bıkmak Şikayetlerinden bıkmaya başlıyorum. |
Inhaling diesel exhaust is bad for our health. | egzoz Dizel egzozunu solumak sağlığımız için kötüdür. |
We're ambitious. | hırslı Hırslıyız. |
Harun is fairly ambitious, isn't he? | tutkulu Harun oldukça tutkulu, değil mi? |
ambitious | Zahmetli, çaba gerektiren The government's ambitious plans for social reform. |
There is no ambiguity. | belirsizlik Belirsizlik yok. |
ambiguity | iki manalılık çokanlamlı söz {i} anlam belirsizliğianlaşmazlık anlam bulanıklığı ikircim |
The Earth and Sun are just tiny dots among the billions of stars in the Milky Way Galaxy. | ufacık Dünya ve Güneş, Samanyolu Galaksi'sindeki milyarlarca yıldız arasında sadece ufacık noktadırlar. |
My office is tiny. | küçücük Ofisim küçücük. |
Mine helped her mother water the garden with her tiny watering can. | {s} minik Mine minik sulama kutusuyla annesinin bahçeyi sulamasına yardım etti. |
The last time you saw her, she was just a tiny baby. | {s} minnacık Onu son gördüğünde, o sadece minnacık bir bebekti. |
Mine helped her mother water the garden with her tiny watering can. | {s} mini Mine minik sulama kutusuyla annesinin bahçeyi sulamasına yardım etti. |
You're so tiny. | çok küçük Sen çok küçüksün. |
The scene was a tiny mountain village in a remote section of West Virginia. | küçük Manzara Batı Virginia'nın uzak bir kesimindeki küçük bir dağ köyüydü. |
That was the tiniest cockroach I've ever seen in my life. | en ufak O, hayatımda şimdiye kadar gördüğüm en ufak hamam böceğiydi. |
In fact, the Jews today have a very small population. | çok küçük Aslında, Yahudiler bugün çok küçük bir nüfusa sahiptir. |
I made fun of Harun's accent. | {i} şive Harun'un şivesiyle alay ettim. |
He speaks without an accent. | aksan O, aksansız konuşur. |
The accent of this word is on the second syllable. | {i} vurgu Bu kelimenin vurgusu ikinci hecede. |
He speaks without an accent. | vurgu/aksan O, aksansız konuşur. |
Harun only has a slight foreign accent. | yabancı aksanı Harun'un sadece hafif bir yabancı aksanı var. |
Mine thinks that German accents are sexy. | aksan Mine Alman aksanlarının çekici olduğunu düşünüyor. |
The accent of this word is on the second syllable. | vurgu Bu kelimenin vurgusu ikinci hecede. |
This city will suffer from an acute water shortage unless it rains soon. | {s} şiddetli Bu şehir, yağmur yağmazsa yakında şiddetli bir su sıkıntısı yaşayacaktır. |
A blind person's hearing is often very acute. | {s} keskin Kör bir insanın işitme duyusu genellikle çok keskindir. |
He felt an acute pain in his chest. | {s} akut Göğsünde akut bir ağrı hissetti. |
He's an acute businessman. | zeki O zeki bir iş adamıdır. |
He has an acute sense of observation. | güçlü O güçlü bir gözlem duygusuna sahiptir. |
A dog has an acute sense of smell. | dar/derin/önemli/keskin Bir köpeğin keskin bir koku alma duyusu vardır. |
"How did it go?" "They said it was acute appendicitis." | akut apandisit "Nasıl gitti?" "Onun akut apandisit olduğunu söylediler." |
acute | Short, quick It was an acute event. |
acute | sensitive Eagles have very acute vision. |
bisecting | bisect{f} ikiye ayırmakbisectiki eşit parçaya böl bisectiki eşit parçaya bölmek bisectikiye bölmek |
I'm a management consultant. | danışman Ben bir yönetim danışmanıyım. |
Consultant | uzman konsültan bilirkişi başhekim |
Consultant | consultant agencyDanışmanlık acentesi learning consultant(Eğitim) eğitim danışmanı |
I've never seen Harun so disappointed. | {s} hayal kırıklığına uğramış Harun'u hiç böyle hayal kırıklığına uğramış görmedim. |
Harun looked sad and disappointed. | üzgün Harun üzgün ve hayal kırıklığına uğramış görünüyordu. |
I just don't want to be disappointed again. | {f} hayal kırıklığına uğrat Sadece tekrar hayal kırıklığına uğratılmak istemiyorum. |
I know you won't disappoint me. | {f} hayal kırıklığına uğratmak Beni hayal kırıklığına uğratmayacağını biliyorum. |
I hope you won't be disappointed. | hayal kırıklığına uğramak Hayal kırıklığına uğramayacağını umuyorum. |
I know you won't disappoint me. | hayal kırıklığına uğrat Beni hayal kırıklığına uğratmayacağını biliyorum. |
She covered up her disappointment with a smile. | ile hayal kırıklığı O, bir gülümseme ile hayal kırıklığını gizledi. |
I hope you won't be disappointed. | hayal kırıklığına uğramak Hayal kırıklığına uğramayacağını umuyorum. |
charitable | {s} yardımsever{s} hayırsever{s} şefkâtli{s} müşfikhayır işleri ile meşgul olan |
Prince William has been speaking for the first time about his charitable work. | (hayır işi) Prens william hayır işleriyle ilgili ilk defa konuşuyordu. |
Whether you work for a company or run your own business, your time is on the top of your mind. | ister bir firmada çalışın ister kendi işinize koşturun. zaman her zaman aklınızın en üstündedir |
We need to know whether it's true or not. | olup olmadığını Bunun doğru olup olmadığını bilmemiz gerekiyor. |
We need to know whether it's true or not. | olup Bunun doğru olup olmadığını bilmemiz gerekiyor. |
Ask Harun whether Mine is at home or not. | olmadığını Mine'nin evde olup olmadığını Harun'a sor. |
Whether you like Harun or not, you still have to work with him. | isterse İster Harun'dan hoşlan istersen hoşlanma, hâlâ onunla çalışmak zorundasın. |
It will make little difference whether you go there by taxi or on foot. | ister Oraya ister taksiyle gidin, ister yayan gidin, fazla bir farkı yoktur. |
Human beings, whether they realise it or not, continually seek happiness. | olsun ... veya İnsanlar, bunun farkında olsun veya olmasın, sürekli mutluluk ararlar. |
We need to know whether it's true or not. | olup olmadığı Bunun doğru olup olmadığını bilmemiz gerekiyor. |
We must go there whether we like it or not. | gerek Sevsek de sevmesek de oraya gitmemiz gerek. |
pretending | hak iddia etmek numarası yapmak gösterişçi yalandan yapmak |
I'm not good at pretending. | yapar gibi görünme Yapar gibi görünmede iyi değilim. |
Harun doesn't have to pretend with me. | {f} numara yapmak Harun benimle numara yapmak zorunda değil. |
Don't try to pretend you're innocent. | {f} numarası yapmak Masum olduğun numarası yapmaya çalışma. |
The Air Diet: Why Eat When You Can Pretend! | mış gibi yapmak Hava Diyeti: Mış gibi yapmak varken neden yiyesiniz! |
Harun didn't even try to pretend that he liked Mine. | gibi davranmak Harun bile Mine'den hoşlanıyor gibi davranmaya çalışmadı. |
He doesn't mean it; he's just acting. | {f} rol yap O onu demek istemiyor; o sadece rol yapıyor. |
Today a child acting like a king, tomorrow a tyrant. | {s} davranan Bugün bir kral gibi davranan bir çocuk yarın bir zalim gibi davranır. |
The acting in that movie was very good. | {i} oyunculuk O filmdeki oyunculuk çok iyiydi. |
The acting in that movie was very good. | {i} oyun O filmdeki oyunculuk çok iyiydi. |
fluff | pofuduk kuş tüyü kabarık toz topağı tüy incecik (deyim) içine etmek |
When you make the bed, don't forget to fluff up the pillows. | kabartmak Yatağı yaptığında yastıkları kabartmayı unutma. |
When you make the bed, don't forget to fluff up the pillows. | {f} kabart Yatağı yaptığında yastıkları kabartmayı unutma. |
The cat fluffed its tail. | KEdi kuyruğunu kabarttı |
I'll be brief and concise. | kısa Kısa ve özlü olacağım. |
trail | {i} iz{i} yolkaşınmak sürümek (hafif şeyleri) izini sürmek keçiyolu gerisine düşmek |
Where does this trail lead? | patika Bu patika nereye çıkıyor? |
trail | Kuyruklu yıldızın kuyruk kısmı A comet is an object that travels around the sun leaving a bright trail behind. |
adept | {i} uzman{s} ustaüstat hünerli becerili yetenekli |
adept | One fully skilled or well versed in anything; a proficient; as, adepts in philosophy Others, alas, had an instinct towards artificiality in their very blood, and became adepts in counterfeiting at the first glimpse of it. |
adept | Well skilled; completely versed; thoroughly proficient Adept as she was, in all the arts of cunning and dissimulation, the girl Nancy could not wholly conceal the effect which the knowledge of the step she had taken, wrought |
You should put this phrase in parentheses. | {i} ifade Bu ifadeyi parantezler içine koymalısın. |
That's a very common phrase where I come from. | {i} tabir Bu, benim geldiğim yerde çok yaygın bir tabir. |
phrase | {i} anlatım tarzı{i} cümle parçası |
Harun is really dedicated, isn't he? | {s} kendini işine adamış Harun gerçekten kendini işine adamış, değil mi? |
Harun is dedicated. | {s} adanmış Harun adanmıştır. |
Harun is a very dedicated student. | özel Harun çok özel bir öğrenci. |
We have direct access to the information. | (Bilgisayar) doğrudan erişim Bizim bilgiye doğrudan erişim hakkımız var. |
I want to dedicate all my time to this project. | {f} adamak Bütün zamanımı bu projeye adamak istiyorum. |
Harun is likely to win the scholarship. | (Hukuk) burs Harun muhtemelen bursu kazanacak. |
Harun is an accomplished artist. | {f} başar Harun başarılı bir ressamdır. |
Harun is an accomplished artist. | {s} başarılı Harun başarılı bir ressamdır. |
Penguins are accomplished swimmers. | yetenekli Penguenler yetenekli yüzücülerdir. |
What do you hope to accomplish? | {f} başarmak Ne başarmayı umuyorsun? |
I think Harun could accomplish just about anything he decides to do. | {f} yapmak Sanırım Harun yapmak istediği bir şeyi başarabilirdi. |
We must accomplish our task. | bitirmek Görevimizi bitirmeliyiz. |
How did you accomplish that? | başar Sen onu nasıl başardın? |
He was a compulsive liar. | tam bir yalancı O tam bir yalancıydı. |
engage | nişanlanmak {f} çarpışmaya girmekilgisini çekmek birbirine geçmek |
Harun and I are engaged. | nişanlı Harun ve ben nişanlıyız. |
I just wanted to get her attention. | ilgisini çekmek Onun ilgisini çekmeye çalıştım. |
That should get Harun's attention. | dikkatini çekmek Bu, Harun'un dikkatini çekmeli. |
scholarly | bilgece alimce âlime yakışır bilgine yakışır |
Translation is a scholarly discipline. | {s} bilimsel Çeviri bilimsel bir disiplindir. |
thesaurus | ambar {i} kelime hazinesiEş Anlamlılar Sözlüğü |
comprehensive | etraflı {s} kapsamlı |
There is no such a thing as a comprehensive textbook. | {s} kapsamlı Kapsamlı ders kitabı diye bir şey yoktur. |
You never cease to amaze me. | {f} son vermek Asla beni şaşırtmaya son vermezsin. |
We decided to cease financial support. | durdurmak Finansal desteği durdurmaya karar verdik. |
Her complaints never cease. | {f} bitmek Onun şikayetleri hiç bitmez. |
He warned us to cease talking. | {f} kesmek O, bizi konuşmayı kesmemiz için uyardı. |
You never cease to amaze me. | {f} son vermek Asla beni şaşırtmaya son vermezsin. |
We decided to cease financial support. | durdurmak Finansal desteği durdurmaya karar verdik. |
Her complaints never cease. | {f} bitmek Onun şikayetleri hiç bitmez. |
Harun tried to sneak into the movie theater. | {f} gizlice girmek Harun sinemaya gizlice girmeye çalıştı. |
Harun was the only one who saw Mine sneak into the room. | {f} sessizce sokul Harun Mine'nin odaya sessizce sokulduğunu gören tek kişiydi. |
I didn't sneak out. | gizli Ben gizlice kaçmadım. |
You're just a thief like me. | hırsız Sen sadece benim gibi bir hırsızsın. |
sneak | Bir yere gizlice/sesssizce girmek They sneaked in the house to kill the whole family at night. |
Don't sneak up on me like that. | gizlice yaklaşmak Bana öyle gizlice yaklaşma. |
affiliate | {f} kabul etmek{f} tanımak(Politika, Siyaset) grup şirketleri(Ticaret) bağlı kuruluş(Ticaret) bağlıbirleştirmek birleştir üye olmak |
That branch is affiliated to the miners' union. | {s} bağlı Bu şube madenciler sendikasına bağlıdır. |
Harun accused the employee of stealing. | {i} işçi Harun işçiyi çalmakla suçladı. |
I was employee of the year for three years. | çalışan Üç yıldır yılın çalışanıydım. |
Harun is the best employee we've ever had. | {i} eleman Harun şimdiye kadar sahip olduğumuz en iyi eleman. |
He is getting along well with his employees. | (Bilgisayar,Ticaret) çalışanlar Çalışanlarıyla iyi geçiniyor. |
Harun treats his employees generously. | işçiler Harun işçilerine cömert davranır. |
You're still vulnerable. | korunmasız Sen hâlâ korunmasızsın. |
We're all vulnerable. | {s} kolay incinir biz hepimiz kolay inciniriz. |
You're vulnerable right now. | {s} savunmasız Şu anda savunmasızsın. |
We're all vulnerable. | incinir biz hepimiz kolay inciniriz. |
The book's weak-point is that it lacks credibility when a married writer recommends remaining unmarried. | zayıf nokta Evli bir yazar bekar kalmayı tavsiye ettiği zaman kitabın zayıf noktası güvenirlikten yoksun olmasıdır. |
Harun denied that claim. | (Hukuk) iddia Harun o iddiayı yalanladı. |
Fight oppression, claim your freedom. | {i} talep Baskıya direnin, özgürlüğünüzü talep edin. |
May I see your claim tags? | bagaj kartı Bagaj kartını görebilir miyim? |
I never claimed that I could speak French. | iddia etmek Fransızca konuşabildiğimi hiç iddia etmedim. |
The workers claim a pay rise of ten percent. | İşçiler, yüzde on ücret artışı talep ediyorlar. |
We're among friends. | {e} arasında Biz arkadaşlar arasındayız. |
The young couple included their parents among their Thanksgiving guests. | {e} arasına Genç çift Şükran Günü konuklarının arasına anne babalarını dahil etti. |
among | aralarında Bu arada, Japonca'dan çeviri yaparsan, sahiplenilmemiş cümlelerden uzak dur. Çünkü aralarında bir çok doğal olmayan ve yanlış cümleler var. |
Among other things, we talked about the weather. | diğer şeyler arasında Diğer şeyler arasında hava durumunu konuştuk. |
I don't see much difference between them. | aralarında Aralarında çok fark görmüyorum. |
Angels watch from above as men fight amongst themselves. | aralarında İnsanlar kendi aralarında mücadele ederken melekler yukarıdan izlerler. |
It is nice to be among family. | arasında olmak Aile arasında olmak hoş. |
pearl among women | o bir tanedir |
It is nice to be among family. | arasında olmak Aile arasında olmak hoş. |
They made many changes in the proposal. | teklif Onlar teklifte birçok değişik yaptılar. |
They came to us with a proposal. | {i} öneri Onlar bize bir öneriyle geldiler. |
She turned down his proposal. | {i} evlenme teklifi O, evlenme teklifini geri çevirdi. |
They made many changes in the proposal. | plan/teklif Onlar teklifte birçok değişik yaptılar. |
I received a letter from her to the effect that she couldn't accept my marriage proposal. | Ondan evlilik teklifimi kabul edemediğini söyleyen bir mektup aldım. |
consider the proposal | teklifi değerlendirmek |
the proposal was adopted | teklif kabul edildi., |
Harun was in surgery for three hours. | ameliyat Harun üç saattir ameliyattaydı. |
Is Harun in surgery? | {i} ameliyathane Harun ameliyathanede mi? |
Harun was in surgery for three hours. | muayenehane/ameliyat Harun üç saattir ameliyattaydı. |
He is the foremost authority on heart surgery. | (Biyoloji) cerrahi Kalp cerrahisinde en önde gelen otoritedir. |
Open-heart surgery is giving way to laparoscopic intervention. | açık kalp ameliyatı Açık kalp ameliyatı laparoskopik girişime izin veriyor. |
Mine was left badly scarred after botched plastic surgery. | plastik cerrahi Mine berbat plastik cerrahi sonrası kötü bir şekilde yara iziyle bırakıldı. |
They made many changes in the proposal. | teklif Onlar teklifte birçok değişik yaptılar. |
They came to us with a proposal. | {i} öneri Onlar bize bir öneriyle geldiler. |
She turned down his proposal. | {i} evlenme teklifi O, evlenme teklifini geri çevirdi. |
They made many changes in the proposal. | plan/teklif Onlar teklifte birçok değişik yaptılar. |
I'd like to offer a proposal. | öneri sunmak Bir öneri sunmak istiyorum. |
It was a one-sided love affair. | {i} ilişki O tek-taraflı bir aşk ilişkisiydi. |
It was a very passionate love affair. | macera Çok ihtiraslı bir aşk macerasıydı. |
That's my affair. | mesele O, benim meselemdir. |
She seems to have something to do with the affair. | {i} olay Onun olayla bir ilgisi var gibi görünüyor. |
That's my affair. | iş/ilişki/mesele O, benim meselemdir. |
The affair cost me many sleepless nights. | {i} konu Konu bana birçok uykusuz gecelere mal oldu. |
It's a terrible affair. | aşk ilişkisi Bu çok kötü bir aşk ilişkisi. |
A new affair is agitating the police administration. | sorun Yeni bir sorun polis yönetimini tahrik ediyor. |
She had an affair with her boss. | bir ilişki Onun patronuyla bir ilişkisi vardı. |
He decided on international relations. | uluslararası ilişki Uluslararası ilişkilerde karar kıldı. |
It was a very passionate love affair. | aşk-macerası Çok ihtiraslı bir aşk macerasıydı. |
The mayor administers the affairs of the city. | işler Belediye başkanı kent işlerini yönetir. |
We should draw the line between public and private affairs. | (Ticaret) özel iş Biz resmî ve özel işler arasına çizgi çizmeliyiz. |
We ate cotton candy at the state fair. | {i} fuar Devlet fuarında pamuk helva yedik. |
I gave you fair warning. | dürüst Seni dürüstçe uyardım. |
You're fair. | {s} adil Sen adilsin. |
After the rain, fair weather. | {s} güzel Yağmurdan sonra, güzel hava. |
After rain comes fair weather. | {s} açık Yağmurdan sonra açık hava gelir. |
I gave you fair warning. | dürüstçe Seni dürüstçe uyardım. |
We paid a fair price for it. | {s} makul Bunu için makul bir fiyat ödedik. |
Harun seems fair enough. | yeterince makul Harun yeterince makul görünüyor. |
"Why didn't you bring an umbrella?" "It was such fair weather this morning!" | iyi hava "Neden şemsiyeni getirmedin?" "Bu sabah böyle iyi hava vardı!" |
cutting edge | ileri teknoloji son teknoloji |
He hopes to exhibit his paintings in Japan. | sergilemek Resimlerini Japonya'da sergilemeyi düşünüyor. |
We'll see the exhibit tomorrow. | sergi Yarın sergiyi göreceğiz. |
They are going to exhibit many famous old paintings at the gallery. | {f} sergile Onlar birçok ünlü eski tabloyu galeride sergileyecek. |
He hopes to exhibit his paintings in Japan. | sergileme Resimlerini Japonya'da sergilemeyi düşünüyor. |
The exhibition caused a minor scandal. | gösteri Gösteri küçük çaplı bir rezalet çıkardı. |
astonishingly | şaşılacak derecede hayretle (zarf) şaşılacak derecede |
People who speak dozens of languages fluently astonish me. | şaşırt Onlarca dili akıcı olarak konuşan insanlar beni şaşırtır. |
yank | hızla ve birden çekmek {f} aniden çekyank out birden zorla çıkartmak {i} ani çekiş |
Harun yanked Mine's ponytail. | çekti Harun Mine'nin at kuyruğu saçını çekti. |
I yanked a carrot out of the ground. | Ben topraktan bir havucu çekip çıkardım. |
mitigate | azaltma azaltmak yatıştır hafifletmek {f} yatıştırmak |
ali, veli or even mustafa | ali,veli ve hatta mustafa |
The score was even. | eşit Skor eşitti. |
Harun may not even be in Boston now. | bile Harun bile şimdi Boston'da olmayabilir. |
Harun became a dancer even though his parents didn't want him to. | rağmen Harun onun ebeveynlerinin istememesine rağmen bir dansçı oldu. |
Cesar Chavez asked that strikers remain non-violent even though farm owners and their supporters sometimes used violence. | {s} çift Cesar Chavez çiftlik sahipleri ve onların destekçileri bazen şiddet kullansalar bile greve katılanların sessiz kalmalarını istedi. |
Even impartiality is partial. | tarafsızlık Tarafsızlık bile taraflıdır. |
Even if all agree, all can be wrong. | aynı Herkes aynı fikirde olsa bile, hepsi hatalı olabilir. |
We hardly even talk anymore. | neredeyse Artık neredeyse hiç konuşmuyoruz. |
Harun is even crazier than I thought. | daha da Harun düşündüğümden daha da deli. |
Look guys, the window and even the kitchen door have both been left open! | hatta Bakın çocuklar, pencere ve hatta mutfak kapısı bile her ikisi de açık bırakıldı. |
It is rather sad to see people who can't even use their mother tongue correctly. | düzgün Kendi anadilini bile doğru düzgün kullanamayan insanları görmek çok üzücü. |
Harun doubled his investment in a year. | yatırım Harun'un bir yıl içinde yatırımını iki katına çıkardı. |
investment | 1. Hassas dökümde, kalıplanacak motifi alçıya (veya seramiğe) alma işi.2. Seramik kabuk The ceramic mould, known as the investment, is produced by three repeating steps, These steps are repeated until the investment is the r |
The government should invest more money in agriculture. | {f} yatırım yapmak Hükümet tarımda daha fazla yatırım yapmalı. |
Harun has been working in an investment bank for the last few years. | yatırım bankası Harun son birkaç yıldır bir yatırım bankasında çalışıyor. |
Luckily, Harun made some sound investments. | yatırımları Neyse ki, Harun bazı ses yatırımları yaptı. |
Luckily, Harun made some sound investments. | yatırımlar Neyse ki, Harun bazı ses yatırımları yaptı. |
Bu bir taklit elmas. | imitation This is an imitation diamond. |
O Mariah Carey'yi taklit etmek için sıkı çalıştı ama başarısız oldu. | imitate She tried hard to imitate Mariah Carey but failed. |
That's so embarrassing. | {s} utandırıcı O çok utandırıcı. |
Don't do anything embarrassing. | can sıkıcı Can sıkıcı bir şey yapma. |
emberasing | mahçup edici huzursuz edici {s} zor duruma sokan |
Harun just doesn't want me to embarrass him. | {f} utandırmak Harun sadece onu utandırmamı istemiyor. |
In the word "tomorrow", the accent is on the second syllable. | hece "Tomorrow" kelimesinde vurgu ikinci hecededir. |
The accent of this word is on the second syllable. | (Dilbilim) soluk-vurgusu Bu kelimenin vurgusu ikinci hecede. |
Many people prefer to cook with butter instead of oil. | {i} tereyağı Çoğu kişi yağla yemek pişirmek yerine tereyağıyla yemek pişirmeyi tercih eder. |
Bread with butter tastes very good. | (Gıda) tereyağ Tereyağlı ekmeğin çok iyi tadı var. |
Did you mistake the margarine for butter? | margarin Margarini tereyağı ile karıştırdın mı? |
Pour melted butter over the popcorn. | yağı Patlamış mısır üzerine eritilmiş tere yağını dökün. |
Don't pour hot water into the glass or it will crack. | dökmek Camın içine sıcak su dökmeyin yoksa cam çatlar. |
Don't pour hot water into the glass or it will crack. | dökmek Camın içine sıcak su dökmeyin yoksa cam çatlar. |
It's been pouring here for the last few days. | {s} sel gibi Burada son birkaç gün sel gibi yağmur yağdı. |
This farm's land is very fertile. | {s} verimli Bu çiftliğin arazisi çok verimlidir. |
He has a fertile imagination. | {s} yaratıcı Onun yaratıcı bir hayal gücü var. |
Is the field fertile? | bereket Alan bereketli mi? |
You haven't been paying attention, have you? | İlgilenmiyorsun, değil mi? |
Pay attention to what you're doing. | özen Yaptığın şeye özen göster. |
We all need to pay closer attention to what Harun says. | dikkat Hepimiz Harun'un söylediklerini daha dikkatli dinlemeliyiz. |
I stopped paying attention to Harun. | {i} ilgilenme Harun'la ilgilenmekten vazgeçtim. |
You require medical attention. | bakım Tıbbi bakıma ihtiyacın var. |
Harun was flattered by Mine's attention. | {i} iltifat Harun Mine'nin iltifatıyla pohpohlandı. |
Harun didn't pay any attention to the warning. | Uyarı Harun uyarıya dikkat etmedi. |
If you paid attention, you'd be worried too. | aldırış Eğer aldırış etseydin sen de endişelenirdin. |
Don't pay any attention to the boss. | aldırma Şefe aldırma. |
This is what happens when you don't pay attention to what you're doing. | ilgi gösterme Bu, yaptığın şeye ilgi göstermediğinde olandır. |
You should pay attention to Harun. | dikkat etmek Harun'a dikkat etmen gerekir. |
Get a bicycle. You will not regret it, if you live. | pişman olmak Bir bisiklet al. Eğer yaşarsan, bundan pişman olmazsın. |
The loss of his mother brought him sorrow and regret. | pişmanlık Annesinin kaybı ona üzüntü ve pişmanlık getirdi. |
I cannot help but regret it. | {f} üzülmek Üzülmemek işten bile değil. |
We regret his death. | {f} üzül Biz onun ölümüne üzülüyoruz. |
They all expressed regret over her death. | {i} üzüntü Hepsi onun ölümünden duyduğu üzüntüyü dile getirdi. |
Harun is regretful. | pişman Harun pişman. |
I regret to say I cannot come. | maalesef Maalesef ben gelemiyorum. |
Don't make me regret lending you this money. | pişman etmek Sana bu parayı ödünç verdiğime beni pişman etme. |
I never lend my USB drive to others. | ödünç vermek USB sürücümü asla başkalarına ödünç vermem. |
Harun was kind enough to lend me some money. | {f} vermek Harun bana biraz para ödünç vermek için yeterince kibardı. |
I never lend my USB drive to others. | ödünç verme USB sürücümü asla başkalarına ödünç vermem. |
I never lend my USB drive to others. | ödünç ver USB sürücümü asla başkalarına ödünç vermem. |
Maybe I should give Harun a hand. | yardım etmek Belki Harun'a yardım etmeliyim. |
Maybe I should give Harun a hand. | yardım etmek Belki Harun'a yardım etmeliyim. |
They came to our assistance. | yardım etmek Onlar bize yardım etmek için geldiler. |
Lend me something with which to cut this. | için ödünç Bana bunu kesmek için ödünç bir şey ver. |
lend | to be suitable for The belief in a romantic chaos lends itself to pessimism, but it also lends itself to absolute self-assertion. |
scrum | hamle |
scrum | köpüklenmek köpük kalabalık {i} itişip kakışma{i} çarpışma |
Take your time. It's a marathon, not a sprint. | {i} sürat koşusu Acele etmeyin. Bu bir maraton, sürat koşusu değil. |
They believed they were in the majority. | çoğunluk Onlar çoğunlukta olduğuna inanıyordu. |
They believed they were in the majority. | rüşt/çoğunluk Onlar çoğunlukta olduğuna inanıyordu. |
None of the candidates got a majority of the votes. | {i} oy çoğunluğu Adayların hiçbiri oy çoğunluğunu almadı. |
The new contract was ratified by a majority of only 56 percent. | oy çokluğu Yeni sözleşme sadece yüzde 56'lık bir oy çokluğu ile onaylandı. |
They decided to launch a major attack. | {s} büyük Büyük bir saldırı başlatmaya karar verdiler. |
I major in sociology. | asıl Sosyolojiyi asıl branş olarak alıyorum. |
Majority rule is a basic principle of democracy. | (Politika, Siyaset,Ticaret) çoğunluk kuralı Çoğunluk kuralı demokrasinin temel ilkesidir. |
Most constellations don't really resemble the creatures or characters they are named after. | benzemek Çoğu takımyıldızı adlarını verdikleri yaratıklara ve karakterlere benzemez. |
resemble | andırmak |
Young tigers resemble cats. | benze Genç kaplanlar kedilere benzerler. |
She bears a striking resemblance to Ingrid Bergman, one of the great cinema beauties. | {i} benzerlik O, büyük sinema güzelliklerinden biri olan Ingrid Bergman'a şaşırtıcı bir benzerlik taşımaktadır, |
Most constellations don't really resemble the creatures or characters they are named after. | benzemek Çoğu takımyıldızı adlarını verdikleri yaratıklara ve karakterlere benzemez. |
Most constellations don't really resemble the creatures or characters they are named after. | benzemek Çoğu takımyıldızı adlarını verdikleri yaratıklara ve karakterlere benzemez. |
tuple | demet (Matematik) değişkenler grubu |
paralelkenar | parallelogram |
paralelkenar | geom. parallelogram rhomboid diamond shape |
The concrete layer of the nuclear reactor's shielding will be destroyed using controlled explosions. | somut Nükleer reaktörün koruyucu somut tabakası kontrollü patlamalar kullanılarak imha edilecek. |
concrete | {s} elle tutulurbelirli {s} maddeselmuayyen somut,v.betonla: n.somut |
exhilarated | {s} canlıneşeli coşkulu {f} neşelendir |
exhilarated | To make happy, cheer up Many such tricks are ordinarily put in practice by great men, to exhilarate themselves and others, all which are harmless jests, and have their good uses. |
roller coaster | İnişli çıkışlı ruh hali, değişken ruh hali |
Always keep a bucket of water handy, in case of fire. | kova Yangın olursa diye el altında her zaman bir kova su bulundur. |
You can find the Big Dipper easily. | büyük ayı Büyük Ayıyı kolayca bulabilirsin. |
If you gamble on the stock market, you are an investor... If you gamble on the derivatives market, you are a trader... If you gamble at the casino, you are a loser... Morality? | {i} yatırımcı Borsada kumar oynarsan bir yatırımcısındır... Türev piyasada kumar oynarsan bir tüccar ... Kumarhanede kumar oynarsan bir kaybedensindir ... Ahlak ? |
They need investors. | yatırımcılar Onların yatırımcılara ihtiyacı var. |
We followed the deer's tracks. | {i} geyik Biz geyiklerin izini takip ettik. |
We followed the deer's tracks. | geyikler Biz geyiklerin izini takip ettik. |
How thrilling! | heyecan verici Ne kadar heyecan verici! |
In the most thrilling moment, everyone looked very tense. | heyecanlı En heyecanlı anda herkes çok gergin görünüyordu. |
If the loser smiled the winner will lose the thrill of victory. | {i} heyecan Kaybeden gülümserse kazanan zaferin heyecanını kaybeder. |
They do it just for the thrill of it. | {i} büyük heyecan Onlar onu sadece onun büyük heyecanı için yapıyor. |
May I go to the fountain? | {i} çeşme Çeşmeye gidebilir miyim? |
I like writing with a fountain pen. | dolmakalem Dolmakalemle yazmayı severim. |
I like writing with a fountain pen. | dolmakalem Dolmakalemle yazmayı severim. |
The men are searching for the Fountain of Youth. | gençlik çeşmesi İnsanlar Gençlik Çeşmesini arıyorlar. |
If you need a fountain pen, I will lend you one. | dolma kalem Bir dolma kaleme ihtiyacın varsa, sana bir tane ödünç veririm. |
May I go to the fountain? | çeşme Çeşmeye gidebilir miyim? |
Multifocal | {f} ilgisini çekmek{f} kandırmak{i} entrika, hileayak oyunu |
Multifocal | dalavere çevirmek |
I find Harun intriguing. | {s} merak uyandırıcı Harun'u merak uyandırıcı buluyorum. |
That's quite intriguing. | {s} ilgi çekici O oldukça ilgi çekici. |
That's quite intriguing. | çekici O oldukça ilgi çekici. |
Harun was intrigued. | merakı uyanmış Harun'un merakı uyanmıştı. |
Harun looks pretty miserable. | {s} sefil Harun oldukça sefil görünüyor. |
Harun slumped against the wall, exhausted and miserable. | {s} zavallı Harun duvarın dibine yığıldı, bitmiş ve zavallı olarak. |
You're miserable, aren't you? | {s} perişan Perişansın, değil mi? |
I'm very miserable. | mutsuz Ben çok mutsuzum. |
She's rich but miserable. | çok mutsuz O zengin ama çok mutsuz. |
The experiment resulted in a miserable failure. | çok kötü Deney çok kötü bir başarısızlıkla sonuçlandı. |
It is true he is rich, but he is a miser. | cimri Onun zengin olduğu doğru ama bir cimridir. |
I failed miserably. | berbat şekilde Ben berbat şekilde başarısız oldum. |
I want to charter a bus. | kiralamak Bir otobüs kiralamak istiyorum. |
It's inspiring. | İlham verici Bu, ilham verici. |
All kinds of women inspire me. | ilham Her çeşit kadın bana ilham verir. |
Many people don't realize that antibiotics are ineffective against viral diseases. | (Gıda) virüs kaynaklı Birçok kişi antibiyotiklerin virüs kaynaklı hastalıklara karşı etkisiz olduklarının farkında değil. |
the rain didnt last long | yağmur çok uzun sürmedi |
it cannot last long | fazla uzun sürmez |
This cloth wont last long | Bu kumaş çok dayanmaz. |
I have a small vegetable garden on my patio. | teras/avlu Avlumda küçük bir meyve bahçem var. |
I have a small vegetable garden on my patio. | avlu Avlumda küçük bir meyve bahçem var. |
Go to the patio. | veranda Verandaya git. |
The Way produces one, one produces two, two produces three, and three produces the myriad things. | sayısız Yöntem biri, bir ikiyi, iki üçü, ve üç sayısız şeyleri üretir. |
myriad | pek çok çok sayı çok |
Earth hosts a myriad of animals | Dünya, sayısız hayvana ev sahipliği yapar |
This is a scam. | Bu bir dolandırıcılık. |
Bu pazarlama planı benim için bir aldatmaca gibi. | That marketing scheme looks like a scam to me. |
Love is patient, love is kind. It does not envy, it does not boast, it is not proud. | övünmek Aşk sabırlıdır, aşk şefkatlidir. Kıskanmaz, övünmez, kibirli değildir. |
boasting | boastiftihar etmek boast{i} iftiharboastsahip ol/böbürlen boasttafra satmak boastpalavra |
savvy | idrak etmek bir konuyu kavramak beceriklilik çakozlamak |
That's a legitimate question. | {s} meşru Bu meşru bir soru. |
That was legitimate. | {s} yasal O yasaldı. |
I won't divorce you unless you give me a legitimate reason. | {s} haklı Haklı bir sebep söylemezsen seni boşamayacağım. |
legitimate | elverişli {s} akla uygun |
All gods are better than their conduct. | davranış Tüm tanrılar davranışlarından daha iyidir. |
Conduct | idare etmek yürütmek |
The task was daunting. | göz korkutucu Görev göz korkutucuydu. |
vetting | {i} güvenlik araştırması(isim) güvenlik araştırması |
bid | teklif etmek {f} teklif vermek{f} fiyat vermek |
bid | {i} parasal teklif |
bu cihaz için ne fiyat teklif edersin ? | what's your bid for this device? |
poke around | El yordamıyla aramak, oraya buraya bakınmak |
overlook | atlamak {f} gözden kaçırmakgözardı etmek aldırmamak gözünden kaçmak |
How did you manage to overlook such a glaring error? | göz yummak Böyle göze batan bir hataya nasıl göz yummayı başardınız? |
Harun overlooked a few minor details. | gözden Harun birkaç küçük ayrıntıyı gözden kaçırdı. |
gig | {i} kısa süreli iş |
Precise measurements are needed. | kesin Kesin ölçümler gerekli. |
I should've been more precise. | titiz Daha titiz olmalıydım. |
Precise measurements are necessary. | kusursuz Kusursuz ölçümler gerekli. |
Be more precise. | dakik Daha dakik olun. |
Friendship is the most precious of all. | değerli Dostluk hepsinin en değerlisidir. |
Gold is more precious than iron. | kıymetli Altın demirden daha kıymetlidir. |
Everything is so precious. | {s} pahalı Her şey çok pahalı. |
Friendship is the most precious of all. | değer Dostluk hepsinin en değerlisidir. |
Everything is so precious. | çok pahalı Her şey çok pahalı. |
Gold is more precious than iron. | kıymet Altın demirden daha kıymetlidir. |
Copper and silver are both metals. | gümüş Bakır ve gümüş her ikisi de metaldir. |
The precious stone belonged to Harun. | mücevher Mücevher Harun'a aitti. |
It was one of the most rewarding experiences of my life.,It was one of the most precious experiences of my life. | en değerli Yaşamımın en değerli deneyimlerinden biriydi. |
She is book smart and business savvy, but he's still a boy in some ways. | O kitap kadar zeki ve iş konusund bilgili. ama bazı konularda hala çocuk. |
consumers who are savvy about prices; | tüketiciler fiyatlar konusunda bilgili |
a candidate who seemed to have no political savvy. | poitika aşina olmayan bir adaya benziyor. |
uncluttered | Dağınık olmayan, düzenli |
clutter | karışıklık kargaşalık karıştırmak kalabalık etmek darmadağınık etmek |
Harun's been meaning to clean out his badly cluttered garage for years. | {s} darmadağın Harun yıllardır kötü bir şekilde darmadağın edilmiş garajını temizlemeye niyetleniyor. |
Harun just got that big promotion he's been waiting for. | terfi Harun beklediği o büyük terfiyi az önce aldı. |
You are the next in line for promotion. | {i} tanıtım Tanıtım sırasında bir sonraki kişisin. |
Harun just got that big promotion he's been waiting for. | promosyon/terfi Harun beklediği o büyük terfiyi az önce aldı. |
We must promote commerce with neighboring countries. | desteklemek Komşu ülkelerle ticareti desteklemeliyiz. |
I assume you've heard about Harun's promotion. | (Bilgisayar) terfisi Sanırım Harun'un terfisini duydun. |
I won't be able to promote Harun. | terfi Harun'u terfi ettiremeyeceğim. |
The government started a program to promote industry. | gelişmesine yardımcı olmak Hükümet, sanayinin gelişmesine yardımcı olmak için yeni bir program başlattı. |
Harun resented the fact that Mine got the promotion instead of him. | Terfi almak Harun onun yerine Mine'nin terfi alması gerçeğine kızdı. |
His job is to promote sales. | yükselt Onun işi satışları yükseltmektir. |
troubleshoot | sorun gidermek arıza gidermek arıza bulma |
Look at the gauge. | ölçmek Ölçme aletine bak. |
Look at the gauge. | {i} ölçme aleti Ölçme aletine bak. |
I checked the gauge. | ölçü Ölçüyü kontrol ettim. |
gauge | ölçü aygıtı ölçüp biçmek {i} ölçek{f} ölçdeğerlendirmek yargılamak |
re assess | yeniden değerlendirmek |
assess | {f} değer biçmek{f} değer biçmek, kıymet takdir etmek: He assessed their house at eighty thousand dollars. Evlerine seksen bin dolar değer biçtideğerlendirme yapmak |
The kid has a keen sense of hearing. | keskin Çocukların keskin bir işitme duyusu var. |
He is keen on science. | {s} hevesli O bilime hevesli. |
He's keen on sports. | {s} düşkün O, sporlara düşkündür. |
Harun wasn't at all keen to stay in the castle, which he'd heard was haunted. | {s} istekli Harun kalede kalmaya hiç istekli değildi, onun perili olduğunu duymuştu. |
He is not very keen on coming tomorrow. | {s} meraklı Yarın gelmeye çok meraklı değil. |
pitfall | gizli tuzak güçlük tuzak tehlike Görünmez tehlike |
Being less urgent, this plan is lower in priority. | acil Plan öncelik ve aciliyeti düşürmektedir. |
An urgent telegram brought her hurrying back to Tokyo. | {s} acele Acil bir telgraf onu Tokyo'ya aceleyle geri getirdi. |
Being less urgent, this plan is lower in priority. | ısrarcı/acil Plan öncelik ve aciliyeti düşürmektedir. |
Harun was quite insistent. | {s} ısrarlı Harun oldukça ısrarlıydı. |
I urgently need your help! | acilen Acilen yardımına ihtiyacım var! |
showcasing | vitrine ya da camekana koymak |
rudder | dümen dalavere (Askeri) istikamet düzeniyönetimi |
marshall | polis müdürü deputy provost marshall(Askeri) merkez komutan yardımcısımarshalitfaiye şefi marshalpolis şefi |
This is literally and figuratively out of this world. | abartmasız Bu abartmasız ve mecazi olarak harikulade. |
She translated the text literally. | harfi harfine Metni harfi harfine çevirdi. |
Don't take his remarks too literally. | harfiyen Onun görüşlerini harfiyen almayın. |
One of the most widespread errors in translating is to translate too literally – word by word. | motomot Motomot -kelime kelime çevirmek, çevirideki en yaygın hatalardan biridir. |
One of the most widespread errors in translating is to translate too literally – word by word. | kelime kelime Motomot -kelime kelime çevirmek, çevirideki en yaygın hatalardan biridir. |
I didn't literally translate from English into Japanese. | kelimesi kelimesine Ben İngilizceden Japoncaya kelimesi kelimesine tercüme yapmadım. |
I am afraid your translation is overly literal. | {s} kelimesi kelimesine Korkarım ki senin çevirin aşırı derecede kelimesi kelimesine. |
literally | literalaynen literal(Bilgisayar) sözcüğü sözcüğüneliteraldüz anlamlı literalmecazi değil literalharfi harfine literalhakiki |
He explains the literal meaning of the sentence. | gerçek O, cümlenin gerçek anlamını açıklıyor. |
Though I had never met Jim, I could pick him out right away. | karşın Jim ile hiç karşılaşmamış olmama karşın, ben hemen onu ayırt ederim. |
Harun became a dancer even though his parents didn't want him to. | (Havacılık) e rağmen Harun onun ebeveynlerinin istememesine rağmen bir dansçı oldu. |
Mr. Smith hasn't turned up yet though he promised to. | halde Bay Smith, söz verdiği hâlde henüz dönmedi. |
Although astrology has no scientific basis, it's very popular and it seems that many people believe in it. | rağmen Hiçbir bilimsel temeli olmamasına rağmen, Astroloji çok popülerdir ve pek çok insan ona inanıyor gibi görünüyor. |
I have a request, though: Don't make the same mistakes that I did! | fakat Fakat bir ricam var; benim yaptığım hataları yapma! |
I like playing tennis, though I'm not very good at it. | olmasa Çok iyi olmasam bile tenis oynamaktan hoşlanırım. |
though | tedbirlere rağmen Though provisions were made in the building for holes of any type. |
He came even though the weather was bad. | olduğu halde Hava kötü olduğu halde geldi. |
Harun kept on working even though he was sick. | olmasına rağmen Harun hasta olmasına rağmen çalışmaya devam etti. |
He came even though the weather was bad. | olduğu halde Hava kötü olduğu halde geldi. |
Harun kept on working even though he was sick. | olmasına rağmen Harun hasta olmasına rağmen çalışmaya devam etti. |
Harun may not even be in Boston now. | bile Harun bile şimdi Boston'da olmayabilir. |
Even at nighttime, it was not quiet and peaceful any more. | bile olsa Gece vakti bile olsa, artık sessiz ve huzurlu değil. |
Harun became a dancer even though his parents didn't want him to. | e rağmen Harun onun ebeveynlerinin istememesine rağmen bir dansçı oldu. |
Harun became a dancer even though his parents didn't want him to. | rağmen Harun onun ebeveynlerinin istememesine rağmen bir dansçı oldu. |
Even though he was sick, the boy still went to school. | olsa bile O hasta olsa bile çocuk hala okula gitti. |
You have to be up-front and candid at interviews. | dürüst Görüşmelerde dürüst ve samimi olmak zorundasın. |
up front | Peşinen, peşin olarak, önden The half of it will be paid upfront, and the rest later on. |
he'd been upfront about his intentions | Niyetleri konusunda açık sözlü davranıyordu. |
Harun won the competition. | yarışma Harun yarışmayı kazandı. |
We face competition from foreign suppliers. | rekabet Yabancı firmalardan kaynaklanan bir rekabetle karşı karşıyayız. |
Harun won the competition. | yarışma/yarış Harun yarışmayı kazandı. |
They're either in the shed or in the den. | {i} baraka Onlar ya barakada ya da mağarada. |
shed | (Çiçek, yaprak) dökmek A tree sheds leaves in autumn. |
The girls shed tears after reading the novel. | önle/saç/dök Kızlar, romanı okuduktan sonra gözyaşı döktüler. |
lots of people are trying to shed the office | Birçok kişi ofisten çıkıp kurtulmaya çalışıyor |
If life is ridiculous and absurd, be glad that it is not tedious. | sıkıcı Eğer hayat gülünç ve saçma ise dert etmeyin çünkü bu en azından sıkıcı değil demektir. |
They are weary of their tedious work. | {s} can sıkıcı Onlar can sıkıcı işlerinden dolayı bitkindiler. |
biscuits sweetened with a tad of honey | bisküvi bal tad ile tatlandırılmış |
Could you lean the picture to the left just a tad more?. | Resmin soluna biraz daha yaslanır mısın?? |
Let's go through it again. | gözden geçir Bunu tekrar gözden geçirelim. |
I have to go through the task by tomorrow. | (Fiili Deyim ) gözden geçirmek Yarına kadar görevi gözden geçirmek zorundayım. |
I don't want to go through this again. | araştırmak Bunu tekrar araştırmak istemiyorum. |
Harun rummaged through the drawer. | çekmek Harun çekmeceyi karıştırdı. |
Harun had to put up with me all through high school. | katlanmak Harun bütün lise boyunca bana katlanmak zorunda kaldı. |
Harun picked up a magazine and started flipping through its pages. | göz atmak Harun bir dergiyi aldı ve onun sayfalarına göz atmaya başladı. |
You must go through with your plan.,(go through with.) | gerçekleştirmek Planını gerçekleştirmelisin.,(gerçekleştirmek) |
Harun gave police a firsthand account of what had happened. | ilk elden Harun polise ne olduğuna dair ilk elden bilgiler verdi. |
Harun gave police a firsthand account of what had happened. | ilk el Harun polise ne olduğuna dair ilk elden bilgiler verdi. |
Harun caught a glimpse of the driver as the train raced past. | anlık bakış Tren geçerken Harun sürücünün bir anlık bakışını yakaladı. |
glimpse | bir an için gör çok az bir zaman için görebilmek {f} göz atmak{f} görünüp kaybolmak{i} belirtibir an için görme |
«I only got a glimpse of the car, so I can tell you it was blue, but not what sort it was.» | ben aracı sadece bir an için gördüm. mavi olduğunu söyleyebilirim. ama ne tür olduğunu söyleyemem. |
takeaway | {i} paket servisi olan restoranpaket servis hazır yemek satan dükkândan alınan |
forget the sad affair. | üzücü konuyu unut. |
it was a terrible affair | Korkunç bir olaydı. |
We'll never back down. | vazgeçmek Asla vazgeçmeyeceğiz. |
Nobody will back down. | sözünden dönmek Hiç kimse sözünden dönmeyecek. |
Nobody will back down. | {f} sözünden dönmek Hiç kimse sözünden dönmeyecek. |
The seller accepted our offer. Can we back out? | Satıcı, teklifimizi kabul etti. Geri çekilebilir miyiz |
What was the most impactful class you took in school? | Okulda okuduğunuz en etkileyici sınıf neydi? |
Tomorrow's weather should be sunny with occasional rain. | {s} nadiren Yarınki hava güneşli ve nadiren yağışlı olmalı. |
I have occasional pains in the stomach. | {s} ara sıra olan Midemde ara sıra olan ağrılar var. |
His speech was not very becoming to the occasion. | durum Onun konuşması duruma çok uygun değildi. |
I occasionally meet him at the club. | ara sıra Onunla ara sıra kulüpte karşılaşırım. |
This was the perfect occasion. | fırsat Bu mükemmel bir fırsattı. |
That only happens occasionally. | bazen O sadece bazen olur. |
craft | {i} zanaat{i} gemi{i} zanaat, el sanatı{i} uçak{i} becerielsanatı,sanat |
Craft must have clothes, but truth loves to go naked. | sanat El sanatının giysisi olmalı, ama gerçek çıplak gitmeyi seviyor. |
Craft must have clothes, but truth loves to go naked. | gemi/hile/sanat El sanatının giysisi olmalı, ama gerçek çıplak gitmeyi seviyor. |
He is a member of a potters' guild. | lonca O, çömlekçiler loncasının bir üyesi. |
I've been through and conducted lots of remote interviews. | Yaşadım ve birçok uzaktan iş görüşmelerini yürüttüm. |
flat out | (Fiili Deyim ) başarısızlığa uğramak(Konuşma Dili) tüm hızıyla(Konuşma Dili) son sürat(Konuşma Dili) çok çabuk(Konuşma Dili) çabucak(Konuşma Dili) alelacele |
He ignored the speed limit and drove very fast. | çok hızlı Hız sınırını görmezden geldi ve çok hızlı sürdü. |
After 10 minutes of running flat out, he was out of breath. | 10 Dakika son sürat koştuktan sonra nefessiz kalmıştı. |
Harun sometimes needs a little supervision. | denetim Harun'un bazen biraz denetime ihtiyacı var. |
Harun needs some adult supervision. | {i} gözetim Harun'un biraz yetişkin gözetimine ihtiyacı var. |
pipe up | söylemeye başla konuşmaya/şarkı söylemeye başlamak konuşmak söylemeye başlamak |
The water pressure caused the pipe to burst. | patlamak Su basıncı borunun patlamasına neden oldu. |
The water pressure caused the pipe to burst. | {i} patlama Su basıncı borunun patlamasına neden oldu. |
Our water pipes burst. | patlamış Bizim su boruları patlamış. |
Don't burst my bubble. | patlatmak Benim kabarcığımı patlatmayın. |
Instantly the girl saw her mother, she burst out crying. | Kız annesini görür görmez birden ağlamaya başladı. |
The balloon will burst. | {f} patla Balon patlayacak. |
Harun could see that Mine was about to burst into tears. | Gözyaşlarına boğulmak Harun Mine'nin gözyaşlarına boğulmak üzere olduğunu görebiliyordu. |
The government of Mexico refused to negotiate. | {f} görüşmek Meksika hükümeti görüşmeyi reddetti. |
The problem is Harun's complete unwillingness to negotiate. | müzakere Problem, Harun'un müzakereye tamamen isteksiz olması. |
We don't negotiate. | müzakere yapmak Müzakere yapmayız. |
The next step was to negotiate terms of a peace treaty. | (Bilgisayar) anlaş Bir sonraki adım barış anlaşmasının koşullarını görüşmekti. |
The government of Mexico refused to negotiate. | başar/görüş Meksika hükümeti görüşmeyi reddetti. |
We want to break off this negotiation. | müzakere Biz bu müzakereyi bozmak istiyoruz. |
«We negotiated the contract to everyone's satisfaction | Biz herkesi tatmin edecek şekilde sözleşme müzakere ettik |
ever negotiate a salary before? | daha önce hiç maaş müzakaresi yaptınız mı ? |
stipend | {i} maaş{i} (bursiyer için) yaşamsal gereksinmelerini karşılayacak para; aylıkvergin {i} ücret{i} aylık |
does this employer offer a food stipend each month? | Bu işveren her ay gıda bedeli teklif ediyor mu? |
sustain | devam ettirmek ayakta tutmak {f} sürdürmek{f} maruz kalmakmuhafaza etmek |
sustained | güçlü tutulmuş, sürdürelebilir |
expertise | {i} (belirli bir alandaki) bilgi, uzmanlıkbilgi (belirli bir alandaki) bilirkişi bilirkişi incelemesi ustalık belirli bir alandaki bilgi |
The scientist has expertise in the field of nuclear fusion. | Bilim insanı, nükleer füzyon alanında uzmanlığa sahiptir |
Has the sun come out?piyasaya çıkmak (Dilbilim) vitrine çıkmak(Politika, Siyaset) yayılmak | (deyim) greve gitmek(deyim) yayınlanmak(deyim) sonuclanmak,cikmakortaya çık Güneş ortaya çıktı mı? |
Even if you wash it, the color won't come out. | çıkmak Onu yıkasanız bile rengi çıkmaz. |
Black clouds began to come up. | ortaya çıkmak Siyah bulutlar ortaya çıkmaya başladı. |
The small house had come to look shabby, though it was just as good as ever underneath. | görünmek Küçük ev, şimdiye kadar tıpkı altındaki kadar iyi olmasına rağmen,eski püskü görünmeye başladı. |
Don't go against his wishes. | (deyim) karşı çıkmak Onun arzularına karşı çıkma. |
Even if you wash it, the color won't come out. | çıkmak Onu yıkasanız bile rengi çıkmaz. |
even though you wast it, the color wont come out. | Her ne kadar yıkadığın halde renk çıkmaz. |
in-office perks | ofis ikramiyeleri |
I don't trust the tailor. | {i} terzi Terziye güvenmiyorum. |
tailor | {f} uydurmak uygun hale getirmek (isim) terzi |
tailor your resume and cover letter. | özgeçmiş ve kapak mektubu uyarlayın. |
time off | çalışılmayan saatler İzin zamanı, çalışma harici zaman |
Harun told Mine to take the afternoon off. | izne çıkmak Harun Mine'ye öğleden sonra izne çıkmasını söyledi. |
I've got some time off next week, so maybe we could meet up then?. | «Önümüzdeki hafta biraz zamanım var, o zaman belki daha sonra buluşabilir miyiz?» » |
high competition | yüksek rekabet |
Harun won the competition. | yarışma Harun yarışmayı kazandı. |
We face competition from foreign suppliers. | rekabet Yabancı firmalardan kaynaklanan bir rekabetle karşı karşıyayız. |
Harun won the competition. | yarışma/yarış Harun yarışmayı kazandı. |
affinity | akrabalık yakınlık {i} benzerlik{i} ilişki{i} dünürlük |
affinity | (Kimya) çekim kuvveti |
affinity order | ,yakınlık sırası |
manifest | {f} açıkça göstermek{i} manifesto{f} ortaya koy{s} apaçık{f} beyan etmek |
Harun tried to embrace Mine. | {f} kucaklamak Harun, Mine'yi kucaklamaya çalıştı. |
Harun tried to embrace Mine. | {i} kucaklama Harun, Mine'yi kucaklamaya çalıştı. |
Esperanto allows us to embrace the world. | {f} kucaklaşmak Esperanto, dünyayla kucaklaşmamızı sağlıyor. |
Esperanto allows us to embrace the world. | {i} kucaklaşma Esperanto, dünyayla kucaklaşmamızı sağlıyor. |
Embrace your dreams. | {f} kucakla Hayallerinizi kucaklayın. |
rejoice | sevinmek {f} sevindirmekmemnun olmak çok sevinçli olmak sevindir |
I rejoice in your success. | sevinir Ben senin başarılı olmana sevinirim. |
I want to bring up my son as my father did me. | yetiştirmek Babamın beni yetiştirdiği gibi oğlumu yetiştirmek istiyorum. |
I want to bring up my son as my father did me. | yetiştir Babamın beni yetiştirdiği gibi oğlumu yetiştirmek istiyorum. |
Harun hesitated to bring up the subject. | bahsetmek Harun konudan bahsetmeye çekindi. |
Harun couldn't bring himself to scold Mine. | azarlamak Harun Mine'yi azarlamak için kendini ikna edemedi. |
She would often bring home table scraps from the restaurant where she worked to feed to her dog. | beslemek O, köpeğini beslemek için çalıştığı restorandan sık sık masa kırıntılarını getirirdi. |
He brought up here | o buraya getirdi. |
I cooked this especially for you. | özellikle Bunu özellikle senin için pişirdim. |
Are you looking for someone in particular? | özel Özellikle birini mi arıyorsun? |
I have nothing particular to do now. | belirli Şimdi yapacak belirli bir şeyim yok. |
I don't particularly care what you think. | özellikle Ne düşündüğünü özellikle önemsemiyorum. |
If you are a parent, don't allow yourself to set your heart on any particular line of work for your children. | (Hukuk) belli Eğer bir ebeveyn iseniz, çocuklarınız için belli bir iş dalını çok istemenize izin vermeyin. |
"Everyone makes mistakes." "Especially idiots!" | bilhassa "Herkes hata yapar..." "Bilhassa ahmaklar!" |
I hate math most of all. | bilhassa Bilhassa matematikten nefret ediyorum. |
I don't particularly care what you think. | özellikle Ne düşündüğünü özellikle önemsemiyorum. |
Are you looking for someone in particular? | özel Özellikle birini mi arıyorsun? |
I have nothing particular to do now. | belirli Şimdi yapacak belirli bir şeyim yok. |
Harun is very particular about what he eats. | müşkülpesent Harun yedikleri hakkında çok müşkülpesenttir. |
If you are a parent, don't allow yourself to set your heart on any particular line of work for your children. | {s} belli Eğer bir ebeveyn iseniz, çocuklarınız için belli bir iş dalını çok istemenize izin vermeyin. |
Are you looking for someone in particular? | {i} özellik Özellikle birini mi arıyorsun? |
So far there was only one participant who won one million Israeli Shekels in "Who Wants to Be a Millionaire" in Israel. | katılımcı İsrail'deki "Kim milyoner olmak ister" yarışmasında şimdiye kadar yalnızca bir katılımcı bir milyon İsrail Şekeli kazanabildi. |
The photo shows a group of the congress participants. | (Ticaret) katılımcılar Fotoğraf bir grup kongre katılımcılarını gösteriyor. |
The timing will be crucial. | çok önemli Zamanlama çok önemli olacak. |
The timing will be crucial. | Zamanlama çok önemli olacak. |
affirm | doğrulamak {f} iddia etmek{f} ileri sürmek{f} söylemek |
I affirmed that he was innocent. | doğrula Onun masum olduğunu doğruladım. |
She affirmed that she would go when I asked her. | Ona sorduğumda gideceğini doğruladı |
They did everything they could to affirm the children's self-confidence. (affirm | >(in this sentence)To support or encourage ) |
revive | {f} dirilmekcanlandırmak {f} diriltmek{f} yeniden canlandırmakortaya çıkmak canlılık kazandırmak |
You'll never be able to revive someone who is only pretending to be dead. | canlan/canlandır Sadece ölü takliti yapan birini asla canlandıramazsın. |
Harun's heart stopped, but the doctors managed to revive him. | {f} hayata döndürmek Harun'un kalbi durdu ama doktorlar onu hayata döndürmeyi başardı. |
You must endure the pain. | katlanmak Ağrıya katlanmalısın. |
He endured years of pain | Yılların acısına katlandı. Yıllardır ne acılara katlandı. |
endure | (katlanmak, devam etmek)To continue or carry on with something, despite obstacles or hardships "Keith Richards' popularity endured for decades." |
This bridge will not endure long. | dayan Bu köprü uzun süre dayanamaz. |
This financial audit also includes an evaluation of the company's assets. | denetim Bu mali denetim, aynı zamanda şirketin varlıklarının bir değerlendirmesini içerir. |
auditing | (Bilgisayar) denetimler(Ticaret) hesap denetimi(Ticaret) mali denetlemeDenetleniyor |
The IRS is auditing me. | Denetliyor IRS beni denetliyor. |
He decided to seek information elsewhere. | aramak Başka yerde bilgi aramaya karar verdi. |
seek | {f} kazanmaya çalışmaktalip olmak ara {f} (sought)dene/ara aktarmak (-meye) çalışmak sormak uğraşmak araştırmak |
He decided to seek information elsewhere. | arama Başka yerde bilgi aramaya karar verdi. |
Millions of farmers had to look for other work. | iş aramak Milyonlarca çiftçi başka iş aramak zorunda kaldı. |
Harun works for a non-profit. | kar amacı gütmek Harun kâr amacı gütmeyen kuruluşlar için çalışıyor. |
Everybody has the right to seek happiness. | mutluluk aramak Herkesin mutluluk arama hakkı vardır. |
Harun was definitely the best-looking guy in our class. | Harun kesinlikle sınıfımızda en çok görünen adamdı. |
We're definitely not a couple. | Kesinlikle bir çift değiliz. |
I want you to have a definite plan before you leave. | Ayrılmadan önce kesin bir plan yapmanı istiyorum. |
They talked throughout the night. | boyunca Onlar gece boyunca sohbet ettiler. |
The two boys traveled throughout the land. | baştan başa İki çocuk araziyi baştan başa dolaştı. |
The two boys traveled throughout the land. | baştan başa İki çocuk araziyi baştan başa dolaştı. |
His name is known throughout this country. | genelinde Onun adı bu ülke genelinde biliniyor. |
The fire spread throughout the house. | her tarafına Yangın evin her tarafına yayıldı. |
Several hundred years ago, scarlet fever epidemics killed thousands of people throughout the continent. | her yanında Birkaç yüzyıl önce kızıl hastalığı salgını kıtanın her yanında binlerce insanı öldürdü. |
They crossed the vast continent on foot. | kıta Onlar yürüyerek büyük kıtayı geçtiler. |
Asia is the largest and most populated of the world's continents. | kıtalar Asya, dünya kıtalarının en geniş ve en kalabalığıdır. |
«They've adopted two boys from Asia.» | «Asyalı iki oğlanı evlat edindiler. |
You should bear that in mind. | aklında tutmak Onu aklında tutmalısın. |
What is important is to keep this in mind. | akılda tutmak Önemli olan bunu akılda tutmak. |
When you drive in Japan, remember to keep to the left. | unutma Japonya'da araba sürdüğünüzde soldan gitmeyi unutmayın. |
You should bear that in mind. | aklında tutmak Onu aklında tutmalısın. |
Harun has a steady girlfriend. | {s} istikrarlı Harun'un istikrarlı bir kız arkadaşı var. |
But for your steady support, my mission would have resulted in failure. | {s} düzenli Eğer senin düzenli desteğin olmasa, benim misyonum başarısızlıkla sonuçlanırdı. |
Harun needs to get a steady job. | {s} sürekli Harun'un, sürekliliği olan bir işe girmesi gerekir. |
Harun has a steady girlfriend. | {i} kız arkadaş Harun'un istikrarlı bir kız arkadaşı var. |
He maintained a steady speed on the highway. | sabit Otobanda sabit bir hızda kaldı. |
Harun was very arrogant. | kibirli Harun çok kibirliydi. |
Mine is arrogant about her beauty. | kendini beğenmiş Mine, güzelliği konusunda kendini beğenmiştir. |
He's prideful and arrogant. | {s} gururlu O gururlu ve kibirli. |
You're arrogant. | küstah Küstahsın. |
susceptibility | hassaslık {i} duyarlılık(Tıp) Hasasiyet, duyarlıkduyarlık hassasiyet alınganlık |
She was susceptible to colds. | (Biyoloji) duyarlı O, soğuk algınlığına duyarlıydı. |
The life of a person is a transient thing. | {s} geçici Bir kişinin hayatı geçici bir şeydir. |
It is cruel to mock a blind man. | alay etmek Kör bir insanla alay etmek acımasızcadır. |
You're cruel. | zalim Sen zalimsin. |
Why do you always have to be so cruel? | gaddar Neden her zaman bu kadar gaddar olmak zorundasın? |
Why is the world so cruel to me? | çok acı Neden dünya bana karşı çok acımasız? |
She's cruel and heartless. | kalpsiz O zalim ve kalpsiz. |
What you did to Harun was cruel. | {s} korkunç Harun'a yaptığın korkunçtu. |
mock | {i} taklitsahte şey {i} maskaralık{i} alay konusu{f} ile alay etmek |
suffice | yetmek {f} yeterli olmak, kafi gelmek |
A joint of lamb sufficed even his enormous appetite. | Bir kuzu derisi de muazzam iştahını sağladı. |
Two capsules of fish oil a day suffices. | Günde iki kapsül balık yağı yeterlidir. |
The steam has fogged my glasses. | buğu Buhar benim gözlüğümü buğulandırdı. |
Steam trains were replaced by electric trains. | buhar Buharlı trenlerin yerini elektrikli trenler aldı. |
Harun caught Mine trying to steam open an envelope addressed to him. | {f} buğulamak Harun Mine'yi ona gönderilen bir zarfı açmak için buğulama yapmaya çalışırken yakaladı. |
Printer problems sometimes stem from out-of-date driver software, and can be solved by installing, or reinstalling, the latest driver. | Yazıcı sorunları bazen güncelliğini yitirmiş yazıcı yazılımından kaynaklanır ve en son sürücü yüklenerek veya yeniden yüklenerek çözülebilir. |
A rose has thorns on its stem. | Bir gülün kökünde diken var. |
laid back | geri koyulmuş Rahat, sakin, acele etmeyen |
laid back | “laid-back, untroubled people” |
After a hectic few days at work, Harun is looking forward to a change of pace. | {s} yoğun İşte yoğun geçen birkaç günden sonra, Harun bir değişikliği iple çekiyor. |
Things got a bit hectic. | {s} telaşlı İşler biraz telaşlı. |
Monday was so hectic. | hareketli Pazartesi günü çok hareketliydi. |
Harun has a very high fever. | bir ateş Harun'un çok yüksek bir ateşi var. |
hectic | Very busy with activity and confusion; feverish The city center is so hectic at 8 in the morning that I go to work an hour beforehand to avoid the crowds. |
hectic | A flush like one produced by such a fever For still he lay, and on his thin worn cheek / A purple hectic played like dying day / On the snow-tops of distant hills . |
congest | tıkanmak {f} toplamak(Tıp) şişirmek, toplamak, doldurmakdolmak doldurmak tıkamak |
The roads here are congested. | {s} sıkışık Buradaki yollar sıkışık. |
The roads here are congested. | {s} tıklım tıklım Buradaki yollar tıklım tıklım. |
He dropped his wineglass and broke its stem. | Şarap bardağını düşürdü ve altını kırdı. |
The main stem of a tree is called a trunk. | Ağaçların ana dalına gövde denir. |
Harun was extremely intelligent. | zeki Harun son derece zekiydi. |
The child was exceptionally intelligent. | akıllı Çocuk son derece akıllıydı. |
Harun is more intelligent than Mine. | daha akıllı Harun, Mine'den daha akıllıdır. |
My girlfriend and I had an intelligent conversation. | Kız arkadşım ve ben akıllıca bir söyleşi yaptık. |
The general devised an intelligent strategy for the southern campaign. | General Güney Kampanyası için zekice bir strateşi tasarladı |
We must devise some means of escape. | {f} bulmak Bazı kaçış vasıtaları bulmalıyız. |
devise | {f} tasarlamak{f} icat etmekmirasçı tasarım yapmak düşünmek varis keşfetmek planlamak {f} tasarla |
a training program should be devised | bir eğitim programı geliştirilmelidir |
residue | tortu geri kalan arta kalan (Tıp) rezidü(Biyokimya) kök(Kimya) çözünmez artık |
I don't agree with violation of human rights. | ihlal İnsan hakları ihlaline katılmıyorum. |
I will never violate a law again. | {f} ihlal etmek Bir yasayı tekrar asla ihlal etmeyeceğim. |
I don't agree with violation of human rights. | (Politika, Siyaset) insan hakları ihlali İnsan hakları ihlaline katılmıyorum. |
You must not violate the regulations. | çiğnemek Yönetmelikleri çiğnememelisiniz. |
speck | zerre/nokta {i} benekpartikül {f} leke yapmakparçacık {i} nokta |
Motorists should anticipate traffic delays. | {f} tahmin etmek Sürücüler trafik gecikmelerini önceden tahmin etmeliler. |
anticipate | beklemek ummak {f} tahmin etmek |
My job is to anticipate problems. | öngörmek Benim işim sorunları öngörmek. |
The reason for accidents is usually an unanticipated combination of events. | Kazaların nedeni genellikle beklenmedik olayların birleşimidir. |
unanticipated | beklenmedik, umulmadık, umulmayan, önceden tahmin edilmeyen beklenmeyen akıla gelmedik |
Any further comment is redundant. | {s} lüzumsuz Daha başka yorum lüzumsuzdur. |
redundant | gereksiz |
Soldiers currently in theatre will not be made redundant. | {s} ihtiyaç fazlası Şu an tiyatrodaki askerler ihtiyaç fazlası yapılmayacaklar. |
redundant | {s} lâf kalabalığı olan{s} İng. işinden çıkarılan{s} gerekenden fazla olan, gereksiz |
redundancy | {i} ihtiyaç fazlası oluş{i} gereğinden fazla olma(Nükleer Bilimler) yedeklilikfazlalık/lüzumsuzluk |
pivot | bir eksen çevresinde dönmek sabit eksen (İnşaat) Sabit mesnetdirek/dönüş/eksen |
Do you know how to solve this riddle? | {i} bulmaca Bu bulmacayı nasıl çözeceğini biliyor musun? |
riddle | to fill with holes The shots from his gun began to riddle the target. |
riddle | kalburlamak esrar {f} kalburdan geçirmekgiz kalbur kalbura çevirmek elemek {f} delik deşik etmek. sır (with ile) delik deşik etmek delik deşik et(mek) {f} eleştirmek{f} bilmece gibi konuşmak{f} sırrını çözmek |
I didn't mean to imply otherwise. | ima etmek Başka türlü ima etmek istemedim. |
I didn't mean to imply otherwise. | ima et Başka türlü ima etmek istemedim. |
imply | to suggest by logical inference When I state that your dog is brown, I am not implying that all dogs are brown. |
imply | to have as a necessary consequence The proposition that "all dogs are mammals" implies that my dog is a mammal. |
They're of no consequence. | {i} önem Onların hiç önemi yok. |
consequence | sonuç {i} netice önem/sonuç |
I must live with the consequences of the choices I've made. | sonuçlar Yaptığım seçimlerin sonuçlarıyla yaşamak zorundayım. |
It seems like the only possible consequence | Bu sadece olası sonuç gibi görünüyor. |
I'm warning you. If you don't get me the report on time, there will be consequences. | Uyarıyorum. Eğer zamanında bana rapor etmessen bunun neticeleri de olur. |
Your problems don't concern me. | ilgilendirmek Senin problemlerin beni ilgilendirmez. |
That's nothing you need to concern yourself with. | endişe Bu kendinizi endişelendirmenizi gereken bir şey değil. |
It really doesn't concern you. | ilgi Bu gerçekten seni ilgilendirmiyor. |
It's one of our major concerns. | Bizi en çok ilgilendiren şeylerden biri |
This product has been designed with the highest concern for safety. | {i} tasa Bu ürün güvenlik için en yüksek kaygı ile tasarlanmıştır. |
It really doesn't concern you. | {f} ilgilen Bu gerçekten seni ilgilendirmiyor. |
Don't interfere with matters that do not concern you! | {f} karışmak Seni ilgilendirmeyen konulara karışma! |
Harun tried to hide his concern. | kaygı Harun kaygısını saklamaya çalıştı. |
The question doesn't concern me. | sorun Sorun beni ilgilendirmez. |
It is no concern of our firm. | firma Bu, firmamızı ilgilendirmiyor. |
I don't want to interfere with your personal life. | {f} müdahale etmek Ben kişisel yaşamınıza müdahale etmek istemiyorum. |
Harun won't interfere. | {f} karışmak Harun karışmaz. |
Harun won't interfere. | Harun karışmaz. |
She is in conflict with her father. | ile çatışmak O babası ile çatışma içinde. |
It's time for you to renew your domain name. | {i} alan Alan adınızı yenilemenizin zamanı. |
domain | çalışma alanı (Bilgisayar) alıtmanyetik alan nüfuz alanı |
conclude | {f} sonuçlandırmakneticelendirmek sonuca varmak sona ermek |
The two countries negotiated a treaty. | antlaşmak İki ülke bir antlaşmayı görüştü. |
they conclude their study with these words | Çalışmalarını bu sözlerle sonuçlandırıyorlar |
The governor made a few concluding remarks, and left the room. | Vali birkaç kısa konuşma yaptı ve odadan çıktı. |
The conclusion of the story was a little disappointing, but in general the book was pretty good. | Hikayenin öyküsü biraz hayal kırıklığı yarattı, ancak genel olarak kitap oldukça iyiydi. |
The American Psychological Assoication has concluded that viewing violence on TV promotes agressive behavior | Amerikan Psikoloji Birliği, şiddet olaylarının TV'de izlenmesinin agresif davranışı desteklediği sonucuna varmıştır |
His illness was mainly psychological. | {s} ruhsal Onun hastalığı aslında ruhsaldı. |
Dan was an expert at psychological warfare. | psikolojik Dan bir psikolojik savaş uzmanıydı. |
We are all eager to know the truth. | {s} istekli Hepimiz gerçeği bilmek için istekliyiz. |
He was eager to try on the blue shirt. | {s} hevesli Mavi gömleği denemek için hevesliydi. |
He was eager to try on the blue shirt. | arzulu/hevesli Mavi gömleği denemek için hevesliydi. |
Harun was eager to see Mine. | {s} sabırsız Harun Mine'yi görmek için sabırsızlanıyordu. |
I don't want to seem too eager. | (Argo) çok istekli Çok istekli görünmek istemiyorum. |
Harun eagerly ate the apple I gave him. | hevesle Harun ona verdiğim elmayı hevesle yedi. |
The pupils listened eagerly during his speech. | istekli Onun konuşması sırasında öğrenciler istekli olarak dinlediler. |
They eagerly supported his new policy. | istekle Onun yeni politikasını istekle desteklediler. |
We are all eager to know the truth. | {s} istekli Hepimiz gerçeği bilmek için istekliyiz. |
Harun was eager to see Mine. | sabırsız Harun Mine'yi görmek için sabırsızlanıyordu. |
Tatoeba.org is offline for maintenance. | bakım Tatoeba.org bakımdan dolayı çevrimdışıdır. |
Harun received numerous threats. | {s} çok sayıda Harun çok sayıda tehdit aldı. |
I've been to Boston numerous times. | sayısız Sayısız kez Boston'a gittim. |
We have made numerous improvements to our house since we bought it. | birçok Aldığımızdan beri evde birçok iyileştirmeler yaptık. |
collation | hafif yemek karşılaştırma Harmanlama yemek/dizme/karşılaştırma nüsha tavsifi |
guidance | } yönlendirme{i} yol gösterme{i} kılavuzluk |
Harun asked Mine for guidance. | {i} rehberlik Harun Mine'den rehberlik istedi. |
Who's your guidance counselor? | rehber öğretmen Rehber öğretmeniniz kim? |
counselor | müsteşar öğütçü yardımcı bkz.counsellor counsellor {i} avukatdava vekili |
I'm Harun's counselor. | {i} danışman Harun'un danışmanıyım. |
Who's your guidance counselor? | rehber Rehber öğretmeniniz kim? |
Harun and Mine have decided to go to a marriage counselor. | evlilik danışmanı Harun ve Mine bir evlilik danışmanına gitmeye karar verdiler. |
Don't rely on him. | güvenmek Ona güvenmeyin. |
Chess does not rely on chance. | güven Satrançta şansa güvenilmez. |
Meanwhile, I want to draw your attention to a point. | {i} çekme Bu arada, bir noktaya daha dikkatinizi çekmek istiyorum. |
Let's draw lots to decide who goes first. | {i} kura Kimin birinci olduğuna karar vermek için kura çekelim. |
The city relies on the subway system | Şehir metro sistemine dayanır. |
Human beings often lack insight into their own faults and failings. | iç görü İnsanoğlu çoğunlukla kendi hatalarına ve başarısızlıklarına karşı iç görüden yoksundur. |
Thanks for the insight. | {i} anlama Anlama için teşekkürler. |
You're insightful. | anlayışlı Sen anlayışlısın. |
I appreciate your insights. | anlayışlar Ben anlayışlarını takdir ediyorum. |
I think insurance will cover it.(scope of the insurance:) | (Sigorta) sigorta kapsamı Bunun sigorta kapsamına gireceğini düşünüyorum. |
The warranty doesn't cover normal wear and tear. | (Ticaret) garanti kapsamı Normal aşınma ve yıpranma garanti kapsamında değildir. |
scope of warranty | garanti kapsamı |
Don't rely on him. | (Nükleer Bilimler) güvenmek Ona güvenmeyin. |
They rely on a well for all their water. | Bütün su ihtiyaçları bir kuyuya bağlı |
The economy may improve next year, but it's not something you can rely on. | Ekonomi gelecek sene gelişebilir. ama bu güvenebileceğiniz birşey değil. |
I am grudged even the least bit of happiness. | {s} en ufak En ufak mutluluk bile bana çok görülüyor. |
Harun isn't the least bit worried about the weather. | zerre kadar Harun hava hakkında zerre kadar endişeli değil. |
Harun agreed to participate in the robbery. | katılmak Harun soyguna katılmayı kabul etti. |
I wanted to participate. | {f} ortak olmak Ortak olmak istiyordum. |
participate | iştirak {f} in -e katılmak{f} pay almak, iştirak etmek |
Harun didn't attend today's meeting. | Harun bugünkü toplantıya katılmadı. |
hijack | {f} kaçırmak{i} uçak kaçırma{f} (uçak/gemi) kaçırmak(uçak/gemi/vb.) kaçırmak soy {f} çalmak{i} gasp |
The parents try to amuse their baby with a toy. | eğlendirmek Ebeveynler bebeklerini bir oyuncakla eğlendirmeye çalışır. |
The parents try to amuse their baby with a toy. | (Muzik) eğlendirme Ebeveynler bebeklerini bir oyuncakla eğlendirmeye çalışır. |
The parents try to amuse their baby with a toy. | eğlendir Ebeveynler bebeklerini bir oyuncakla eğlendirmeye çalışır. |
Watching the elephant show was amusing. | eğlenceli Fil gösterisini izlemek eğlenceliydi. |
I'm not amusing you. | {f} eğlendir Seni eğlendirmiyorum. |
No one is amused. | memnuniyet içinde Kimse memnuniyet içinde değil. |
Watching the elephant show was amusing. | {s} eğlenceli Fil gösterisini izlemek eğlenceliydi. |
The parents try to amuse their baby with a toy. | {f} eğlendirmek Ebeveynler bebeklerini bir oyuncakla eğlendirmeye çalışır. |
If something is an apple, then it's either red or green, or possibly both. | her iki Eğer bir şey bir elmaysa, öyleyse o ya kırmızıdır yada yeşildir yada muhtemelen her ikisi. |
I don't know either twin. | hiçbiri İkizlerin hiçbirini tanımıyorum. |
I'm not ugly, but I'm not pretty either. | de değil Çirkin değilim ama güzel de değilim. |
I'll give you either of these stamps. | ikisinden biri Bu pulların ikisinden birini sana vereceğim. |
"What do you want for breakfast tomorrow? Bread? Rice?" "Either one is fine." | herhangi biri "Yarın kahvaltı için ne istiyorsun? Ekmek? pilav?" "Herhangi biri güzel." |
Either skillful or lazy. But not both. | her ikisi de Ya becerikli ya da tembel ama her ikisi değil. |
Do you know either of the two girls? | {s} her bir İki kızın her birini tanıyor musun? |
I don't think either of us wants that to happen. | (İnşaat) den biri Bizden birinin onun olmasını istediğini istediğini sanmıyorum. |
Either you are teasing me or you are making fun of me. | ya da Ya benimle dalga geçiyorsun ya da benimle alay ediyorsun. |
Either way, you lose. | her halükarda Her halükarda kaybedersin. |
In any case, you don't need to worry. | her halukarda Her halukârda endişelenmene gerek yok. |
If you abuse your computer, it won't work well. | doğru Bilgisayarını doğru kullanmazsan, iyi çalışmaz. |
I don't know what to do either. | ne ya Ben de ne yapacağımı bilmiyorum. |
«Her hands, long and beautiful, lay on either side of her face.» | Her hands, long and beautiful, lay on either side of her face. |
These gloves should keep my hands warm enough. | tutmak Bu eldivenlerin ellerimi yeterince sıcak tutması gerekiyor. |
Her hands, long and beautiful, lay on either side of her face. | Elleri, uzun ve güzel, yüzünün her iki yanında duruyor |
She laid on thick when her pet died. | Hayvanı öldüğünde üzüntüsünü çok abarttı. |
Harun is pretty decent. | {s} terbiyeli Harun oldukça terbiyeli. |
Finding a decent man is more difficult than winning a lottery. | {s} saygın Saygın bir insan bulmak bir piyango kazanmaktan daha zor. |
If you want your workers to be happy, you need to pay them a decent wage. | {s} yeterli Çalışanlarınızın mutlu olmasını istiyorsanız, onlara yeterli bir ücret ödemelisiniz. |
Get yourself a decent suit. | {s} uygun Kendinize uygun bir takım elbise alın. |
Harun is a decent sort of guy. | saygılı Harun saygılı bir insandır. |
He is a very decent fellow. | {s} hoşgörülü O, çok hoşgörülü bir adamdır. |
He seems to be a nice fellow. | {i} arkadaş O, güzel bir arkadaş gibi görünüyor. |
He is such a lazy fellow. | herif O, çok tembel bir heriftir. |
Harun is an interesting fellow. | adam Harun ilginç bir adam. |
I am making noise with this drill. | matkap Bu matkapla gürültü yapıyorum. |
This is not a drill. | talim Bu bir talim değildir. |
They intended to drill for oil. | sondaj Onlar petrol için sondaj yapmaya niyetlendiler. |
drill into | ayrıntıya git |
diagnostic | teşhis tanısal teşhisle ilgili |
maintainability | korunabilirlik Sürdürülebilirlik |
Harun hugged Mine tightly and never wanted to let her go. | sıkıca Harun Mine'ye sıkıca sarıldı ve onun gitmesine asla izin vermek istemedi. |
Harun hugged Mine tightly and never wanted to let her go. | sıkı Harun Mine'ye sıkıca sarıldı ve onun gitmesine asla izin vermek istemedi. |
Security was extremely tight. | sıkı Güvenlik son derece sıkıydı. |
We're pretty tight. | gergin Oldukça gerginiz. |
We should heed him. | dikkat etmek Ona dikkat etmeliyiz. |
Heed public opinion. | {i} dikkat Kamuoyunu dikkate alın. |
Harun won't heed the warning. | {f} aldırmak Harun uyarıya aldırmayacak. |
Harun doesn't heed any advice from Mine. | kulak asmak Harun Mine'den gelen bir tavsiyeye kulak asmaz. |
We're competitive. | Biz rekabetçiyiz. |
Who's responsible for this mess in the kitchen? | dağınıklık Mutfaktaki bu dağınıklıktan kim sorumlu? |
It was a mess. | {i} karışıklık O bir karışıklıktı. |
You're a mess. | {i} pislik Sen bir pisliksin. |
"How about some horror stories?" "No, I'd rather not mess with those kinds of things." | karışmak "Bazı korku hikâyeleri hakkında ne diyorsun?" "Hayır, o tür şeylere karışmamayı yeğlerim." |
Harun was the one who got us into this mess. | bela Başımızı belaya sokan kişi Harun'du. |
To the victor go the spoils. | kazanan Kazanan, parsayı toplar. |
Debris littered the streets. | moloz Moloz sokakları kirletti. |
Harun looked through the debris on the floor. | {i} enkaz Harun yerdeki enkaza baktı. |
What is Houston doing with the flood debris? | Houston sel molozları ile ne yapıyor ? |
Don't underestimate your opponents. | {f} küçümsemek Rakiplerinizi küçümsemeyin. |
Be careful not to underestimate the problem. | {f} hafife almak Sorunu hafife almamak için dikkatli olun. |
This slight improvement has to be set against an enormous increase in crime. | {s} muazzam Bu ufacık gelişmenin yanında suç işlenmesindeki muazzam artış, muhakkak göz önünde bulundurulmalıdır. |
She lives alone in a house of enormous dimensions. | {s} kocaman Kocaman bir evde yalnız yaşıyor. |
It is very difficult to persuade people to change their life style. | ikna etmek Yaşam tarzların değiştirmek için insanları ikna etmek zordur. |
precipitation | (Meteoroloji) Yağış; yağmur, kar veya dolu yağışı There is very little precipitation in the desert. |
Foundation | kurum, vakıf, temel |
Mathematics are the foundation of all sciences. | temel Matematik tüm bilimlerin temelidir. |
These claims lack a scientific foundation. | dayanak Bu iddialar bir bilimsel dayanaktan yoksun. |
The skyscraper was built on a solid foundation. | temel/kuruluş Gökdelen sağlam bir temel üzerine inşa edildi. |
at all | hiç de hiç hiçbir şekilde hiçbir biçimde (Dilbilim) zerre kadarhiç bir suretle asla |
It's worth trying at all. | her halükârda. Her halükarda denemeye değer. |
Mine keeps her laptop with her at all times. | her zaman Mine dizüstü bilgisayarını her zaman yanında bulundurur. |
All at once, something happened. | aniden Aniden bir şey oldu. |
If you can see any problems at all, tell us so we can fix them. | Eğer herhangi bir sorun görürsen, Düzeltebilmemiz için bize haber ver. |
We must promote commerce with neighboring countries. | desteklemek Komşu ülkelerle ticareti desteklemeliyiz. |
Promote | terfi ettirmek, tanıtımını yapmak, desteklemek, katkıda bulunmak, 10. reklamını yapmak |
I won't be able to promote Harun. | terfi ettir Harun'u terfi ettiremeyeceğim. |
The government started a program to promote industry. | gelişmesine yardımcı olmak Hükümet, sanayinin gelişmesine yardımcı olmak için yeni bir program başlattı. |
His job is to promote sales. | yükseltmek Onun işi satışları yükseltmektir. |
You are the next in line for promotion. | tanıtım Tanıtım sırasında bir sonraki kişisin. |
I find no logic in his argument. | mantık Görüşünde bir mantık bulamıyorum. |
I can't follow Harun's logic. | mantığı Harun'un mantığını izleyemiyorum. |
English is a logic-defying language. | İngilizce, mantığa aykırı bir dildir. |
His reply was logical. | mantıklı Onun cevabı mantıklıydı. |
I'm not good at thinking logically. | mantıklı Mantıklı düşünmek konusunda iyi değilim. |
concern | {i} irtibat{i} merak{i} bağlantı |
When I woke up, I found I had been tied up. | {f} bağla Uyandığımda, kendimi bağlanmış buldum. |
I don't want to be tied to one company. | bağlanmak Tek bir şirkete bağlanmak istemiyorum. |
This is like fighting someone with one arm tied behind your back. | bağlı Bu, elinin biri arkanda bağlıyken biriyle dövüşmek gibidir. |
I was offended by her crude manners. | kaba Onun kaba davranışı tarafından rencide edildim. |
Berk made a crude table out of logs. | {s} basit Berk kütüklerden basit bir masa yaptı. |
This joke is crude. | {s} nezaketsiz Bu şaka nezaketsiz. |
They're loading crude oil onto the ship. | {i} ham petrol Gemiye ham petrol yüklüyorlar. |
I was offended by her crude manners. | kaba/ham Onun kaba davranışı tarafından rencide edildim. |
This is really volatile. | {s} uçucu Bu gerçekten uçucu. |
Reputations are volatile. Loyalties are fickle. Management teams are increasingly disconnected from their staff. | değişken Şöhretler gelip geçici. Sadakatler değişken. Yönetim ekipleri gittikçe elemanlarından daha kopuk. |
I don't understand your attitude. | tutum Tutumunu anlamıyorum. |
Harun has an attitude problem. | duruş/tavır/görüş Harun'un tavır sorunu var. |
Harun apologized for the incident. | {i} kaza Harun kaza için özür diledi. |
Her account of the incident agrees with yours. | olay Onun olayla ilgili açıklaması sizinki ile uyuyor. |
At the time of the incident, Harun was in his office. | olay anı Olay anında Harun ofisindeydi. |
At the time of the incident, Harun was in his office. | olay anında Olay anında Harun ofisindeydi. |
We lay emphasis on the importance of being sincere. | (Hukuk) vurgu Biz samimi olmanın önemini vurgularız. |
We lay emphasis on the importance of being sincere. | {i} önem Biz samimi olmanın önemini vurgularız. |
We should not place too much emphasis on money. | önem vermek Paraya çok fazla önem vermemeliyiz. |
Where is the emphasis in the word "Australia?" | de vurgu "Avustralya" kelimesinde vurgu nerededir? |
He put emphasis on the importance of the exercise. | üzerine vurgu O, egzersizin önemi üzerine vurgu yaptı. |
iterate | yinelemek |
She would not disclose the secret. | açığa vurmak Sırrı açığa vurmazdı. |
She would not disclose the secret. | açığa vurma Sırrı açığa vurmazdı. |
omit | dahil etmemek {f} atlamak{f} ihmal etmek |
Time is short and we must omit some of the speeches from the program. | çıkarmak Zaman kısa ve programdan bazı konuşmaları çıkarmalıyız. |
We'll sing that song, omitting the last two verses. | çıkararak Son iki mısrayı çıkararak, o şarkıyı söyleyeceğiz. |
You've omitted something. | dahil etme Bir şeyi dahil etmedin. |
You've omitted something. | dahil etme Bir şeyi dahil etmedin. |
The crisis is entering a dangerous phase. | aşama Kriz tehlikeli bir aşamaya giriyor. |
Phase | evre safha |
I have two three-phase power generators in my cellar. | fazlı Benim mahzende iki tane üç fazlı güç jeneratörlerim var. |
contextual | bağlamsal {s} sözün gelişine göreiçeriksel |
My words were taken out of context. | {i} bağlam Kelimelerim bağlamın dışında kaldı. |
The context is important. | (Hukuk) içerik İçerik önemlidir. |
If you don't understand something, it's because you aren't aware of its context. | (Bilgisayar) içeriği Eğer bir şeyi anlamıyorsanız, onun içeriğinin farkında olmamanızdandır. |
If life is ridiculous and absurd, be glad that it is not tedious. | sıkıcı Eğer hayat gülünç ve saçma ise dert etmeyin çünkü bu en azından sıkıcı değil demektir. |
Self-harm is often regarded as an indicator of insanity. | {i} cinnet Kendine zarar verme genellikle cinnetin bir göstergesi olarak kabul edilir. |
There's a fine line between genius and insanity. | delilik Dahilik ve delilik arasında ince bir sınır vardır. |
She sighed, no longer able to sustain her hope. | Diye çekti, artık onun umudunu sürdüremedi. |
Harun bribed Mine to let him escape custody. | gözaltı Harun onun gözaltından kaçmasına yardım etmesi için Mine'ye rüşvet verdi. |
Harun is now in police custody. | gözaltı/gözetim Harun şu anda polis gözetiminde. |
Harun is now in police custody. | {i} gözetim Harun şu anda polis gözetiminde. |
I believe it's my duty to protect these children. | çocukları koruma Bu çocukları korumanın benim görevim olduğuna inanıyorum. |
The government of Mexico refused to negotiate. | {f} görüşmek Meksika hükümeti görüşmeyi reddetti. |
Both countries entered into peace negotiations. | görüşmeler Her iki ülke barış görüşmelerine girdi. |
I think you're partly to blame for the negotiation breakdown. | geçilme/görüşme Sanırım görüşmenin bozulması için kısmen suçlanacaksın. |
I think you're partly to blame for the negotiation breakdown. | {i} görüşme Sanırım görüşmenin bozulması için kısmen suçlanacaksın. |
We want to break off this negotiation. | {i} müzakere Biz bu müzakereyi bozmak istiyoruz. |
Actually, I did not witness the traffic accident. | şahit Aslında trafik kazasına şahit olmadım. |
Actually, I did not witness the traffic accident. | şahit olmak Aslında trafik kazasına şahit olmadım. |
Our only witness is refusing to testify. | tanıklık yapmak Tek tanığımız tanıklık yapmayı reddediyor. |
Harun was a credible witness. | tanık Harun güvenilir bir tanıktı. |
As God as my witness Harun, I didn't tell her about the surprise party you're planning. | şahid Tanrı şahidimdir ki Harun, planladığın sürpriz partiden ona bahsetmedim. |
It's convenient living so close to the station. | elverişli İstasyona çok yakın yaşamak elverişlidir. |
You can come whenever it is convenient for you. | {s} uygun Senin için ne zaman uygunsa gelebilirsin. |
conveniently | Uygun yerde, yeri uygun Conveniently located. |
This word-processor is very convenient. | kullanışlı Bu kelime-işlemci çok kullanışlıdır. |
It's convenient living so close to the station. | yakın İstasyona çok yakın yaşamak elverişlidir. |
That's real convenient. | yakın/uygun/rahat Bu gerçekten uygun. |
His behavior was appropriate to the occasion. | {s} uygun Onun davranışı ortama uygundu. |
You must appropriately review the outcome of your bargain. | uygun bir şekilde Pazarlığının sonucunu uygun bir şekilde gözden geçirmelisin. |
Harun reacted appropriately. | uygun olarak Harun uygun olarak tepki gösterdi. |
Is that really appropriate? | (Politika, Siyaset) en uygun Bu gerçekten uygun mu? |
facilitate | {f} rahatlatmak{f} kolaylaştırmakteshiletmek (Politika, Siyaset) çabuklaştırmakkolaylaştır yardım etmek {f} hafifletmek |
facilitate one's work | işini kolaylaştırmak |
legacy of dignity | asalet mirası, |
There's nothing any of us can do for Harun now except let him die with dignity. | (Felsefe) onur Onuruyla ölmesine izin vermek dışında, Harun için artık yapabileceğimiz hiçbir şey yok. |
dignity | Official DIGNITY tends to increase in inverse ratio to the importance of the country in which the office is held.Columbia World of Quotations 1996. |
Official dignity tends to increase in inverse ratio to the importance of the country in which the office is held | Resmi haysiyet, ofisin bulunduğu ülkenin önem derecesine ters orantılı olarak artma eğilimindedir. |
The Thirteenth Amendment freed all Negro slaves. | {i} yasa değişikliği On üçüncü yasa değişikliği tüm zenci köleleri serbest bıraktı. |
The amendment was first proposed in 1789. | değişiklik Değişiklik ilk olarak 1789'da önerildi. |
Harun smiled humbly. | alçakgönüllülükle Harun alçakgönüllülükle güldü. |
I'm humble. | mütevazi Ben mütevaziyim. |
Harun was humble. | {s} alçakgönüllü Harun alçakgönüllüydü. |
You're too humble. | alçak gönüllü Sen çok alçak gönüllüsün. |
We are accustomed to wearing shoes. | {s} alışkın Biz ayakkabı giymeye alışkınız. |
It's a custom to have turkey at Thanksgiving. | gelenek Şükran gününde hindi yemek bir gelenektir. |
Seeing something in a different context than the accustomed one can be surprising. | {s} alışılmış Alışılmış olandan farklı bir bağlamda bir şey görmek şaşırtıcı olabilir. |
He soon accustomed himself to cold weather. | {f} alıştır Kısa sürede kendini soğuk havaya alıştırdı. |
This financial audit also includes an evaluation of the company's assets. | {i} denetim Bu mali denetim, aynı zamanda şirketin varlıklarının bir değerlendirmesini içerir. |
audit | hesapları denetlemek {i} denetim |
He is proficient in literature. | edebiyat O, edebiyatta yeterli. |
Needless to say, health is more important than wealth. | {i} zenginlik Söylemeye gerek yok, sağlık zenginlikten daha önemlidir. |
Don't put all your wealth on a boat. | servet Bütün servetini bir tekneye koyma. |
He is none the happier for his wealth. | {i} mal varlığı O, mal varlığından memnun değil. |
misnomer | yanlış adlandırma yanlış ad {i} yanlış isim kullanmayanlış isim uygunsuz isim {i} isim hatası |
Who will ultimately decide? | sonunda Eninde sonunda kim karar verecek? |
Ultimately, he ended up going to school. | sonuçta Sonuçta, okula gitmeye son verdi. |
Who will ultimately decide? | eninde sonunda Eninde sonunda kim karar verecek? |
Our ultimate goal is to establish world peace. | {s} nihai Nihai amacımız dünya barışını kurmaktır. |
Harun eats pizza with a fork, but Mine eats it with her hands. | çatal Harun pizzayı çatalla yiyor, Mine ise elleriyle. |
fork | kollara ayrılmak bahçıvan beli iki kola ayrılma |
I'm absolutely certain you will not be refused. | kesin Reddedilmeyeceğinden kesinlikle eminim. |
Harun receives a certain amount of pocket money from his wife every week. He puts whatever remains at the end of the week into his piggy bank. | belirli Harun her hafta eşinden belirli bir miktar cep harçlığı alır. Haftanın sonunda artan parayı kumbarasına koyar. |
Ted was certain of winning the game. | belli Ted'in oyunu kazanacağı belliydi. |
He is certain to win the game. | {s} mutlâk O, oyunu mutlaka kazanacak. |
I'm certain that your intentions are honorable. | {s} güvenilir Niyetlerinizin güvenilir olduğuna eminim. |
I'm not certain where this ought to be put. | emin Bunun nereye konulması gerektiğinden emin değilim. |
There are certain expressions which are now only used ironically. | bazı Artık sadece alaylı biçimde kullanılan bazı ifadeler vardır. |
"Will you help me with my English homework?" "Certainly." | elbette "İngilizce ödevimde bana yardım eder misin?" "Elbette." |
To some extent I agree with you. | certain extentbir dereceye kadar Bir dereceye kadar seninle aynı fikirdeyim. |
I don't know for certain what she is going to do. | certain tokesin olarak Onun ne yapacağını kesin olarak bilmiyorum. |
That he will fail is certain. | certain to happenolacağı kesin Onun başarısız olacağı kesindir. |
enroll | {f} üye yapmakkaydetme askere yazılmak kaydolmak |
I was the only child to enroll in college. | (Bilgisayar) kaydol Koleje kaydolan tek çocuktum. |
I want to enrol in a course. | kaydolmak Bir kursa kaydolmak istiyorum. |
enroll | kontenjanın dolması When a class is overenrolled, you may ask the instructor to force-add you. |
trait | (Tıp) Önde gelen vasıf, kişiye özgü özellik{i} özellik, hususiyethaslet karakter |
The only difference between a bad cook and a poisoner is the intent. | niyet Kötü bir aşçı ve bir zehirleyici arasındaki tek fark niyettir. |
He has been intent on learning French. | {s} niyetli Fransızca öğrenmeye niyetlidir. |
Harun came to France with the intention of studying French. | (Hukuk) niyet Harun Fransızca öğrenme niyetiyle Fransaya geldi. |
I would never say anything to intentionally hurt you, you know. | kasten Seni kasten incitmek için bir şey söylemeyeceğimi biliyorsun. |
What's the intention? | amaç Amaç nedir? |
His mistake was intentional. | kasıtlı Onun hatası kasıtlıydı. |
Harun made this mistake intentionally. | kasıtlı olarak Harun bu hatayı kasıtlı olarak yaptı. |
They listened intently. | dikkatle Onlar dikkatle dinledi. |
Are you intentionally trying to confuse me? | bilerek Bilerek beni şaşırtmaya mı çalışıyorsun? |
Harun eventually retired. | sonunda Harun sonunda emekli oldu. |
If you eat a lot, you'll eventually get fat. | en sonunda Çok yersen sonunda kilo alırsın. |
Harun eventually resigned. | nihayet Harun nihayet istifa etti. |
I've always known this would happen eventually. | sonuçta Sonuçta bunun olacağını her zaman biliyordum. |
diversified | değişik rizikoları dağıtılmış farklı {s} farklı alanlara yönlendirilmiş{s} çeşitli{s} dağıtılmış |
Try to estimate how much you spent on books. | {f} tahmin etmek Kitaplara ne kadar harcadığını tahmin etmeye çalış. |
According to an estimate, steel production will reach 100 million tons this year. | tahmin Bir tahmine göre, bu yıl çelik üretimi 100 milyon tona ulaşacak. |
Nonon likes science fiction. | {i} kurgu Nonon bilim kurguyu sever. |
Throw a stick and watch the dog fetch it. | {f} getirmek Bir sopa at ve köpeğin onu alıp getirmesini izle. |
Throw a stick and watch the dog fetch it. | (Bilgisayar) getirme Bir sopa at ve köpeğin onu alıp getirmesini izle. |
Don't you want to get them back? | geri almak Onları geri almak istemiyor musun? |
I saw the dirty dog go into the yard. | {i} avlu Kirli köpeğin avluya gittiğini gördüm. |
A yard is equal to three feet. | {i} yarda Bir yarda üç fite eşittir. |
funky | güzel/basit müthiş çok iyi fanki o biçim acayip süper korkak |
sustainable | (Ticaret) dayanılırgüçlendirilebilir Sürdürülebilir, devam ettirilebilir, uzun soluklu |
Is there really a sustainable peace? | sürdürülebilir Sürdürülebilir bir barış gerçekten var mı? |
Such a ridiculous superstition no longer exists. | {i} batıl inanç Böyle saçma bir batıl inanç artık yok. |
Such a ridiculous superstition no longer exists. | (Pisikoloji, Ruhbilim) batıl Böyle saçma bir batıl inanç artık yok. |
I will raise my children so that they will be protected from superstition. | {i} hurafe Çocuklarımı yetiştireceğim böylece hurafeden korunmuş olacaklar. |
What will be my legacy? | {i} miras Mirasım ne olacak? |
Neither wild nor domestic animals appear to have any premonition of death. | evcil Ne vahşi, ne de evcil hayvanların ölümle ilgili herhangi önsezileri var gibi görünüyor. |
Most of these products are domestic. | {s} yerli Bu ürünlerin çoğu yerli. |
Everyone has domestic troubles from time to time. | {s} ailevi Herkesin zaman zaman ailevi sorunları olur. |
Do you have a cheap flight ticket on a domestic line? | (Havacılık) iç hatlar İç hatlarda ucuz bir uçak biletiniz var mı? |
Harun was an expert in domestic abuse. | {s} aile Harun aile içi istismar konusunda uzmandı. |
Neither wild nor domestic animals appear to have any premonition of death. | yerli/evcil Ne vahşi, ne de evcil hayvanların ölümle ilgili herhangi önsezileri var gibi görünüyor. |
The candle's flame is flickering in the soft breeze. | {i} hafif rüzgâr Mumun alevi hafif rüzgarda titriyor. |
When Harun awoke, he saw that the fire had gone out and, also, that he was now completely alone. The only sound was the susurration of the bamboo, swaying in the breeze. | {i} esinti Harun uyandığında yangın çıktığını ve ayrıca şimdi tamamen yalnız olduğunu gördü. Tek ses esintiyle sallanan bambunun hışırtısıydı. |
The candle's flame is flickering in the soft breeze. | {i} rüzgâr Mumun alevi hafif rüzgarda titriyor. |
undermine | altındaki toprağı oymak yıkmak altını oymak {f} baltalamaktemelini çürütmek |
The war efforts were undermined by the constant bickering between the allies. | Savaş çabaları müttefik arasındaki sürekli sürtüşmeler nedeniyle gölge düşmüş. |
Mill | atölye bıçkıhane haddehane yapımevi |
Mame uses a coffee mill to grind coffee beans. | (Kimya) öğütme Mame kahve çekirdeklerini öğütmek için kahve değirmeni kullanır. |
The money will probably be split evenly between those two. | eşit olarak Para muhtemelen bu ikisi arasında eşit olarak bölünecek. |
evenly | Sâkince, sâkin bir şekilde He looked at her evenly. |
evenly | hizalı olarak düz bir şekilde yatay olarak başabaş olarak tam olarak |
The score was even. | eşit Skor eşitti. |
Harun may not even be in Boston now. | bile Harun bile şimdi Boston'da olmayabilir. |
We don't even like Harun. | dahi Biz dahi Harun'dan hoşlanmıyoruz. |
It is rather sad to see people who can't even use their mother tongue correctly. | düzgün Kendi anadilini bile doğru düzgün kullanamayan insanları görmek çok üzücü. |
Look guys, the window and even the kitchen door have both been left open! | hatta Bakın çocuklar, pencere ve hatta mutfak kapısı bile her ikisi de açık bırakıldı. |
We hardly even talk anymore. | neredeyse Artık neredeyse hiç konuşmuyoruz. |
If I pay you a dollar, we'll be even. | eşit/düzenli Sana bir dolar ödersem, eşit oluruz. |
Harun is even crazier than I thought. | daha da Harun düşündüğümden daha da deli. |
Even if all agree, all can be wrong. | aynı Herkes aynı fikirde olsa bile, hepsi hatalı olabilir. |
Do you even remember Harun? | tamamıyla Harun'u tamamıyla hatırlıyor musun? |
You're demanding. | talepkar Sen talepkarsın. |
The senator has a very demanding schedule this week. | zorlu Senatörün bu hafta çok zorlu bir takvimi var. |
I think that's an unreasonable demand. | talep Onun mantıksız bir talep olduğunu düşünüyorum. |
They did not demand better working conditions. | talep etmek Onlar daha iyi çalışma koşulları talep etmedi. |
eligible | seçilebilir nitelikte, uygun, yeterli nitelikli, şartlara uygun{s} geçerli{s} (for) -e uygunhak sahibi |
Everyone is eligible regardless of nationality. | uygun Milliyeti ne olursa olsun herkes uygundur. |
In spite of the tyrant’s persecution, the hero valiantly carried on the struggle. | mücâdele Zalim hükümdarın zulmüne rağmen, kahraman cesurca mücadeleye devam etti. |
Harun stopped struggling. | mücadele etme Harun mücadele etmeyi durdurdu. |
That fight seemed like a life-or-death struggle. | {i} savaş Bu savaş, bir yaşam ya da ölüm mücadelesi gibi görünüyordu. |
Today a child acting like a king, tomorrow a tyrant. | zalim Bugün bir kral gibi davranan bir çocuk yarın bir zalim gibi davranır. |
Thus, the tyrant succeeded in conquering the kingdom. | {i} despot Böylece despot hükümdar, krallığı fetihte başarılı oldu. |
We will not bend to the will of a tyrant. | tiran Biz tiranın isteğine boyun eğmeyeceğiz. |
In spite of the tyrant’s persecution, the hero valiantly carried on the struggle. | {i} zalim hükümdar Zalim hükümdarın zulmüne rağmen, kahraman cesurca mücadeleye devam etti. |
Everything is arguable. | Her şey tartışılabilir. |
a utility I wrote to solve a frustrating problem I frequently encountered | sıksık karşıma çıkan can sıkıcı bir problemi çözmek için bir program yazdım |
coalescing | bütünleşmek bir olmak kaynaştırmak eritmek bütün haline gelmek erimek birleş |
The puddle coalesced from the droplets as they ran together | Su birikintisi damlacıkların biraraya gelmesiyle bir bütün haline gelmiştir |
sanctuary | ibadethane {i} mabet |
sanctuary | My car is a sanctuary, where none can disturb me except for people who cut me off. |
outsource | Dış tedarik, dışarıdan tedarik |
They decided to outsource the design and manufacture of the system to a vendor. | Sistem tasarımı ve üretimini dışardan bir satıcıyla temin etmeye karar verdiler. |
Akılda Kalanlar | Stick in the mind |
charter school | A particular alternative to public school. Usually more focused on students studying on their own at home and infrequently checking in with the school |
charter school | Charter schools are primary or secondary schools that receive public money (and like other schools, may also receive private donations) but are not subject to some of the rules, regulations, and statutes that apply to other p |
charter school | A public school designed by a group of individuals from the ground up in order to meet a specific purpose with clearly delineated outcome objectives for students |
charter school | an experimental public school for kindergarten through grade 12; created and organized by teachers and parents and community leaders; operates independently of other schools |
charter school | A public school operated independently of the local school board, often with a curriculum and educational philosophy different from the other schools in the system. a school in the US that is run by parents, companies etc rat |
state charter school | Charter schools are primary or secondary schools that receive public money (and like other schools, may also receive private donations) but are not subject to some of the rules, regulations, and statutes that apply to other p |
A carrot is a healthy snack. | {i} aperatif Havuç sağlıklı bir aperatiftir. |
Salted pretzels were the favourite snack of the kids. | abur cubur Tuzlu krakerler çocukların en sevdiği abur cuburdu. |
I had some custard pudding for an afternoon snack. | (Gıda) atıştırma Öğleden sonra atıştırmalığı için krem karamel yedim. |
I had some custard pudding for an afternoon snack. | (Gıda) atıştırmak Öğleden sonra atıştırmalığı için krem karamel yedim. |
You never cease to amaze me. | şaşırtmak Asla beni şaşırtmaya son vermezsin. |
You never cease to amaze me. | şaşırt Asla beni şaşırtmaya son vermezsin. |
You were amazing. | {s} şaşırtıcı Şaşırtıcıydın. |
His technique was absolutely amazing. | hayret verici Tekniği kesinlikle hayret vericiydi. |
It amazed us that she had been to Brazil alone. | {f} şaşırt Brezilya'ya tek başına gitmesi bizi şaşırttı. |
I was amazed to learn that fewer and fewer young people can write in cursive. | şaşkın El yazısı kullanabilen genç insanların sayısının gitgide azaldığını şaşkınlıkla öğrendim. |
She found him amazing. | {s} ilginç O onu ilginç buldu. |
It's amazingly simple. | şaşılacak derecede Bu şaşılacak derecede basit. |
Anyone who creates hassle should leave. | {i} güçlük Güçlük yaratan biri terk etmeli. |
vested | {s} hak kazanılmış olan{f} giydir: adj.giyinik{s} kazanılmış (hak){f} edin: adj.edinilmiş(Kanun) yetkili |
welfare | huzurlu iyi hal {i} mutluluk{i} yoksullara yardım{i} sağlık |
She attended the lecture on social welfare. | refah Sosyal refahla ilgili konferansa katıldı. |
on welfare | ihtiyaç dolayısıyle resmi kuruluştan yardım alan |
endanger | tehlikeye atmak tehlikeye at tehlikeye sebep olmak |
There are many endangered species. | nesli tükenmekte olan Bir sürü nesli tükenmekte olan türler var. |
What makes you think that your language is endangered? | tehlikede Dilinin tehlikede olduğunu sana ne düşündürüyor? |
I was a bit embarrassed. | mahcup Ben biraz mahcuptum. |
Harun was really embarrassed. | {s} mahçup Harun gerçekten mahçuptu. |
Harun is a little embarrassed. | {s} utangaç Harun biraz utangaçtır. |
I feel so embarrassed. | utanıyor Çok utanıyorum. |
Harun just doesn't want me to embarrass him. | {f} utandırmak Harun sadece onu utandırmamı istemiyor. |
injustice | haksızlık adaletsizlik |
Harun has been an inmate of a high-security prison for the past three years. | {i} tutuklu Harun son üç yıldır yüksek güvenlikli cezaevinin bir tutuklusudur. |
Dependency | bağımlılık bağımlılık/bağımlı ülke |
Dependency | Dışalıma/ithalata bağımlılık Dışsatımımızın dışalıma bağımlılığı son yıllarda artmaktadır. |
This is the most beautiful sunset that I have ever seen. | Bu, bugüne kadar gördüğüm en güzel günbatımı. |
This figure is supposed to represent Marilyn Monroe, but I don't think it does her justice. | temsil etmek Bu figürün Marilyn Monroe'yu temsil etmesi gerekiyor ama onun adaletini temsil ettiğini sanmıyorum. |
I know who you are and whom you represent. | temsil et Senin kim olduğunu ve kimi temsil ettiğini biliyorum. |
Dan had to decide whom to believe. | kime Dan kime inanacağına karar vermek zorundaydı. |
Whom are you speaking of? | kimde Kimden bahsediyorsun? |
Whom are you speaking of? | kimden Kimden bahsediyorsun? |
By whom was this picture painted? | kim tarafından Bu resim kim tarafından yapılmış? |
The committee met and discussed whom to appoint to the post. | kimi Komite buluştu ve göreve kimin atanacağını görüştü. |
Dan had to decide whom to believe. | kime Dan kime inanacağına karar vermek zorundaydı. |
According to a survey, 1 billion people are suffering from poverty in the world. | yoksulluk Bir araştırmaya göre, dünyada bir milyar kişi yoksulluktan sıkıntı çekiyor. |
According to a survey, 1 billion people are suffering from poverty in the world. | yoksul Bir araştırmaya göre, dünyada bir milyar kişi yoksulluktan sıkıntı çekiyor. |
According to a survey, 1 billion people are suffering from poverty in the world. | eksiklik/yoksulluk Bir araştırmaya göre, dünyada bir milyar kişi yoksulluktan sıkıntı çekiyor. |
Harun dealt fairly with me. | oldukça Harun benimle oldukça ilgilendi. |
Harun is fairly old, isn't he? | epey Harun epeyce yaşlı, değil mi? |
Harun is fairly old, isn't he? | epeyce Harun epeyce yaşlı, değil mi? |
Harun has been treating you fairly, hasn't he? | adilane Harun sana adilane davranıyor, değil mi? |
Harun and Mine both remained fairly calm. | tamamen/oldukça/dürüstçe Harun ve Mine her ikisi de oldukça sakin kaldı. |
He acted fairly toward me. | dürüstçe O, bana karşı dürüstçe davrandı. |
That's fairly reasonable. | makul O oldukça makuldür. |
I gave you fair warning. | dürüst Seni dürüstçe uyardım. |
We ate cotton candy at the state fair. | fuar Devlet fuarında pamuk helva yedik. |
You're fair. | {s} adil Sen adilsin. |
fairly well | fena değil |
jimmy | maymuncuk bkz.jemmy (fiil) levye ile açmak |
It was a bummer. | {i} serseri O bir serseriydi. |
proportion | proportion |
Robert got a small proportion of the profit. | bölüm Robert, karın küçük bir bölümünü aldı.. |
A high proportion of crime in any country is perpetrated by young males in their teens and twenties. | kısmı Herhangi bir ülkedeki suçun büyük kısmı 10' lu 20' li yaşlardaki genç erkekler tarafından işlenmektedir. |
The media blew the whole thing out of proportion. | oran Medya her şeyi orantısız olarak açığa vurdu. |
The media blew the whole thing out of proportion. | orantı Medya her şeyi orantısız olarak açığa vurdu. |
Robert got a small proportion of the profit. | bölüm Robert, karın küçük bir bölümünü aldı.. |
proportion | (deyim) Abartmak, aşırı tepki göstermek I don't think we need to blow it out of proportion. There's a problem, and we should fix it. |
proportion | (deyim) Abartmak, aşırı tepki göstermek I don't think we need to blow it out of proportion. There's a problem, and we should fix it. |
proportion | doğru orantılı Prices of white goods increased in direct proportion to the increase of demand. |
He knew intuitively that she was lying. | sezgisel olarak O onun yalan söylediğini sezgisel olarak biliyordu. |
intuitively | Done with skill, but without special training or planning; instinctively Though he had never been to art school, he intuitively painted vivid landscapes. |
Covariance | Ortak değişke eşdeğişki |
The preceding month was very rainy. | {s} önceki Önceki ay çok yağışlıydı. |
Has your neck thickened during the preceding year? | önceki yıl Boynun bir önceki yılda kalınlaştı mı? |
Harun has made a significant contribution. | {s} önemli Harun önemli bir katkı yaptı. |
Every word is significant. | {s} anlamlı Her sözcük anlamlıdır. |
The difference in our ages is not significant. | anlamlı/önemli Bizim yaşlarda fark önemli değildir. |
She spends a major part of her income on food. | önemli bir bölümünü O, gelirinin önemli bir bölümünü gıdaya harcıyor. |
It wasn't harassment. | {i} rahatsızlık , bir taciz değildi. |
Sexual harassment can be a serious problem in the workplace. | cinsel taciz Cinsel taciz iş yerinde ciddi bir sorun olabilir. |
I don't want you to harass her. | taciz etmek Onu taciz etmeni istemiyorum. |
It's an absurd allegation. | {i} iddia O saçma bir iddia. |
Allegation | She put forth several allegations regarding her partner in hopes of discrediting his actions. |
ebbed | zayıflamış suları çekilmiş düşmüş bozulmuş |
bonding | tutturma bağlanma yapışma birleştirme topraklama |
unfounded allegations | temelsiz iddiala |
groundless allegation | temelsiz iddialar |
Narrative | anlatı {s} hikâye tarzında(sıfat) hikâye tarzında hikaye söyleme sanatı anlatım/hikaye |
She gave a narrative of her strange experience. | öykü O, tuhaf deneyiminin öyküsünü anlattı. |
Narrative | öykü |
The casting came cleanly out of its mold. | döküm Döküm kalıbından temiz geldi. |
The casting came cleanly out of its mold. | döküm kalıbı Döküm kalıbından temiz geldi. |
Cast iron is an alloy of iron and carbon. | dökmek Dökme demir, bir demir ve karbon alaşımıdır. |
On Christmas day, Harun's right leg was still in a cast. | alçı Noel günü, Harun'un sağ bacağı hâlâ alçılıydı. |
This is a straightforward case. | apaçık Bu apaçık bir durumdur. |
Harun is very straightforward. | açık sözlü Harun çok açık sözlü. |
Be honest and straightforward. | dürüst/açık Dürüst ve açık ol. |
Be honest and straightforward. | dürüst Dürüst ve açık ol. |
straightforward | Kolay anlaşılır, basit Just follow the signs to Bradford; it's very straightforward. |
the true difference is rather straightforward | gerçek fark oldukça basittir |
Harun's French is already rather good. | oldukça Harun'un Fransızcası zaten oldukça iyi. |
This transaction was carried out in yen, rather than US dollars. | daha ziyade İşlem ABD dolarından daha ziyade yenle gerçekleştirilmiştir. |
Does a government have to serve ideologies, or rather, the interests of the people? | daha doğrusu Bir hükümet ideolojiler mi sunmak zorunda? Daha doğrusu insanların çıkarlarına mı hizmet etmek zorunda? |
She is not my mother but rather my oldest sister. | aksine O benim annem değil aksine benim en büyük ablam. |
The color is purple rather than pink. | den ziyade Renk pembeden ziyade mordur. |
Dan is rather proud of his work. | tercihen/oldukça/birazcık Dan işinden oldukça gururlu. |
Harun said he'd rather not go with us. | tercih etmek Harun bizimle gitmeyi tercih etmediğini söyledi. |
I would rather die than do such an unfair thing. | Öyle Öylesine haksız bir şey yapmaktansa ölmeyi tercih ederim. |
It is necessary that you take a good rest. | iyice İyice dinlenmen lazım. |
I am a writer rather than a teacher. | den daha ziyade Bir öğretmenden daha ziyade bir yazarım. |
I am a writer rather than a teacher. | den daha ziyade Bir öğretmenden daha ziyade bir yazarım. |
It must be pretty cold. | oldukça soğuk Oldukça soğuk olmalı. |
it must be rather cold. | oldukça soğuk olmalı. |
I would rather die than do such an unfair thing. | Öyle Öylesine haksız bir şey yapmaktansa ölmeyi tercih ederim. |
I'd rather go camping. | Gitmeyi tercih ederim Kampa gitmeyi tercih ederim. |
Harun said he'd rather not go with us. | tercih etmek Harun bizimle gitmeyi tercih etmediğini söyledi. |
It is necessary that you take a good rest. | iyice İyice dinlenmen lazım. |
vastly | çok genişce genisce z. çok |
A vast desert lay before us. | geniş Geniş bir çöl önümüzde uzanıyor. |
Has Harun ever been treated for mental illness? | {s} ruhsal Harun, ruhsal sinir bozukluğundan hiç tedavi gördü mü? |
Dan threatened to send Linda back to the mental hospital. | {s} akıl Dan Mine'yi akıl hastanesine geri göndermekle tehdit etti. |
He is keen on science. | {s} hevesli O bilime hevesli. |
The kid has a keen sense of hearing. | keskin Çocukların keskin bir işitme duyusu var. |
To some extent I agree with you. | derece Bir dereceye kadar seninle aynı fikirdeyim. |
To what extent do you agree or disagree with this definition of success? | {i} ölçü Bu başarı tanımına ne ölçüde katılıyorsunuz veya katılmıyorsunuz? |
I accept what you say to some extent. | miktar Söylediğini bir miktar kabul ediyorum. |
If you can't afford travel insurance, then you can't afford to travel. | sigorta Eğer seyahat sigortasını göze alamıyorsanız öyleyse seyahat yapmayı göze alamazsınız. |
There are many kinds of insurance such as: health insurance, fire insurance, life insurance, etc. | (Tıp) sağlık sigortası Bir çok türde sigorta var. Örn. sağlık sigortası, yangın sigortası, hayat sigortası vb. |
I think insurance will cover it. | (Sigorta) sigorta kapsamı Bunun sigorta kapsamına gireceğini düşünüyorum. |
Harun works for an insurance company. | sigorta şirketi Harun bir sigorta şirketi için çalışıyor. |
The boy talks as if he were a great scholar. | {i} bilim adamı Çocuk büyük bir bilim adamıymış gibi konuşuyor. |
He is a great statesman, and what is more a great scholar. | bilgin O büyük bir devlet adamı ve bunun da ötesinde büyük bir bilgindir. |
A half-doctor kills you and a half-religious scholar kills your belief. | {i} alim Yarım-doktor seni ve yarım-din alimi inancını öldürür. |
scholar | A Shakespearean scholar. |
I feel very humbled. | mütevazı Çok mütevazı hissediyorum. |
Harun was humble. | {s} alçakgönüllü Harun alçakgönüllüydü. |
I'm humble. | mütevazi Ben mütevaziyim. |
I felt so humbled to help out during the disaster relief appeal. | Feeling the positive effects of humility |
Do you wanna sacrifice something? | feda etmek Bir şey feda etmek ister misin? |
Your sacrifice won't go unnoticed. | {i} kurban Sizin kurban fark edilmeden gitmeyecek. |
The elderly persons are ready to sacrifice for their grand-children,if they have to. | {i} fedakârlık Yaşlı insanlar, zorunda kalırlarsa torunları için fedakârlıkta bulunmaya hazırdırlar. |
Do you wanna sacrifice something? | {i} feda etme Bir şey feda etmek ister misin? |
The elderly persons are ready to sacrifice for their grand-children,if they have to. | {f} fedakârlıkta bulunmak Yaşlı insanlar, zorunda kalırlarsa torunları için fedakârlıkta bulunmaya hazırdırlar. |
self-sacrifice | özveri |
Jimmy is my foster child. | üvey Jimmy benim üvey çocuğum. |
foster | {f} teşvik etmek{f} gayretlendirmek |
We've decided to adopt a child. | evlatlık Bir çocuğu evlatlık almaya karar verdik. |
Harun grew up in a foster home. | Yetiştirme yurdu Harun bir yetiştirme yurdunda büyüdü. |
The train was thirty minutes late on account of the heavy snow. | {s} şiddetli Tren şiddetli kar yağışı yüzünden otuz dakika geç kaldı. |
Sorry. Traffic was heavy. | üzgün Üzgünüm. Trafik ağırdı. |
Sorry. Traffic was heavy. | üzgün Üzgünüm. Trafik ağırdı. |
There was no gap in the stream of traffic. | (Bilgisayar) akış Trafik akışında bir kesinti yoktu. |
Turn left at the next traffic lights. | trafik ışıkları Bir sonraki trafik ışıklarından sola dön. |
You should obey all traffic laws. | trafik yasaları Tüm trafik yasalarına uymalısınız. |
Following traffic rules is important. | trafik kuralları Trafik kurallarını takip etmek önemlidir. |
We must pay attention to traffic signals. | trafik işaretleri Trafik işaretlerine dikkat etmeliyiz. |
Don't struggle. | mücadele etmek Mücadele etme. |
In spite of the tyrant’s persecution, the hero valiantly carried on the struggle. | mücadele Zalim hükümdarın zulmüne rağmen, kahraman cesurca mücadeleye devam etti. |
In spite of the tyrant’s persecution, the hero valiantly carried on the struggle. | {i} mücâdele Zalim hükümdarın zulmüne rağmen, kahraman cesurca mücadeleye devam etti. |
That fight seemed like a life-or-death struggle. | {i} savaş Bu savaş, bir yaşam ya da ölüm mücadelesi gibi görünüyordu. |
What doctors should do is to save lives and struggle against death. | karşı mücadele etmek Doktorların yapması gereken şey hayatları kurtarmak ve ölüme karşı mücadele etmek. |
Never give up. Never surrender. | teslim olmak Hiç vazgeçme. Asla teslim olma. |
The British government has fought for reform all the way down the line | İngiliz hükümeti sınırların sonuna kadar reform için savaştı |
The ladder reaches all the way to the top of the house. I walked all the way home. | Bu merdiven. evin tepesine kadar uzanır |
I do want to get married, but down the line, not any time soon. | evlenmet isterim. ama aynı hem de yakın zamanda değil. |
If you walk all the way down that street you will come to the ruins of the Roman baths in Monastiraki area. | O caddeden aşağı inerseniz, Monastiraki bölgesindeki Roma hamamlarının kalıntılarına gideceksiniz. |
I'd like one double cheeseburger. Make mine all the way. | Bir çift çizburger istiyorum. benimkini nasıl yaparsan yap |
She didn’t speak a word to me all the way back home. | Eve dönerken yol boyunca benimle tek kelime konuşmadı. |
drove all the way from Detroit to Pittsburgh. | Detroit den Pittsburgh a kadar sürdü. |
Whether that will happen further down the line we cannot say | Bunun ilerleyen zamanlarda olacağını söyleyemeyiz. |
Harun was indignant. | {s} öfkeli Harun öfkeliydi. |
he was indignant at being the object of suspicion | Şüpheli durumuna düşmek onu kızdırıyordu |
Mine blamed Jack for leaving their children unattended. | {s} başıboş Mine çocuklarını başıboş bıraktığı için John'u suçladı. |
Tiny, unattended fingernails unfortunately cause a host of diseases. | ufacık,başıboş bırakılan tırnaklar hastalıklara ev sahipliği yapabilir |
And if they are left unattended, the condition tends to get worst. | Ve gözetimsiz bırakılırsa durum daha da kötüleşir. |
Appraisal | ön değerlendirme |
Appraisal | appraisal feeekspertiz vergini |
Harun agreed with Mine's assessment. | {i} değerlendirme Harun Mine'nin değerlendirmesi ile aynı fikirdeydi. |
consistently | tutarlı bir şekilde |
consistently | sürekli devamlı olarak |
Her behavior is consistent with her words. | tutarlı Onun davranışları sözleriyle tutarlı. |
Our company decided for consistent fees. | {s} istikrarlı Şirketimiz istikrarlı ücretler için karar verdi. |
A compound word consist of two smaller words. | oluş Bir bileşik kelime iki küçük kelimeden oluşur. |
When will your new novel be published? | roman Yeni romanınız ne zaman yayınlanacak? |
Her novel ideas are time and again getting her into trouble with her more conservative colleagues. | yeni Onun yeni fikirleri daha tutucu iş arkadaşlarıyla sık sık başını derde sokuyor. |
"Appointment with Death" is a crime novel by Agatha Christie. | polisiye roman "Ölümle Randevu", Agatha Christie'nin bir polisiye romanıdır. |
That result was predictable. | {s} tahmin edilebilir O sonuç tahmin edilebilirdi. |
You're so predictable. | öngörülebilir Sen çok öngörülebilirsin. |
Anyway, I disagree with your opinion. | katıl Her neyse, ben senin fikrine katılmıyorum. |
She wanted to have a normal relationship with him. | ilişki kur Onunla normal bir ilişki kurmak istedi. |
counterintuitive | Genel kanının dışında gerçekleşen, beklenmeyen |
counterintuitive | Düşünülenin aksine olan, beklenenin aksine olan |
counterintuitive | sezgilere aykırı mantığa aykırı |
There is a second way to define the Gabriel-Roiter measure which may be more intuitive. | {s} sezgisel Gabriel Roiter ölçüsünü tanımlamak için daha sezgisel olabilen ikinci bir yol vardır. |
He knew intuitively that she was lying. | sezgisel olarak O onun yalan söylediğini sezgisel olarak biliyordu. |
That was devastating. | yıkıcı O yıkıcıydı. |
With opt-out forms, take care to uncheck all unwanted selections. | Devre dışı bırakma formlarıyla, istenmeyen tüm seçimleri kaldırmak için dikkatli olun. |
Acupuncture is often used to treat pain. | Akupunktur genellikle ağrıyı tedavi etmek için kullanılır. |
You never used to treat me like this. | {f} davranmak Bana asla bu şekilde davranmazdın. |
I'd like to treat you to lunch to thank you for all your help. | {i} ısmarlama Tüm yardımlarına teşekkür etmek amacıyla sana öğle yemeği ısmarlamak istiyorum. |
Here's a treat for you. | {i} ikram İşte sizin için bir ikram. |
That would be a treat. | {i} sürpriz Bu bir sürpriz olurdu. |
Today is my treat. | Bugün ben ısmarlıyorum. |
Which brand do you prefer? | {i} marka Hangi markayı tercih edersiniz? |
Everything was brand new. | yepyeni Her şey yepyeniydi. |
Harun crashed his brand-new Lexus. | gıcır gıcır Harun gıcır gıcır Lexusunu çarptı. |
Brand | (deyim) Marka takıntısı I hate Jennifer when she's talking about clothes because she has brand fringe and i think it makes her antipathetic. |
triggering a virtuous cycle where your successes quickly compound | Başarılarınızın hızla arttığı bir erdemli döngüyü tetiklemek. |
Hunting game is forbidden in this tranquil wilderness. | vahşi doğa Avcılık oyunu bu huzurlu vahşi doğada yasaklanmıştır. |
lost in the wilderness | vahşi doğada kaybolmak |
wilderness | {i} kalabalık{i} sahra{i} bakımsız bahçe{i} çölel değmemiş doğa {i} yığın{i} el değmemiş yeryaban hayat |
Were you tactful? | ince düşünceli İnce düşünceli miydin? |
Were you tactful? | ince İnce düşünceli miydin? |
This monument is dedicated to the soldiers who gave their lives to their country. | {i} abide Bu abide ülkeleri için hayatlarını veren askerlere adandı. |
See you at Chizhik-Pyzhik monument. | anıt Chizhik-Pyzhik anıtında görüşürüz. |
Our house is a historic building and is listed as a protected monument. | {i} eser Evimiz tarihi bir yapıdır ve koruma altındaki bir eser olarak listelenmiştir. |
An immense monument was erected in honor of the eminent philosopher. | muazzam Büyük filozofun şerefine muazzam bir anıt dikildi. |
Nobody wants to praise my country. | övmek Hiç kimse benim ülkemi övmek istemiyor. |
The boy deserved praise for saving the child's life. | övgü Genç, çocuğun hayatını kurtardığı için övgüyü hak etti. |
I like to praise Mine. | övme Mine'yi övmeyi seviyorum. |
The boy deserved praise for saving the child's life. | şükür/övgü Genç, çocuğun hayatını kurtardığı için övgüyü hak etti. |
Why do American parents praise their children? | şükret/öv Neden Amerikalı anne ve babalar çocuklarını övüyorlar? |
Praise is more valuable than blasphemy. | (Din) hamd Hamd küfürden daha değerlidir. |
His work is beyond all praise. | övgüler Onun eseri bütün övgülerin ötesinde. |
When the cat is blind, the mouse becomes bold. | cesur Kedi kör olduğunda fare cesur olur. |
When the cat is blind, the mouse becomes bold. | keskin/girişken/cesur Kedi kör olduğunda fare cesur olur. |
Don't let her intimidate you. | {f} gözünü korkutmak Senin gözünü korkutmasına izin verme. |
You intimidate Harun. | korkut Harun'u korkuttun. |
Harun tried to intimidate Mine. | {f} korkutmak Harun Mine'nin gözünü korkutmaya çalıştı. |
I don't find it intimidating. | göz korkutucu Bunu göz korkutucu bulmuyorum. |
Harun felt intimidated. | gözü korkmuş Harun gözü korkmuş hissetti. |
I tried to focus my attention on reading. | {f} odaklamak Dikkatimi okumaya odaklamaya çalıştım. |
All forms of life have an instinctive urge to survive. | {i} dürtü Bütün hayvan türleri yaşamak için içgüdüsel dürtüye sahiptir. |
I urge caution. | {i} teşvik Tedbire teşvik ediyorum. |
Harun felt an urge to kill Mine. | zorlama Harun Mine'yi öldürmek için bir zorlama hissetti. |
Harun felt the urge to run away. | arzu Harun kaçma arzusu hissetti. |
inversion | inversiyon tersyüz etme tersyüz olma |
interpolation | ekleme yapma{i} ara değerini bulma{i} yazıya sözcük/cümle ekleyerek asıl metni değiştirmeeklenti |
conformance | uygunluk {i} uymaconformity {i} uyum sağlama |
regression | geri dönme deniz gerilemesi geri çekilme |
Harun came to France with the intention of studying French. | niyet Harun Fransızca öğrenme niyetiyle Fransaya geldi. |
What's the intention? | {i} amaç Amaç nedir? |
He has been intent on learning French. | {s} niyetli Fransızca öğrenmeye niyetlidir. |
I started to learn English with the aim of becoming a teacher. | amacıyla Ben bir öğretmen olmak amacıyla İngilizce öğrenmeye başladım. |
lessen | {f} küçültmek, eksiltmek, azaltmak; küçülmek, azalmakhafifletmek |
Even your faults do not lessen my respect for you, and in friendship this is what counts. | azaltmak Hatta senin hataların sana olan saygımı azaltmaz, ve arkadaşlıkta önemli olan budur. |
Even your faults do not lessen my respect for you, and in friendship this is what counts. | azalt Hatta senin hataların sana olan saygımı azaltmaz, ve arkadaşlıkta önemli olan budur. |
substitutable | yerine konabilir yeri değişebilir |
substitutable | Capable of being used as a substitute, valid as a replacement or alternate item Stevia is not substitutable for sugar in baking, the recipes won't work, they taste terrible. |
sub | ince tanecik (Tarım) küçük taneli (buğday vb)(İnşaat) ince tane |
fine graned | fine-grained Ayrıntılı detaylı fine-grained İncelikli, özenli |
fine grain | ince tanecik |
I'm just trying to consider all possibilities. | dikkate almak Ben yalnızca bütün olasılıkları dikkate almaya çalışıyorum. |
I'm just trying to consider all possibilities. | dikkate almak Ben yalnızca bütün olasılıkları dikkate almaya çalışıyorum. |
This sentence allows for multiple interpretations that I had to consider when translating. | göz önünde bulundurmak Bu cümle, çevrilmeye çalışıldığında göz önünde bulundurmam gereken birden fazla çeviriye imkan tanıyor. |
I didn't even consider what Harun might want to do. | hesaba katmak Harun'un ne yapmak isteyebileceğini hesaba katmamıştım bile. |
It is very important to consider the cultural background of the family. | {f} göz önüne almak Ailenin kültürel geçmişini göz önüne almak çok önemlidir. |
Harun refused to even consider my suggestion. | {f} düşünmek Harun benim teklifimi düşünmeyi bile reddetti. |
I'm just trying to consider all possibilities. | dikkate al Ben yalnızca bütün olasılıkları dikkate almaya çalışıyorum. |
I have an idea I'd like you to consider. | düşünüp taşınmak Düşünüp taşınmanı istediğim bir fikrim var. |
dont mock me | benimle alay etme |
thesaurus | {i} sözlükkavramlar dizini eşanlamlı eş anlamlılar |
it's cruel to mock a blind man | kör bir insanla alay etmek acımasızlıktır |
succinct | az ve öz |
succinct | {s} veciz, kısa ve öz, az ve özipek iplik ile çevrilip tutulmuş |
I'll be brief and concise. | özlü Kısa ve özlü olacağım. |
I'll be brief and concise. | kısa Kısa ve özlü olacağım. |
Realworterbuch gives a succinct account of the older views. | Real worterbuch eski görüşlerle ilgili kısaca anlatıyor. |
He knows how to assert himself | O kendini nasıl savunacağını biliyor. |
She is assertive | O iddialıdır. |
Tom is quite assertive | Tom oldukça iddialı. |
They asserted that it was true | Onlar doğru olduğunu iddia ettiler. |
I can be assertive if necessary | Gerekirse iddialı olabilirim. |
You need to learn to be assertive | İddialı olmayı öğrenmelisiniz. |
The rain was beneficial. | yararlı Yağmur yararlıydı. |
Sunshine is beneficial to plants. | faydalı Güneş ışığı bitkiler için faydalıdır. |
It inclined him to support us. | Onu bizi desteklemeye yöneltti |
I'm inclined to believe her. | eğilimli Ona inanmaya eğilimliyim. |
He is inclined to be lazy. | eğimli O tembel olmaya eğimlidir. |
We are inclined to forget this fact. | meyil Biz bu gerçeği unutmaya meyilliyiz. |
I'm inclined to give up smoking after hearing of the risks to my health. | Sağlığımın risklerini duyduktan sonra sigara içmeyi bırakma eğilimindeyim. |
Over the centuries the wind made the walls of the farmhouse incline. | Yüzyıllar boyu rüzgar çiftlik duvarlarını eğimlendirdi. |
The people following the coffin inclined their heads in grief. | Tabutu izleyen insanlar başlarını acıyla eğittiler. |
We want to comply. | Biz uymak istiyoruz. |
The convicted drug dealer was willing to comply with the authorities to have his death sentence reduced to a life sentence. | {f} boyun eğmek Mahkûm uyuşturucu satıcısı ölüm cezasını ömür boyu hapis cezasına düşürtmek için yetkililere boyun eğmeye istekliydi. |
You must comply. | (Tıp) uyumlu olmak Uyumlu olmalısın. |
We are faced with a strange situation that does not fit democracy. | uymak Demokrasiye uymayan garip bir durumla karşı karşıyayız. |
I forced him into complying with my wish. | boyun eğmek Benim arzuma boyun eğmesi için onu zorladım. |
You only have to follow the instructions. | talimatlara uymak Sadece talimatlara uymak zorundasın. |
His speech did not accord with his feelings. | uyum sağla Onun konuşması duygularıyla uyum sağlamadı. |
The directors were reluctant to undertake so risky a venture. | üstlenmek Yönetim kurulu üyeleri çok riskli bir girişimi üstlenmeye isteksiz. |
The directors were reluctant to undertake so risky a venture. | üstlen Yönetim kurulu üyeleri çok riskli bir girişimi üstlenmeye isteksiz. |
His undertaking failed for lack of funds. | {i} taahhüt Onun taahhütü fon eksikliğinden başarısız oldu. |
He accomplished the great undertaking at last. | {i} girişim Sonunda büyük bir girişimi başardı. |
She undertook the responsibility for the project. | üstlen Projenin sorumluluğunu üstlendi. |
She undertook the responsibility for the project. | üstlendi Projenin sorumluluğunu üstlendi. |
Contractor | inşaatçı kalfa (Ticaret) sözleşme tarafıgirişimci (Ticaret) müteahitüstenici yüklenici |
Have you seen Harun try to start a fire? | ateş yakmak Harun'un ateş yakmaya çalıştığını gördün mü? |
Have you seen Harun try to start a fire? | ateş yak Harun'un ateş yakmaya çalıştığını gördün mü? |
She threatened to set our house on fire. | ateşe vermek O, evimizi ateşe vermekle tehdit etti. |
No wonder that the presenter sounded weird, she was sick. | {f} şaşmak Sunucunun tuhaf göründüğüne şaşmamalı. O hastaydı. |
I wonder why Harun hasn't shown up yet. | merak Harun'un neden henüz gelmediğini merak ediyorum. |
She's a wonderful girl. | müthiş O müthiş bir kız. |
Don't worry about me. I'm OK. | merak et Beni merak etme. Ben iyiyim. |
No wonder that the presenter sounded weird, she was sick. | şaşmamalı Sunucunun tuhaf göründüğüne şaşmamalı. O hastaydı. |
I love the beloved. | aziz/sevgili Sevgiliyi seviyorum. |
Harun and Mine announced their engagement to their families. | nişan Harun ve Mine nişanlarını ailelerine duyurdular. |
Harun had a previous engagement. | {i} sözleşme Harun'un bir önceki sözleşmesi vardı. |
Harun and Mine announced their engagement to their families. | savaş/söz/randevu/nişan Harun ve Mine nişanlarını ailelerine duyurdular. |
Do you have any engagement tomorrow? | randevu Yarın herhangi bir randevun var mı? |
I'm looking for an engagement ring. | nişan yüzüğü Bir nişan yüzüğü arıyorum. |
He was quite decided in his determination. | {i} niyet O, niyetinde oldukça kararlıydı. |
he advanced with an unflinching determination | o ürkütücü bir kararlılıkla ilerledi |
persist | persist |
Notting | Notting |
his death marked the end of an era | Ölümü bir devrin sonunu işaret etti |
the dawn of the Christian era | Hıristiyan döneminin şafağı |
He found stronger churches manned by keener Christians , and came back encouraged | Hırslı Hıristiyanlar tarafından yönetilen daha güçlü kiliseler buldu ve cesaretlendirildi |
Node | Node |
every node on the Internet | İnternetteki her nokta |
Each shoot has several leaves arising from nodes located near its tip. | Her filizin ucunda bulunan düğümlerde birkaç yaprak vardır. |
We're willing to help you. | istekli Biz size yardım etmek için istekliyiz. |
I'm willing to help you. | gönüllü Sana yardım etmek için gönüllüyüm. |
Ask Harun if he's willing to work part-time. | isteme Harun'a, yarı zamanlı çalışmak isteyip istemediğini sorun. |
Harun wanted me to find out if you'd be willing to help us. | {f} iste Harun benim bize yardım etmek için istekli olup olmadığınızı öğrenmemi istedi. |
I can't say that the bullying didn't occasionally get to me, but I didn't let them intimidate me. | zorbalıkla zaman zaman karşılaşmadım diyemem, ama beni korkutmalarına izin vermedim. |
he tries to intimidate his rivals | rakiplerini göz korkutmaya çalışıyor |
the forts are designed to intimidate the nationalist population | kaleler milliyetçi nüfusu göz korkutmak için tasarlanmıştır |
She had been in here far too many times to allow the darkness to intimidate her in any way. | Karanlığın onu herhangi bir şekilde korkutmasına izin vermek için çok fazla burada bulunmuştu. |
Our country is still the target of terrorists who want to kill many and intimidate us all. | Ülkemiz hâlâ birçok kişiyi öldürmek ve hepimizi korkutmak isteyen teröristlerin hedefi. |
I think that's an unreasonable demand. | talep Onun mantıksız bir talep olduğunu düşünüyorum. |
They did not demand better working conditions. | talep etmek Onlar daha iyi çalışma koşulları talep etmedi. |
They did not demand better working conditions. | {f} talep et Onlar daha iyi çalışma koşulları talep etmedi. |
The price will change according to the demand. | talebe Fiyat talebe göre değişecek. |
The paint was carefully matched, and all original decals and stencils were applied. | Boya özenle eşleştirildi ve tüm orijinal desenler ve şablonlar uygulandı. |
I used to put the decals on the paper covers of my school books. | Çıkartmaları okul defterlerimin kağıt kapaklarına koyardım. |
A lovely t-shirt from hip shop ‘Plum’ with a decal of a graffiti artist spray painted onto the shirt. | Decal |
concern | ,endişe,concern, anxiety, worry, fear, fears, apprehension,ilgi,interest, attention, concern, care, relevance, affinity,merak,worry, curiosity, interest, concern, care, anxiety,kuruluş, |
such unsatisfactory work gives cause for concern | concern |
concern | relate to; be about.,the story concerns a friend of mine |
Carole gazed at her with concern | concern |
she was prying into that which did not concern her | onunla ilgisi olmayana merak ediyordu. |
the prospect should be of concern to us all | umut hepimizin endişe kaynağı olmalıdır |
I'm sick of you prying into my personal life | concern |
concern | inquire |
“How well do you know Berlin?” he inquired of Hencke | concern |
For any further information inquire at your town hall. | concern |
Greetings may be prolonged, for it is customary to inquire after a person's family, health, and work. | concern |
We rang at noon on the day, inquiring after a table, and were lucky to get one of the few that remained. | concern |
Like Schwab, it will give more information if the customer inquires . | concern |
She did not answer, and, bending her head a little, she looked inquiringly at him from under her brows, her eyes shining under their long lashes. | concern |
Smoking is harmful for your health. | zararlı Sigara içmek sağlık için zararlıdır. |
Smoking is harmful for your health. | zararlıdır Sigara içmek sağlık için zararlıdır. |
There's no harm done. | {i} zarar Zararı yok. |
Smoking is harmful for your health. | için zararlı Sigara içmek sağlık için zararlıdır. |
No one's going to harm you. | {f} kötülük etmek Kimse sana kötülük etmeyecek. |
harm | zarar |
harmful | it's fine as long as no one is inflicting harm on anyone else |
harmful | Do you think she'd inflict bodily harm on him? |
harmful | There has been particular concern that she would physically harm the child if allowed access. |
harmful | However, in the case of the U.S.-China textile trade, the U.S. imposed the measures before actual harm had taken place. |
harmful | it's unlikely to do much harm to the engine |
harmful | We accept that freedom of expression has the potential to cause harm to others. |
harmful | I can't see any harm in it |
harmful | this could harm his World Cup prospects |
harmful | Any residues that rinse out in the water would easily harm vulnerable seedlings and ruin your crop. |
wrapper | {i} kitap kabı{i} kaplık{i} puronun dış yaprağı{i} örtü{i} paket kâğıdı{i} sabahlık |
Maybe you could start sending the magazine out in a plain brown wrapper . | Belki dergiyi düz kahverengi bir sargıya göndermeye başlayabilirsiniz. |
she put a wrapper over her nightdress | onun gece elbisesine bir atkı koydu. |
Some sweet and fast food wrappers and plastic bottles littered the area. | Bazı tatlı ve hızlı yiyecek sarmalayıcılar ve plastik şişeler bölgeyi karıştırdı. |
The professor smiled slightly. | hafifçe Profesör hafifçe gülümsedi. |
The patient moved his lips slightly. | yavaşça Hasta, dudaklarını yavaşça kımıldattı. |
Harun seems slightly distracted. | hafiften Harun hafiften deli gibi görünüyordu. |
The Chinese automotive import market shows signs of slight growth. | {s} hafif Çinli otomotiv ithalat pazarı hafif büyüme sinyalleri gösteriyor. |
ufak Planlarla ilgili ufak bir değişiklik var. | There's been a slight change of plans. |
Some days, I am awfully grateful that I am of such a slight build… | slightly |
I mean, this isn't Shakespeare, it's slight and rather broad comedy. | slightly |
Ultimately, it all sounds rather petty and slight . | slightly |
He is too light, too slight , too trivial, a figure with insufficient gravity. | slightly |
The air temperature is 26 degrees and there is slight westerly breeze blowing. | slightly |
She often speaks with her fiancé. | nişanlı Nişanlısıyla sık sık konuşur. |
I'm Harun's fiancée. | nişanlı Ben Harun'un nişanlısıyım. |
We had to call in social services. This was obviously a case of child neglect. | ihmal Sosyal hizmetleri aramak zorunda kaldık. Bu apaçık bir çocuk ihmali olayıydı. |
He was blamed for neglect of duty. | {f} ihmal etmek O, görevini ihmal etmekle suçlandı. |
neglect | savsaklama aldırmama bakmama (Biyokimya) yok saymak |
He was blamed for neglect of duty. | {f} ihmal et O, görevini ihmal etmekle suçlandı. |
abandon | terketme{i} taşkınlık |
They had to abandon their vehicles in the snow. | Araçlarını karda terk etmek zorunda kaldılar. |
I think it's time for me to abandon that plan. | Sanırım o plandan vazgeçmemin zamanıdır. |
I'm not going to abandon you. | bırakmak Seni bırakmayacağım. |
There was an abandoned car by the river. | {s} terkedilmiş Irmağın kenarında terkedilmiş bir araba vardı. |
It will be yet another blow to Cheam and would ultimately tarnish the area and its image. | ultimately |
He intended to renovate it as his private house, but ultimately decided to turn it into a small hotel. | ultimately |
ultimately he has only himself to blame | ultimately |
Yesterday I was in a very dark, unhappy and, ultimately , self-destructive mood. | ultimately |
Sometimes the work involves talking to the people who will ultimately be snared by the team's investigations. | ultimately |
foster family | koruyucu aile |
Now, there is an opportunity to foster understanding and dialogue. | Şimdi, anlayış ve diyalog geliştirmek için bir fırsat var |
Call your state department of foster care and lend a hand. | foster |
a person who would foster Holly was found | foster |
I felt a bit like a foster child meeting new parents. | foster |
appropriate praise helps a child foster a sense of self-worth | foster |
It was amazing how the foster care system worked. | foster |
Is this going to help change things and foster understanding? | foster |
Studies conducted in prisons have shown that over 50 percent of the inmates had spent some point of their life in the foster care or in the juvenile system. | foster |
Several months later, I was placed in a foster care home. | foster |
A sense of reverence and humility foster the spirit most conducive to creation. | foster |
She got certified to be a foster parent and has been really, really helpful. | foster |
She seems to thrive on hard work. | Çok çalışmak ona iyi geliyor galiba |
thrive on | (bir şey) (birine/bir şeye) iyi gelmek |
thrive | Since expanding in June, the business has really thrived. |
thrive | Moneyed big companies seem to almost thrive on residents' apathy and the sentiment that the worst is as good as done. |
But literary journals and magazines have their own set of readers and thrive on them. | Ancak edebi dergilerin ve dergilerin kendilerine ait bir okuyucu kitleleri vardır ve bunlar üzerinde gelişirler. |
thrive | Cereals, beans, and vines thrive in between clumps of eucalyptus on the heavy but fertile clay soils. |
thrive | They differ from land forests because of the soil types and the fact that the plant life and trees thrive in salt water. |
thrive | There is also no doubt that certain sections of the media thrive on controversy rather than the positive aspects of the game. |
thrive | It's the underground genres that thrive on the Internet and the record labels know it. |
thrive | education groups thrive on organization |
thrive | Such is the lot of the actor, who must thrive on myriad challenges. |
thrive | It can mean anything which helps a family to function and where children thrive . |
thrive | Rice also thrives in the climate, and yields in the Sacramento Valley are the highest in the world. |
I refrained from voting. | oy kullanma Oy kullanmaktan kaçındım. |
voting | oylama |
deed | tapu |
deed | doing good deeds |
Clans identify with animals that performed a kind deed or may have helped an ancestor through a crisis. | deed |
This outrageously noble deed must not remain singular. | Bu çirkin asil iş tekil kalmamalıdır. |
deed | This outrageously noble deed must not remain singular. |
with the help of his friend's interpolations his story was eventually told | arkadaşının eklemelerinin yardımıyla, onun hikayesi sonunda anlatıldı. |
He smoothly interpolates fragments from other songs into his own. | Diğer şarkılardaki parçaları kendi içlerine düzgün şekilde yerleştirir. |
He interpolated a very critical comment in the discussion. | Tartışmada çok kritik bir yorum ekledi. |
this passage is clearly an interpolation by some later narrator | bu pasaj açıkça sonradan anlatıcının eklemesidir. |
A remark interjected in a conversation.,‘as the evening progressed their interpolations became more ridiculous’ | 'Akşam ilerledikçe, onların yorumlamaları daha gülünçleşti' (saçmalaştı,absürdleşti) |
narrator | hikâyeci |
The novel's first-person narrator is a most unpleasant man. | Romanın birinci kişinin anlatıcısı en tatsız bir adamdır. |
"And so we bid farewell to the dark continent, " the narrator intoned. | "Ve böylece karanlık kıtaya veda ediyoruz," şeklinde konuştu. |
It takes the talking book a step further through an unnamed first-person narrator . | Konuşan kitap,isimsiz ilk anlatıcısına bir adım daha ileri götürür. |
We also have a voice-over narrator to explain everything, along with lessons learned. | Ayrıca, öğrendiklerinin yanı sıra her şeyi açıklamak için bir sesli anlatıcı da var. |
a first-person narrator | narrator |
Mimi the narrator asks, " Can these be the facts? | narrator |
a religious broadcast with Johnny Morris as narrator | narrator |
fare | Ücret |
fare | The all inclusive fare for the three day trip is £130. |
fare | She loves Indian food, enjoys Swiss fare and cooks pasta at home. |
fare | In fact, more often than not, the air fare increases as seat availability decreases. |
fare | Otherwise it reads like so much of the entertainment fare that passes for news these days. |
fare | We'll let you know how the teams fare this year. |
fare | Adult return fare costs £21 and a child return is £10. |
fare | The taxi driver picked up a fare at the taxi office on Water Street. |
The distance is thirty miles; the fare ninety cents. | Mesafe otuz mil; ücret doksan cent. |
sole | My home is in my sole name and is valued at between €900,000 and €1.1m. |
Harun tried to attract someone's attention. | {f} çekmek Harun birinin dikkatini çekmeye çalıştı. |
It was attractive. | {s} çekici O çekiciydi. |
The idea is very attractive. | cazip Bu düşünce çok cazip. |
The coral reef is the region's prime attraction. | {i} cazibe Mercan kayalığı, bölgenin en önemli cazibesidir. |
Mine is a very attractive woman. | {s} cazibeli Mine çok cazibeli bir kadın. |
I think she is charming and attractive. | {s} alımlı Sanırım o, alımlı ve çekici. |
Cognizant | {s} haberdar{s} bilen{s} bilincinde olan{s} farkında olan{s} idrak yeteneği olan |
He doesn't seem to be aware of the conflict between my father and me. | {s} farkında O, babam ve benim aramdaki bir anlaşmazlığın farkındaymış gibi görünmüyor. |
I was not aware of a mosquito biting my arm. | farkında olmak Kolumu ısıran bir sivrisineğin farkında olmadım. |
Cognizant | People should be cognizant and aware of what's going on around them. |
Cognizant | Further, it is not that economists are not cognizant of the restrictive nature of rational self-interest. |
Cognizant | Men should always be cognizant of the fact that the women they seek to court are daughters, sisters, or even mothers. |
Cognizant | You don't think that they're not cognizant of the impact on the campaign? |
Cognizant | So we are very cognizant of the fact that they need rest and respite care. |
Cognizant | I suspect the architects are entirely cognizant of these principles and use them to their absolute advantage. |
Cognizant | For myself, I am entirely cognizant of the moral case for war. |
Cognizant | We are very cognizant of the subject of our correspondence. |
Your only remedy is to go to the law. | çare Tek çareniz hukuka başvurmak. |
remedy | {f} çözüm getirmek{i} tedavi{f} onarmak{f} tedavi etmek |
Hot lemon with honey is a good remedy for colds. | ilaç Ballı sıcak limon soğuk algınlığı için iyi bir ilaçtır. |
I'm trying to remedy the problem. | düzeltmek Bu sorunu düzeltmeye çalışıyorum. |
This is an effective remedy for crime. | {i} çözüm Bu, suç için etkili bir çözümdür. |
Nor is geometry, when taken into the assistance of natural philosophy, ever able to remedy this defect. | Ne de geometri, doğa felsefesi yardımı alındığında zaman, şimdiye kadar mümkün bu eksikliğin giderilmesini sağlamaktır ,. |
Uzaklığı belirlemek zor. | determine It is hard to determine the distance. |
He was a great influence on me. | Üzerime büyük bir etkisi oldu. |
Make a good translation of the sentence that you are translating. Don't let translations into other languages influence you. | etkilemek Çevirdiğiniz cümlenin iyi bir çevirisini yapın. Diğer dillere yapılan çevirilerin sizi etkilemesine izin vermeyin. |
Students are open to the influence of their teachers. | (Biyoloji) etkile Öğrenciler öğretmenlerinin etkilerine açıktırlar. |
Make a good translation of the sentence that you are translating. Don't let translations into other languages influence you. | etkileme Çevirdiğiniz cümlenin iyi bir çevirisini yapın. Diğer dillere yapılan çevirilerin sizi etkilemesine izin vermeyin. |
Young children should be exposed to good music. | müziğin etkisi Küçük çocuklar iyi müziğin etkisi altında bırakılmalıdır. |
The royal jewels are kept under lock and key. | bağlı Kraliyet mücevherleri kilit ve anahtara bağlı tutulur. |
elaborate | pseudocode |
pseudocode | elaborate |
Harun cooked an elaborate meal for Mine and himself. | özenle hazırlanmış Harun Mine ve kendisi için özenle hazırlanmış bir yemek pişirdi. |
His theory is based on elaborate investigation. | {s} ayrıntılı Onun teorisi ayrıntılı soruşturmaya dayanmaktadır. |
Can you elaborate? | {f} detaylandır Detaylandırır mısın? |
She made elaborate preparations for the party. | {s} özenli Parti için özenli hazırlıklar yaptı. |
elaborate | intricate, fancy, flashy, or showy I stared for hours at the elaborate pattern in the rug. |
I can see some intricate patterns in the picture. | karmaşık Ben resimde bazı karmaşık desenler görebiliyorum. |
She performed an intricate dance step. | Çok komplike bir dans gösterisi performansı sundu. |
stakeholder | (Ticaret) menfaat sahibi,paydaş, ,Bir bahis için ortaya konan parayı muhafaza eden kimse |
staff You have a staff meeting at 2:30. | 2.30'da personel toplantın var. |
personnel Mr. Yamada is in charge of the personnel section. | Bay Yamada personel bölümünden sorumludur. |
in charge of | sorumluluğunda |
We're in charge. | Sorumluyuz. |
A captain is in charge of his ship and its crew. | Bir kaptan, gemisinden ve ekibinden yükümlüdür. |
Harun should be in charge. | sorumlu olmak Harun sorumlu olmalı. |
Harun is still officially in charge. | görevde Harun hâlâ resmî olarak görevde. |
Harun denied the charge. | {f} suçlamak Harun suçlamayı kabul etmedi. |
It is free of charge. | {i} ücret Ücretsizdir. |
charge | I have to charge the battery of my car. |
Harun had to charge the battery. | Harun pili şarj etmek zorundaydı. |
He did not like responsibility. | Sorumluluktan hoşlanmazdı. |
in charge | görevli |
Come on, pick up the pace. | tempo Hadi, tempoyu artırın. |
His pace quickened. | yürüyüş Onun yürüyüşü hızlandı. |
Harun does things at his own pace. | hızını Harun işleri kendi hızınızda yapar. |
Please don't walk so fast. I can't keep pace with you. | yürümek Lütfen çok hızlı yürüme. Sana ayak uyduramıyorum. |
I tried to keep up with them, but eventually I fell behind. | yetişmek Onlara yetişmeye çalıştım ama sonunda geride kaldım. |
pace | Çok yavaş bir şekilde (Buzulların ilerleme hızına benzetilerek) Time seemed to go at a glacial pace. |
Harun does things at his own pace. | kendi hızı Harun işleri kendi hızınızda yapar. |
He walked at a quick pace. | büyük bir hızla O büyük bir hızla yürüdü. |
I have perambulated your field, and estimate its perimeter to be 219 paces | pace |
You have strong aspiration for excellence | Mükemmellik için güçlü bir özlemin var |
You have strong aspiration for excellence. | Mükemmeliyet için güçlü bir arzun var. |
attained | ulaşılmış erişilmiş kazanılmış |
One in ten children die before they attain the age of five years, adds the report. | Raporda, on oğlundan biri beş yaşına gelmeden ölüyor. |
Common mistakes made by novices include underestimating the size that trees will attain . | Acemiler tarafından yaygın olarak yapılan hatalar arasında, ağaçların ulaşacağı boyutu hafife alma da dahildir. |
human beings can attain happiness | insanlar mutluluk kazanabilir |
The reality sinks in when they attain puberty by which time they are told they have no choice. | Gerçeklik, ergenlik çağına girdikleri zaman batar, başka seçeneğin olmadığı söylenir. |
dolphins can attain remarkable speeds in water | yunuslar suda olağanüstü hızlara erişebilir |
dolphins can attain speeds in water which man cannot yet emulate | Yunuslar suyun içinde insanların henüz taklit edemediği hızları elde edebilir |
Newly formed leaves were excised once they attained full size. | Yeni biçimli yapraklar tam boyuta ulaştıklarında eksize edildi. |
No one should be allowed to disrupt the democratic achievements so far attained . | Elde edilen demokratik kazanımları hiç kimsenin bozmasına izin verilmemelidir. |
Planting trees is simple, attainable and the results can be seen right away. | Ağaç dikimi basit, ulaşılabilir ve sonuçlar hemen görülebilir. |
You have a positive attitude that generates energy in others | Diğerlerinde enerji üreten olumlu bir tutumunuz var. |
Harun decided to surrender | Harun teslim olmaya karar verdi. |
The ruling class will not surrender its power | Egemen sınıf yetkilerinden vazgeçmez. |
The police persuaded the criminal to surrender his weapon | Polis silahını teslim etmesi için suçluyu ikna etti. |
Harun didn't mention that he'd met Mine. | {f} söz etmek Harun Mine ile tanıştığından söz etmedi. |
I would appreciate if you didn't mention this to anyone. | bahsetmek Bundan kimseye bahsetmezsen müteşekkir kalırım. |
Harun didn't mention anything about that. | {i} söyleme Harun bu konuda hiçbir şey söylemedi. |
Harun didn't mention Mine. | (Havacılık) den söz etmek Harun Mine'den söz etmedi. |
Harun didn't mention that he'd met Mine. | söz etme Harun Mine ile tanıştığından söz etmedi. |
Did you mention my book? | {f} bahset Sen kitabımdan bahsettin mi? |
Harun didn't mention anything about that. | söylemek Harun bu konuda hiçbir şey söylemedi. |
Harun didn't want to name names. | isim vermek Harun isim vermek istemedi. |
Have you ever mentioned this to the teacher? | {f} bahset Hiç bundan öğretmene bahsettin mi? |
Harun didn't mention that he'd met Mine. | söz etmek Harun Mine ile tanıştığından söz etmedi. |
rub off | ovarak temizlemek sürtünmeyle çıkmak silip çıkarmak silmek |
Don't wear yourself out. | yıpratmak Kendinizi yıpratmayın. |
The warranty doesn't cover normal wear and tear. | aşınmak Garanti normal aşınma ve yıpranmayı içermemektedir. |
Everything is tough. | {s} zorlu Her şey zorlu. |
Tonight was tough. | çetin Bu gece çetindi. |
Harun was very tough. | {s} dayanıklı Harun çok dayanıklıydı. |
He seems like a softy on the surface, but at the core he's got an iron will that makes him an extremely tough negotiator. | {s} sağlam Dış görünüşte bir sümsük gibi görünüyor. Fakat özünde onu zorlu bir delege yapan sağlam bir iradesi var. |
This guy's tough. | {i} kabadayı Bu adam kabadayı. |
Times are tough. Try to be strong! | güçlü Devir kötü. Güçlü olmaya çalış! |
displease | gücendirmek |
why did that displease me so? | Later I asked myself |
‘That's a possibility that doesn't displease me,’ he said. | displease |
Everything I did seemed to annoy and displease him. | displease |
May I never laugh at their mistakes, or resort to ridicule when they displease me. | displease |
Not that there were no moments to displease him. | displease |
Every week he pours out his bile on all who displease him. | displease |
offend. I no longer want to offend anyone. | Artık kimseyi rahatsız etmek istemiyorum. |
Why not hit him up for some assistance on the rebuilding project?. | Yeniden inşa projesine yardım etmek için neden ona borç vermediniz? |
offence | {i} suç{i} saldırı{i} tecâvüzhücum gücendirme |
He was unaware of the enormity of the offense. | saldırı Saldırının büyüklüğünden habersizdi. |
You didn't commit a serious crime. | suç işlemek Ciddi bir suç işlemedin. |
offence | he made it clear he'd taken offence |
We will exempt you from attending. | muaf Seni katılmaktan muaf tutacağız. |
We will exempt you from attending. | {f} muaf tut Seni katılmaktan muaf tutacağız. |
You have a personal tax exemption of 500,000 yen. | muafiyet 500.000 yenlik bir kişisel vergi muafiyetin var. |
There is no special exemption from English law for health professionals. | Sağlık uzmanları için İngiliz kanunlarından özel bir istisna yoktur. |
I also grant him exemption from the two-year practical experience requirement. | Ona iki yıllık pratik deneyim gereksiniminden muafiyet tanıyorum. |
The industry's block exemption from normal competition rules expires in September 2002. | Endüstrinin normal rekabet kurallarına göre engeli muafiyeti, Eylül 2002'de sona eriyor. |
vehicles that may qualify for exemption from tax | vergiden muafiyet için uygun araçlar |
slick | yüze gülücü tatlı dilli üçkâğıtçı yapmacık kibar kaygan |
Don't swallow that slick propaganda. | kaygan Bu kaygan propagandayı yutma. |
Afterwards, the Austrian chancellor said that I broke all the taboos. | Daha sonra Avusturya Başbakanı tüm tabuları kırdığımı söyledi. |
He is the founder and the chancellor of Liberty University and the founder of the Moral Majority Coalition. | Özgürlük Üniversitesinin kurucusu ve şansölyesi ve Ahlak Çoğunluk Koalisyonunun kurucusu. |
perk | {i} ikramiye şen yan gelir neşeli maaşın dışındaki gelir |
she showed us how to perk the coffee | o bize bir kahvenin nasıl kafaya dikildiğini gösterdi. |
Well that's just the thing to perk my spirits up . | Benim ruhlarımı uyandıran şey budur. |
There was nothing like a little betting to perk his spirits up . | Ruhlarını canlandırmak için için küçük bir bahis gibi bir şey yoktu. |
The cop, increasingly pleased with the perks of this job, goes into the theater. | Bu işin avantajlarından giderek memnun olan polis tiyatroya giriyor. |
They enjoy superior grade vehicles, drivers and many other perks . | Üst sınıf araçların, sürücülerin ve diğer pek çok avantajın tadını çıkarıyorlar. |
The 1st film was bad, but it had comedy moments in it to perk it up . | 1. film kötü oldu, ancak filmi canlandırmak için komedi anları vardı. |
One of the perks of the job is free tickets to local gigs. | İşin ikramiyesinden birisi, yerel konserlere ücretsiz bilet. |
And the job has its perks , including occasional dates with rock icons. | Ve işin, kaya simgeleriyle ara sıra geçen tarihler de dahil olmak üzere ikramiyeleri vardır. |
They gave me time off to go climb mountains, and I was entitled to other perks like staff travel. | Bana dağlara tırmanmak için izin verdiler ve personel seyahatleri gibi diğer ikramiyeleri almaya hakkım oldu. |
waste of a call | Yanlış ihbar |
don't quote her. | alıntı yapma. |
Its motto is a quote from Martin Luther King: ‘Our lives begin to end when we become silent about things that matter.’ | Sloganı, Martin Luther King'den alıntı yapıyor: "Önemli olan şeyler hakkında sessiz olduğumuzda hayatlarımız son buluyor." |
But he admits that it's favoured by people who, and I quote him word for word, ‘neither speak English nor Spanish properly’. | Fakat o, kendisine sözcüğünü söyleyen insanlar tarafından tercih edildiğini itiraf ediyor; 'ne İngilizce, ne de doğru İspanyolca konuşuyorsun'. |
He is now awaiting an insurance quote to ascertain the cost of repairing damage to both the statue and its foundations. | Hem heykele hem de vakıflara hasarın onarılmasının maliyetini belirlemek için bir sigorta teklifi bekliyor. |
I got a great insurance quote , which is really the last thing I have to provide before we close. | Büyük bir sigorta teklifim var, bu da kapatılmadan önce vermek zorunda olduğum en son şey. |
Six weeks later several flustered psychiatrists had to admit failure. | Altı hafta sonra, birkaç rahatsız edici psikiyatrist başarısızlığı itiraf etmek durumunda kaldı. |
His refusal to admit failure was breathtaking. | Başarısızlığı kabul etmeyi reddetmesi nefes kesici oldu. |
When will they be gracious enough to admit failure? | Başarısızlığı kabul etmek için ne zaman neşeli olacaklar? |
The District Judge took the view that ‘a judgment is a judgment is a judgment’ and refused to admit the evidence. | Bölge Hakimi, bir yargılama, bir yargılama bir karardır ve bir delil olduğunu itiraf etmeyi reddetti. |
we admit 50 students every year | her sene 50 öğrenci kabul ediyoruz |
Are you embarrassed to swallow your pride and admit your oversight? | Gururunu yutmaktan ve utançlarını kabul etmekten utanır mısın? |
after searching for an hour, she finally had to admit defeat | Bir saat arandıktan sonra nihayet yenilgiyi kabul etmek zorunda kaldı. |
The good-looking wonderkid who can't ever admit defeat. | Şimdiye kadar yenilgiyi kabul edemeyen iyi görünümlü mucize. |
the courts can refuse to admit police evidence which has been illegally obtained | mahkemeler yasadışı olarak elde edilen polis kanıtlarını kabul etmeyi reddedebilir |
all the way down | sonuna kadar |
reckon | tahmin et tahmin etmek |
I reckon so | Tahmin edebiliyorum |
I don't think he has any friends since he ratted to the Feds | Federalleri taklit ettiğinden beri onun hiç arkadaşı olduğunu sanmıyorum. |
I loathe that program | Bu programdan nefret ediyorum |
I drove all the way | Sonsuza dek sürdüm |
inferred | anlam çıkarmak infer{f} sonuç çıkarmakinferanlamına gelmek inferÇıkarım yapmak infersonucunu çıkarmak inferanlamak infersonucuna varmak |
She always acts politely toward everybody. | {e} e karşı O her zaman herkese karşı kibarca hareket eder. |
Let's walk toward town. | e doğru Şehre doğru yürüyelim. |
Harun took another step toward Mine. | doğru Harun Mine'ye doğru bir adım daha attı. |
Harun has been very friendly toward me. | yakın Harun bana karşı çok cana yakın. |
Harun walked toward the kitchen holding a small box. | mutfağa doğru Harun küçük bir kutu tutarak mutfağa doğru yürüdü. |
I thought Harun would plant the tulips near the oak tree. | meşe ağacı Harun'un, laleleri meşe ağacının yanına dikeceğini sanıyordum. |
He decided neither to advance nor to retreat. | ilerlemek O ne ilerlemeye ne de geri çekilmeye karar verdi. |
Writers such as novelists and poets don't seem to benefit much from the advance of science. | {i} avantaj Romancılar ve şairler gibi yazarlar bilimin avantajından çok fazla yararlanıyor gibi görünmüyorlar. |
I would like to thank you in advance for the information. | peşin Bilgi için sana peşinen teşekkür ederim. |
We have to pay in advance. | peşin olarak Peşin olarak ödemek zorundayız. |
I'm going to teach one of Harun's advanced classes while he's in Boston. | ileri O, Boston'dayken Harun'un ileri sınıflarından birine öğretmenlik yapacağım. |
We knew that in advance. | önceden Biz önceden biliyorduk. |
Lord, guard and guide us today! | öncü Allah'ım, bugün bizi koru ve bize öncülük et! |
There was no advance warning. | önceden uyarı Önceden uyarı yoktu. |
Some animals will not breed when kept in cages. | yavrulamak Bazı hayvanlar kafeste tutulduğunda yavrulamazlar. |
This dog breed has very special markings. | ırkı Bu köpek ırkının çok özel işaretleri var. |
Breed | soy {f} üremek{f} üretmek{f} yetiştirmek{i} cinsbüyütmek eğitmek (hayvan) doğurmak damızlık olarak beslemek başlangıcı olmak yol açmak tür çeşit |
Best-of-Breed | türünün en iyisi |
This word is derived from Greek. | türet Bu kelime Yunancadan türetilmiştir. |
Many English words derive from Latin. | Birçok İngilizce kelime Latinceden türetilir. |
innovate | {f} yenilik getirmekyenilik yap değişiklik yapmak {f} yenilik yapmak |
you resemble your mother | annene benziyorsun |
they seemed to resemble each other closely | birbirlerine yakından benziyor gibiydi |
some people resemble their dogs | Bazı insanlar köpeklerini andırıyor |
two cult members have died so far in the four-day siege | İki kült üyesi şu ana kadar dört günlük kuşatmada öldü |
siege warfare | kuşatma savaşı |
A police siege of his house ended peacefully with his surrender to authorities. | Evinin polis kuşatması otoritelere teslim olanaklarıyla barış içinde sonuç verdi. |
To capture a town through a siege one must, according to Philon, make proper use of machines such as catapults and other war engines. | Kuşatma yoluyla bir kasabayı yakalamak için, Philon'a göre, mancınıklar ve diğer savaş motorları gibi makineleri doğru bir şekilde kullanmalısınız. |
A violent episode from York's past will be brought back to life this Bank Holiday when the Civil War siege of the city is re-enacted. | York'un geçmişinden gelen şiddetli bir bölüm, şehirdeki Civil War kuşatması tekrar yürürlüğe girdiğinde bu Bank Holiday'in hayatına geri getirilecek. |
Most of the cities were already being filled with food and supplies for the siege , though it was slow and tedious work. | Şehirlerin çoğu kuşatma için yiyecek ve malzemelerle doluydu, ancak yavaş ve sıkıcı bir işti. |
‘We're doing our best to prepare our city for defense in case of siege ,’ she said as I shot my own arrow. | "Kuşatma durumunda şehrimizi savunmaya hazırlamak için elimizden gelenin en iyisini yapıyoruz" dedi kendi okudum. |
This also marks the introduction of siege warfare and the deliberate efforts to counter static defenses. | Bu aynı zamanda kuşatma savaşının başlatılmasına ve statik savunmaları önlemek için kasıtlı çabalara işaret ediyor. |
Now all you need are the supplies to withstand the coming siege . | Şimdi tek ihtiyacınız olan kuşatmaya dayanacak malzemeler. |
A police siege of his house ended peacefully with his surrender to authorities. | Evinin polis kuşatması otoritelere teslim olanaklarıyla barış içinde sonuç verdi. |
I know you won't disappoint me. | hayal kırıklığına uğratmak Beni hayal kırıklığına uğratmayacağını biliyorum. |
They want to riot. | isyan etmek Onlar isyan etmek istiyor. |
It was a riot. | {i} isyan O bir isyandı. |
Harun is a riot. | fitne Harun bir fitne. |
I said "the riot didn't tear up the community." | Dedim ki, "isyan, toplumu parçalamamıştı." |
A small community emerged. | ortaya Küçük bir topluluk ortaya çıktı. |
Japan is still struggling to emerge from recession. | kurtulmak Japonya durgunluktan kurtulmak için hala mücadele veriyor. |
Harun glared at Mine with hatred and disgust. | nefret Harun kin ve nefretle Mine'ye baktı. |
the very circumstance which renders it so innocent is what chiefly exposes it to the public hatred. | onu masum kılan çok durum, başta kamusal nefrete maruz bırakmaktır. |
it stirs up sectarian hatred | mezhepsel nefreti uyandırır |
Only their angry eyes were visible and it was clear they had hatred in their hearts. | Sadece öfkeli gözleri görüldü ve yüreklerinde nefret ettikleri açıktı. |
racial hatred | ırksal nefret |
his murderous hatred of his brother | kardeşine olan canice nefreti |
Being racist is to hate on the basis of racial difference and to incite racial hatred . | Irkçı olmak, ırk farklılığına dayanmaktan ve ırksal nefrete teşvik etmekten nefret etmektir. |
I stretch before exercising to prevent injury. | (İnşaat) yaralanma Egzersiz yapmadan önce yaralanmayı önlemek için gerinirim. |
I was aching from the injury. | {i} yara Yaram ağrıyor. |
Just a word can do harm to a person. | kişiye zarar Sadece bir kelime bir kişiye zarar verebilir. |
I stretch before exercising to prevent injury. | yaralanma Egzersiz yapmadan önce yaralanmayı önlemek için gerinirim. |
You should learn to restrain yourself. | dizginlemek Kendini dizginlemeyi öğrenmelisin. |
strain | gerginleştirmek {f} gerilmek{f} kasılmakçok gayret etmek |
Take care not to strain your eyes. | {i} zorlama Gözlerini zorlamamaya dikkat et. |
The rope broke under the strain. | baskı Halat baskı altında kırıldı. |
Amos had to restrain his impatience | Amos sabırsızlığını hafifletmek zorunda kaldı |
The government had worked hard to restrain price rises for the campaigning period. | Hükümet, kampanya dönemi için fiyat artışlarının sınırlandırılması için çok çalışıyordu. |
I replied, unable to restrain my fast spreading grin. | cevapladım, ama sırıtmama da engel olamadım |
His shoulders were shaking in an attempt to restrain himself and appear strong in front of his brother. | Omuzları kendini savuşturmak için sarsıldı ve kardeşinin önünde güçlü görünüyorlardı. |
It takes a strong amount of concentration to restrain total loss of control | Toplam kontrol kaybını azaltmak için yoğun miktarda konsantrasyon gerekir |
Finally, he reached into his knapsack, removing a pair of handcuffs and leg shackles to restrain Nathan. | Sonunda, sırt çantasına uzandı ve Nathan'ı sınırlamak için bir çift kelepçe ve bacaklar söktü. |
the need to restrain public expenditure | kamu harcamalarının sınırlandırılması ihtiyacı |
She gave up surprisingly easy, and was quickly carted into isolation, restrained by handcuffs. | Şaşırtıcı derecede kolay vazgeçti ve hızlı bir şekilde kelepçelerle sınırlanmış izolasyona alındı. |
She was acting contrary to the woman's legal right not to be physically restrained . | Kadının yasal olarak fiziksel olarak sınırlanmamasına aykırı davranıyordu. |
Gabrielle ground her teeth contemptuously, restraining herself from yelling back. | Gabrielle dişlerini kibirli bir şekilde yere bağladı ve kendini bağırmaktan alıkoydu. |
I would rather die than yield. | teslim olmak Teslim olmaktansa ölmeyi tercih ederdim. |
The bad weather will affect the yield. | {i} verim Kötü hava verimi etkileyecek. |
yield | {i} kazançverimlilik {f} yol vermek |
they might yield up their secrets | sırlarını açığa vurabilirler |
Science must not yield any of its own ground. | Bilim kendi alanlarından hiçbirini üretmemelidir. |
they are forced to yield ground | zemini vermek zorunda kalıyorlar |
the milk yield was poor | süt verimi zayıftı |
They are still refusing to yield up their weapons. | Hâlâ silahlarını almaya razı olmuyorlar. |
The ordinary people refused to yield up their humanity. | Sıradan insanlar insanlıklarını üretmeyi reddetti. |
an annual dividend yield of 20 per cent | yıllık temettü oranı% 20'dir |
they might yield up their secrets | sırlarını açığa vurabilirler |
There's absolutely no reason to yield up either and we will not. | İkisini birden vermek için hiçbir sebep yok, olmaz. |
such investments yield direct cash returns | bu tür yatırımlar doğrudan nakit getiri getirir |
These arrangements can yield distribution and processing savings on both sides. | bu tür yatırımlar doğrudan nakit getiri getirir |
Many newspaper reporters attended the trial. | Davaya birçok gazete muhabiri katıldı. |
This is a hearing, not a trial. | yargılama Bu bir yargılama değil bir duruşmadır. |
The trial was fair. | deneme Deneme adildi. |
Harun was prepared to go to trial. | {s} mahkeme Harun mahkemeye gitmeye hazırlanıyordu. |
I bore this trial. | {i} çile Bu çileye katlandım. |
We learn by trial and error. | deneme ve yanılma Biz deneme ve yanılma ile öğreniriz. |
Trial and error is essential to progress. | deneme yanılma Deneme yanılma, ilerleme adına çok ehemmiyetlidir. |
The lawyer asked the judge to make allowance for the age of the accused. | suçlanan Avukat yargıca suçlananların yaşlarını göz önünde tutmasını rica etti. |
The accused was acquitted on two of the charges. | {i} sanık Sanık, hakkındaki iki suçlamadan beraat etti. |
Harun hasn't been accused of anything. | {f} suçla Harun herhangi bir şeyle suçlanmadı. |
Don't accuse the leader. | suçlamak Lideri suçlamayın. |
Harun hasn't been accused of anything. | suçlanmak Harun herhangi bir şeyle suçlanmadı. |
Do people ever accuse you of being obsessive? | suçla İnsanlar seni hiç sabit fikirli olarak suçlar mı? |
The accused was acquitted on two of the charges. | sanık Sanık, hakkındaki iki suçlamadan beraat etti. |
She told me straight up that she did not want to go | Doğrudan bana gitmek istemediğini söyledi. |
Gimmie a margarita, straight up | Gimmie margarita, düz yukarı |
steady mind | istikrarlı zihin |
I expect my employees to keep their minds on the job | Çalışanlarımın zihinlerini işyerinde tutmasını bekliyorum |
I don't mind the rain | Yağmurun umurumda değil |
never mind the opinion polls | kamuoyu yoklamalarını boşver |
be early to bed tonight, mind | bu gece yatmak için erken ol, akıl |
can you mind the child for me? | çocuğu benim için alabilir misin? |
Tomorrow, the verdict for Harun will be announced. | mahkeme kararı Yarın Harun için mahkeme kararı açıklanacak. |
The jury found Harun not guilty. | suçlu bulmak Jüri Harun'u suçlu bulmadı. |
The jury deliberated for more than 13 hours to reach a majority verdict . | Jüri, çoğunluk kararı almak için 13 saatten fazla bir süre görüştü. |
Naturally you would prefer a verdict in your favour, but it is better than losing, is it not? | Doğal olarak lehinize bir kararı tercih edersiniz, ancak kaybetmekten iyidir, değil mi? |
the jury returned a verdict of ‘not guilty.’ | jüri 'suçlu olmadığı' kararı verdi. |
Much of the verdict is now left up to the public, with the sale of tickets acting much like a ballot box. | Kararın çoğu artık bir sandık gibi hareket eden biletleri satarak halka bırakılmıştır. |
this seems a fair verdict on the tabloids | Bu, gazeteler hakkında adil bir karar gibi görünüyor |
The California court held that peer review evidence was inadmissible and upheld a jury verdict for the defendant. | Kaliforniya mahkemesi, hakemli eleştiri kanıtlarının kabul edilemez olduğunu ve sanık için jüri kararı onayladığını ileri sürdü. |
The defence moves for a directed verdict of acquittal on count two. | Savunma, ikinci sırada beraat kararına karşı hareket etti. |
In my view, a directed verdict of acquittal is clear-cut in these circumstances. | Benim görüşüme göre, beraat kararı bu koşullar altında netleşti. |
I'm anxious to know your verdict on me | Benim hakkında Kararını merak ediyorum |
Harun had to rewrite his essay. | makale Harun makalesini tekrar yazmak zorundaydı. |
It took me 2 hours to finish the essay. | yazı Yazıyı bitirmek 2 saatimi aldı. |
Harun helped me write this essay. | Harun bu denemeyi yazmama yardım etti. |
Some of the essays are very interesting. | denemeler Denemelerden bazıları çok ilginç. |
I failed the essay test. | (Dilbilim) yazılı sınav Yazılı sınavda başarısız oldum. |
I think I did a reasonable science essay on house design. | Sanırım ev tasarımı konusunda makul bir bilim denemesi yaptım. |
a misjudged essay in job preservation | iş korunmasında yanlış değerlendirilmiş bir makale |
That might be the inevitable price of writing short essays . | Kısa denekler yazmak kaçınılmaz bir fiyat olabilir. |
I went on to publish essays , short stories, poetry, and political commentaries. | Denemeler, kısa öyküler, şiir ve siyasi yorumlar yayınlamaya devam ettim. |
The newsreader forced a glassy smile and essayed a limp defence. | Haber okuyucu, gülümseyen bir gülümsemeye neden oldu ve gevşek bir savunma denedi. |
Harun will never suspect a thing. | şüphelenmek Harun asla bir şeyden şüphelenmeyecek. |
I am beginning to suspect that I am the love of my life. | kuşkulanmak Hayatımın aşkı olduğumdan kuşkulanmaya başlıyorum. |
I'm a suspect. | şüpheli Ben bir şüpheliyim. |
Harun doesn't suspect a thing. | Harun bir şeyden şüphelenmiyor. |
The man suspected of murdering Harun has been arrested by the police. | Harun'u öldürdüğünden şüphelenilen adam polis tarafından tutuklandı. |
They must have suspected me of stealing. | Çalmayla ilgili olarak benden şüphelenmiş olmalılar. |
insurrection | ayaklanma {i} başkaldırmaisyan insurrectionist isyan taraftan insurrectionaryisyan kabilinden insurrectional {i} ihtilal |
insurrectionary | isyancı {s} isyan niteliğinde |
misconduct | {i} kötü davranışgörevi kötüye kullanma suiistimal |
Douglas did not oppose slavery. | karşı koymak Douglas, köleliğe karşı koymadı. |
I think Harun doesn't have the courage to oppose Mine. | {f} karşı çıkmak Sanırım Harun'un Mine'ye karşı çıkma cesareti yok. |
Don't oppose him. | {f} karşı gelmek Ona karşı gelmeyin. |
We should oppose these attempts to force through a premature consensus. | Bu çabalara, erken görüş birliğiyle zorla kabul ettirmeye karşı çıkmalıyız. |
Our national interest is such that we would oppose any attempt to weaken the jurisdiction of coastal states. | Milli menfaatimiz, kıyı devletlerinin yargı yetkisini zayıflatmaya yönelik her türlü girişimin karşı çıkacağı şekildedir. |
I made it known that I was a candidate and nobody thought it worthwhile to oppose me.… | Aday olduğumu ve kimsenin bana karşı gelmenin ne kadar değerli olduğunu ... ... fark ettim. |
You could see that in the faces of the people there last night and they would obviously oppose any attempt to remove him. | Dün gece oradaki insanların yüzlerinde bunu görebiliyordu ve açıkçası onu terk etme girişimine karşı çıkıyorlardı. |
a candidate to oppose the leader in the presidential contest | başkanlık yarışmasında liderliğe karşı çıkmak için bir aday |
those of you who oppose capital punishment | ölüm cezasına itiraz edenler |
a candidate to oppose the leader in the presidential contest | başkanlık yarışmasında liderliğe karşı çıkmak için bir aday |
There were no opposers and no counter proposals. | Karşı taraf yoktu ve karşı önerileri yoktu. |
They have opposed every attempt to raise the minimum wage over the past two generations. | Son iki kuşaktan asgari ücreti yükseltmek için yapılan her girişimden bahsediyorlardı. |
The left opposes any attempt to ban such groups. | Sol, bu tür grupları yasaklamaya yönelik herhangi bir girişimde bulunulmasına karşı. |
Several students have opposed the attempts to divert the campaign along divisive communal lines. | Birkaç öğrenci, kampanyayı bölücü ortak hatlar boyunca yönlendirme girişimlerine karşı çıktı. |
complement | (fiil) tamamlamak (Mukavele) tamamlayıcı herhangi bir şey |
You should complement your nutrition with vitamins. | {f} tamamlamak Beslenmeni vitaminlerle tamamlamalısın. |
Those children who did survive suffered from disfiguring deformities. | Hayatta kalan çocuklar şekil bozukluklarından muzdaripti. |
Even if he lived his injuries would leave deep scars, disfiguring him. | Yaralı olsaydı bile, yaraları derin yaralar bırakarak onu incitirdi. |
Only her eyes, pure, bright, blue, were untouched by the ravages of disfiguration . | Yalnızca gözleri, saf, parlak, mavi, bozulma yıkımları tarafından dokunulmamıştı. |
Graffiti disfiguring our public and private buildings is a scourge of modern society. | Kamusal ve özel binalarımızı tahrip eden graffiti, modern toplumun bir belasıdır. |
It has affected the whole area, disfiguring the whole neighbourhood. | Bütün mahalleyi etkisiyle tüm mahalleyi mahvediyor. |
Severe inflammatory acne can cause disfiguring cysts and deep scars. | Şiddetli iltihaplı akne, kistlerin bozulmasına ve derin izlerin oluşmasına neden olabilir. |
accordingly | bu yüzden bu doğrultuda binaenaleyh buna bağlı olarak ona sebep |
You must judge the situation and act accordingly. | ona göre Durumu tartmalı ve ona göre hareket etmelisin. |
His speech did not accord with his feelings. | uyum Onun konuşması duygularıyla uyum sağlamadı. |
we have to discover what his plans are and act accordingly | onun planlarının ne olduğunu keşfetmek ve buna göre hareket etmek zorundayız. |
She is a fascinating character, has learned from her experiences and accordingly lives life to the full. | O büyüleyici bir karakter, deneyimlerinden öğrendi ve buna göre hayat dolu yaşıyor. |
Slaves are viewed by their owners as property, and are bought and sold accordingly . | Köle sahipleri tarafından mülk olarak görülür ve buna göre satılır ve satılır. |
If anyone has any interest in keeping Meadowcroft home open, then vote accordingly at the next election. | Köle sahipleri tarafından mülk olarak görülür ve buna göre satılır ve satılır.... |
The tenant for life of settled land holds the legal estate and accordingly has the right to occupy the property. | Yerleşim yeri arazisinin ömrü boyunca kiracı yasal araziyi elinde tutuyor ve buna göre araziyi kullanma hakkı bulunuyor. |
You will be given the chance to correct your ways and progress in the afterlife accordingly . | Buna göre, ömrünüzdeki ilerlemelerinizi ve ilerlemelerinizi düzeltme şansı verilecektir. |
The next step is determining the severity of the disaster and responding accordingly . | Bir sonraki adım felaketin ciddiyetini belirlemek ve ona göre cevap vermek. |
we have to discover what his plans are and act accordingly | onun planlarının ne olduğunu keşfetmek ve buna göre hareket etmek zorundayız. |
Linda is more concerned about the impact of port wine on health. | Linda, liman şarabının sağlık üzerindeki etkisinden daha fazla endişe duyuyor. |
they became concerned about her | onlar hakkında endişe ettiler |
all of the people concerned were at the meeting | ilgili tüm insanlar toplantının içindeydi |
In a quiet voice she explained that they were all concerned about what was going on. | Sessiz bir sesle, neler olup bittiğinden endişe duyduklarını açıkladı. |
I want to go on a journey around the world if possible. | {f} geziye çıkmak Ben mümkünse dünyanın etrafında bir geziye çıkmak istiyorum. |
Harun doesn't need your advice. | öğüt Harun'un öğütünüze ihtiyacı yok. |
There is no need to take his advice if you don't want to. | {i} nasihat Eğer istemiyorsan onun nasihatini dinlemeye gerek yok. |
Harun should ask Mine for advice. | {i} fikir Harun Mine'ye fikir sormalıdır. |
She decided to take legal advice. | {i} danışma O yasal danışmanlık almaya karar verdi. |
I appreciate the advice. | {i} tavsiye Tavsiyeyi takdir ediyorum. |
You were wise not to follow his advice. | {i} akıl Onun tavsiyesini dinlemeyecek kadar akıllıydın. |
I'm not very good at giving advice. | tavsiye vermek Tavsiye vermede çok iyi değilim. |
I'm starting to doubt you. | şüphelenmek Senden şüphelenmeye başlıyorum. |
I believe beyond doubt that she is innocent. | Onun masum olduğuna kuşkusuz olarak inanıyorum. |
I don't doubt that he's done it. | Onun onu yaptığından şüphe etmiyorum. |
I doubt which sentence is grammatically correct. | Dilbilgisel olarak hangi cümlenin doğru olduğundan kuşkulanıyorum. |
I began to doubt the accuracy of his statement. | Onun ifadesinin doğruluğundan şüphe etmeye başladım. |
What's Harun's status? | durum Harun'un durumu ne? |
What's your status? | mevki Sizin mevkiniz nedir? |
Harun's analysis of the situation seems correct. | (Askeri) durum analizi Harun'un durum analizi doğru görünüyor. |
I want a status report. | durum raporu Bir durum raporu istiyorum. |
I went in the direction my friend indicated. | {f} göster Ben arkadaşımın gösterdiği yönde gittim. |
Smiles do not always indicate pleasure. | göstermek Gülümsemeler her zaman zevk göstermez. |
Don't rely on him. | (Nükleer Bilimler) güvenmek Ona güvenmeyin. |
sole proprietorship | tek mülkiyet |
Perception | Algı |
One such front involves the extension of human visual perception beyond visible wavelengths. | Böyle bir cepheden insan görsel algısının görünür dalga boylarının ötesine uzanması gerekiyor. |
In my judgment it is legitimate to have regard to public perception when considering the characteristics of a penal system. | Benim kararıma göre, bir ceza sisteminin özelliklerini değerlendirirken toplumsal algıyı dikkate almak meşrudur. |
When older, we also lose depth perception and the ability to distinguish contrast. | Yaşlandığında, derinlik algısını ve kontrastı ayırt etme yeteneğini kaybederiz. |
the normal limits to human perception | insan algılamasının normal sınırları |
Sharpen visual perception and increase ability to estimate accurately. | Görsel algıyı keskinleştirir ve doğru tahmin etme kabiliyetini arttırır. |
Hollywood's perception of the tastes of the American public | Hollywood'un Amerikan halkının zevklerini algılaması |
That's certainly the popular perception here in America too, but it's not confirmed by the facts. | Kesinlikle burada Amerika'da popüler olan algı da var, ancak gerçekler tarafından doğrulanmadı. |
Hollywood's perception of the tastes of the American public | Hollywood'un Amerikan halkının zevklerini algılaması |
He uses perception and intuition in his coaching style. | Koçluk tarzında algı ve sezgiler kullanır. |
Such an approach further challenges popular perception . | Böyle bir yaklaşım, popüler algıyı daha da zorluyor. |
People who have extrasensory perception are said to be psychic. | Algı aşırı duygusal olanların psişik olduğu söylenir. |
Hypnosis was successful in reducing pain perception for all 12 participants. | Hipnoz, tüm 12 katılımcının ağrı algılamasını azaltmada başarılı oldu. |
perceptual | algısal |
deadlock | açmaz Kaynak Bekleme kördüğüm |
We must try to break the deadlock. | Engeli aşmaya çalışmalıyız. |
The deadlock was inevitable. | çıkmaz kaçınılmazdı. |
Three minutes into the extra period Avenue finally broke the deadlock . | İlave dönemde Caddesi 3 dakika içinde sonunda kilit çıkınca kırıldı. |
From what we have seen so far in Congress, the deadlock is being repeated there. | Bugüne kadar Kongre'de gördüğümüze göre, kilitlenme orada tekrarlanıyor. |
an attempt to break the deadlock | kilitlenmeyi kırma girişimi |
Harun accepted the inevitable. | kaçınılmaz Harun kaçınılmazı kabul etti. |
it's inevitable that the experiment will fail | denemenin başarısız olması kaçınılmazdır |
It recognises that human error is inevitable and should be anticipated. | İnsan hatasının kaçınılmaz olduğunu ve öngörülmesi gerektiğini kabul eder. |
affiliate marketing | bağlı pazarlama |
Similarly, a company may draw components and supplies from a subsidiary or from an affiliate or on the open market. | Benzer şekilde, bir şirket, bir yan kuruluştan ya da bağlı bir kuruluştan ya da açık pazardan bileşenler ve malzemeler tedarik edebilir. |
Our technology affiliate has highly trained specialists who have earned their stripes. | Teknoloji ortaklarımız, çizgilerini kazanan çok eğitimli uzmanlara sahiptir. |
almost all students affiliate to the Students' Union | Hemen hemen tüm öğrenciler Öğrenci Birliği'ne üye |
the main party agreed to affiliate four Conservative associations | ana parti dört Muhafazakâr dernek kurmaya karar verdi |
Another affiliate supplies security equipment and services in the co-op service area and beyond. | Bir başka bağlı kuruluş, işbirliği servisi alanında ve ötesinde güvenlik ekipmanı ve hizmetleri tedarik etmektedir. |
Eight places on each committee will be reserved for the nominees of the affiliates . | Her bir komitede sekiz yer, iştirakçilerin adayı için ayrılmıştır. |
the past is of no consequence | Geçmişin bir sonucu yok |
Let us not deceive ourselves. | {f} aldatmak Kendimizi aldatmayalım. |
Don't deceive him. | {f} kandırmak Onu kandırmayın. |
Let us not deceive ourselves. | aldat Kendimizi aldatmayalım. |
Don't be deceived by appearances. | aldanmak Görünüşe bakıp aldanmayın. |
He was feeding me a line about his plans to open a new restaurant downtown | Şehir merkezinde yeni bir restoran açma planları hakkında bana bir şeyler anlatıyordu. |
I didn't intend to deceive people into thinking it was French champagne | İnsanları Fransız şampanyası olduğuna inandırmak istemedim |
You don't sound entirely convinced. | {s} ikna olmuş Tamamen ikna olmuş görünmüyorsun. |
Harun has already convinced me not to leave. | ikna et Harun zaten gitmemem için beni ikna etti. |
I'm not convinced ghosts actually exist. | {s} inanmış Hayaletlerin gerçekten var olduğuna inanmış değilim. |
Are you still not convinced? | ikna olmak Hala ikna olmadınız mı? |
You two are ridiculous. | gülünç Siz ikiniz gülünçsünüz. |
Harun is ridiculous. | komik Harun komiktir. |
I've been entrusted with the task of getting him safely back | Onu güvenli bir şekilde geri almam için emanet aldım. |
Superiors will entrust you with more responsible work. | Üstler sizi daha sorumlu bir işte görevlendirecekler. |
you persuade people to entrust their savings to you | İnsanları tasarruflarını size emanet etmeye ikna edersiniz |
Nor are we protected by the people with whom we entrust our money. | Paranımızı emanet ettiğimiz insanlar tarafından da korunmamız mümkün değildir. |
entrust,görevlendirmek | emanet etmek, görevlendirmek |
That's rubbish. | {i} saçmalık O saçmalık. |
What you said is absolute nonsense. | {i} saçmalık Dediğin şey tamamen saçmalıktır. |
Harun was talking nonsense. | anlamsız Harun anlamsız konuşuyordu. |
Her explanation of the problem was nonsense. | {i} saçma Onun sorunla ilgili açıklaması saçmaydı. |
It was a load of rubbish , I don't want to waste my time watching that. | Çöp yükü vardı, zamanımı boşa harcamak istemiyorum. |
It was finally discovered right at the bottom of a pile of garden waste and other rubbish , but with the gold and gems intact. | Sonunda bahçe atığı ve diğer çöp yığını altında keşfedildi, ancak altın ve mücevherleri bozulmamış. |
Some people were having to take their excess rubbish to the municipal waste depot at Thornton-le-Dale. | Bazı insanlar fazla çöplerini Thornton-le-Dale'deki belediye çöp deposuna götürmek zorunda kaldılar. |
From the start of the procession we were pelted with rubbish , litter, very hard sweets, stones and eggs. | Alayların başlangıcından itibaren çöp, çöp, çok tatlı tatlılar, taşlar ve yumurta akıyorduk. |
The scheme requires people using a van or trailer to dump rubbish at household waste sites to pay for a permit. | Düzen, bir kamyonet veya römork kullanan kişilerin, ev atıkları alanlarında çöpleri boşaltmak için bir izin ödemesi yapmasını ister. |
Teams of children, aged between 12 and 19 years, cleared piles of rubbish in a two-hour litter blitz. | 12-19 yaşlarındaki çocuk ekipleri, iki saatlik çöp tezgahlarında çöp yığınlarını temizlediler. |
Well, I do have some ideas, but they're all rubbish . | Bazı fikirlerim var, ama hepsi de çöplük. |
Often the buses are dirty, smelly and littered with rubbish . | Genellikle otobüsler kirli, koklamaktadır ve çöplerle çevrilidir. |
Waste ground on Tile Street was also reported to be badly littered with rubbish . | Çini Caddesi'ndeki atıkların da çöplerle kötü şekilde dolduğu bildirildi. |
Since when are you a great believer in true love and all that romance novel rubbish ? | Ne zamandan beri gerçek aşktan ve romantizmdeki tüm yeni atıklardan büyük bir mümin müsünüz? |
I think the idea of a metrosexual man is a load of rubbish . | Metroseksüel bir adam fikrinin çöp yığını olduğunu düşünüyorum. |
I have never read such a load of rubbish in my life. | Hayatımda böyle bir çöp yığını hiç okumadım. |
Armed with this knowledge, Christians can go out to reclaim the lost. | Bu bilgilerle donatılmış Hristiyanlar kaybolanları geri alabilmek için dışarı çıkabilirler. |
Dikes (artificially constructed banks of earth) reclaim the land for agricultural use. | Dikes (yapay olarak inşa edilmiş yeryüzündeki kıyılar) araziyi tarımsal kullanım için geri istemektedir. |
In the area east of the Rock, Prince Rainier began a project twenty years ago to reclaim land from the sea by landfill and drainage. | Kayalık'ın doğusunda, Prince Rainier, yirmi yıl önce denize dökülüp drenaj yapmak için bir projeye başladı. |
We were reminded by our historic guide of the contribution of the Mennonites who came to these lands and built the canal system to reclaim the land of the Vistula River Delta. | Bu topraklara gelen Mennonitlerin katkılarının tarihi rehberimiz tarafından hatırlatıldı ve Vistula Nehri Deltası topraklarını geri kazanmak için kanal sistemini kurduk. |
He is still heavily involved in Mahi Tahi, a Trust working to reclaim Maori prisoners by linking them to their racial traditions. | Maori tutsaklarını ırksal geleneklerine bağlayarak onları geri almak için çalışan Mahi Tahi'ye hâlâ yoğun bir şekilde katılıyor. |
It will take improvement of massive proportions if they are to reclaim the title they last won in 1993. | 1993'te en son kazandıkları unvanı geri alacaksa büyük oranlarda iyileşme gerekecek. |
The delegation found the prince but he did not want to return and reclaim the throne. | Heyet, prensi buldu ancak tahta geri dönmek istemedi. |
He faded, understandably, in the second half but by then he had wrenched the game beyond Celtic's reclaim . | İkinci yarıda anlaşılır bir şekilde soluklaştı, ancak o zamana kadar oyunu Celtic'in geri kazanmasının ötesine geçti. |
Many recollected their efforts to reclaim the lands in the 1980s. | Birçoğu, 1980'lerde toprakları geri alma çabalarını hatırladı. |
he returned three years later to reclaim his title as director of advertising | üç yıl sonra reklam direktörü sıfatını geri kazanmak için geri döndü. |
you can reclaim £25 of the £435 deducted | £ 435'ten düşülen 25 sterlin tutarını geri alabilirsiniz |
little money is available to reclaim and cultivate the desert | Çölü geri kazanmak ve yetiştirmek için çok az para var |
Her novels feature plots in which peasants reclaim Irish land. | Romalarının köylülerin İrlandalı araziyi geri kazandığı arsalar bulunmaktadır. |
deduct | düşmek |
The tax agent allowed the deduction. | Vergi acentesi kesintiye izin verdi. |
To take one thing from another; remove from; make smaller by some amount I will deduct the cost of the can of peas from the money I owe you. | Bir şeyden başka bir şey almak için; dan kaldır; biraz daha küçülürsek, size borçlu olduğum bezelyelerin masrafını düşerim. |
You can deduct the amount of any business loss against your other income. | Diğer gelirinize karşı iş kaybı tutarını düşebilirsiniz. |
This overestimation means many taxpayers are able to deduct amounts that are actually private expenses. | Bu fazla hesaplama, birçok vergi mükellefi aslında özel harcamalar olan tutarları düşürebilir. |
The position of the wife is that the husband should not be entitled to deduct this amount. | Karısının konumu, kocanın bu tutardan düşmeye hakkı olmamasıdır. |
When they pull a bottle from the cellar, they can deduct the amount from the log to keep inventory accurate. | Kilerden bir şişe çektiğinde, envanteri doğru tutmak için miktarı günlükten düşürebilirler. |
The landlord said he would deduct the amount from the housing deposit. | Ev sahibi, miktarı konut depolarından düşeceğini söyledi. |
You can deduct the actual amount of your sales taxes, which means holding on to sales receipts in case of an audit. | Satış vergilerinizin gerçek tutarını, yani bir denetim durumunda satış makbuzları üzerinde tutmak anlamına gelir. |
But life insurance and pension payments will be deducted from the amounts awarded. | Ancak hayat sigortası ve emeklilik maaş ödemeleri, verilen miktarlardan düşülecektir. |
On return, they return the cost amount of the book deducting the reading charges. | Döndüklerinde, okuma masraflarını düşen kitabın maliyet tutarını geri gönderirler. |
The salary amount cannot be deducted from or added to because of actual hours worked. | Çalışılan saatler nedeniyle maaş miktarı düşülmez veya eklenemez. |
unrestrained | kontrolsüz |
a display of unrestrained delight | sınırsız zevk göstergesi |
We should also remember that unrestrained growth is the ideology of the cancer cell. | Sınırsız büyümenin kanser hücresinin ideolojisi olduğunu da hatırlamalıyız. |
Until we embrace this belief our culture has little hope of surviving beyond its present state of unrestrained hostility. | Bu inancın kucaklayana kadar, kültürümüz mevcut sınırlanmamış düşmanlığının ötesinde bir hayatta kalma umuduyla sınırlıdır. |
Yang Yang led her students in an unrestrained yet elegant dance. | Yang Yang, öğrencilerine sınırsız fakat zarif bir dansa öncülük etti. |
American society is the product of the most unrestrained development of the free market in the world. | Amerikan toplumu dünyadaki serbest piyasanın en sınırsız gelişiminin ürünüdür. |
Only a free and unrestrained press can effectively expose deception in government. | Sadece özgür ve sınırsız basın, hükümette aldatmayı etkili bir şekilde ortaya koyabilir. |
His dreams, are wild and unrestrained because they are supposed to be safe; they are, after all, dreams. | Hayalleri, vahşi ve kayıtsızdır çünkü güvenli olması gerekiyor; Sonuçta hepsi hayallerdir. |
Don't let unrestrained skepticism keep you from them; take them on faith. | Kısıtlanmamış şüphecilik sizi onlardan uzak tutmaya izin vermeyin; Onları inançlarına al. |
This story demonstrates the unrestrained power of organized drug traffickers. | Bu hikaye, organize uyuşturucu kaçakçılarının sınırsız gücünü göstermektedir. |
Mrs. Knoll stopped speaking, and she gave way to uncontrolled and unrestrained sobs. | Bayan Knoll konuşmayı bıraktı ve kontrolsüz ve kısıtlanmamış hıçkırıklara yol verdi. |
You, with your unrestrained laughter, your gift for delight, have taught us all to relax and to be part of the moment. | Kayıtsız kahkahalarınızla, sevinç armağanınızla, bize dinlenip anın bir parçası olmayı öğrettiniz. |
So he has seen unrestrained Leftism close-up and has had strong incentives to get his thoughts on Leftism clear. | Dolayısıyla sınırsız Leftizm'i yakından gördü ve Leftism hakkındaki düşüncelerini netleştirmek için güçlü teşvikler verdi. |
It all came back, a flood of unrestrainedness so contrary to what I have felt myself to be lately. | Her şey geri geldi, kendimi son zamanlarda hissettiğim şeylere aykırı bir sınırsız sel seli. |
Peggy also laughed, unrestrainedly , not being naturally inclined to think about anything seriously. | Peggy, gevşekçe, doğal olarak herhangi bir şeyi ciddiye almama eğiliminde olmayan güldü. |
Yakında bir duyuru bekleniyor. | announcement An announcement is expected soon. |
Harun 2.30'da bir duyuru yapacak. | make an announcement Harun will make an announcement at 2:30. |
an announcement is appearing in the Morning Post tomorrow | yarın Morning Post'da bir açıklama görülüyor |
He is expected to make an announcement in Parliament next week. | Erdoğan'ın önümüzdeki hafta Parlamento'da bir açıklama yapması bekleniyor. |
He learned about Jim's death through an announcement in the obituary section. | Ölüm öncesi bölümdeki bir duyuru ile Jim'in ölümünden öğrendi. |
he was shaken by her announcement | onun duyurusu tarafından sarsıldı |
That is up to the Supreme Court now after today's surprise announcement from Washington. | Bu, Washington'un bugünkü sürpriz açıklaması sonrasında Yüksek Mahkeme'ye kalmış durumda. |
The White House is expected to make an announcement within the next few days. | Beyaz Saray'ın önümüzdeki günlerde bir açıklama yapması bekleniyor. |
They support the Premier's announcement of an inquiry into the issue. | Premier'ın konuyla ilgili bir soruşturma ilan ettiğini destekliyorlar. |
He just stared down the hallway until he heard an announcement over the public address. | Halka açık adres hakkında bir açıklama duyana kadar koridora baktı. |
These jobs were not part of the Government's decentralisation announcement in the December Budget. | Bu işler, Aralık bütçesindeki Hükümet'in yerinden yönetim ilanının bir parçası değildi. |
The ship began to sink. | batmak Gemi batmaya başladı. |
Harun scrubbed the sink. | lavabo Harun lavaboyu temizledi. |
Harun wished to sink into the ground for shame. | girmek Harun, utancından yerin dibine girmek istedi. |
the oceans can act as a sink for CO 2 | okyanuslar CO2 için lavabo gibi davranabilir |
he saw the coffin sink below the surface of the waves | tabutun dalgaların yüzeyinin altında olduğunu gördü |
Exhale and empty your lungs as much as possible, and you sink below the surface. | Akciğerlerinizi mümkün olduğunca nefesinizle boşaltın ve yüzeyin altına serin. |
I let my body sink into the bed | Vücudumun yatağa batmasına izin veriyorum |
Do not dig a hole deeper than the roots or the soil and your apple will sink below ground level. | Kök veya topraktan daha derin bir delik kazmayın ve elmanın zemin seviyesinin altına sarkması. |
Here's a link to the entry where we introduce the photo album. | İşte, fotoğraf albümünü tanıttığımız girişe bir bağlantı. |
He proves a match for the orchestral mass, with a magisterial entry and huge singing tone. | Orkestra kütlesi için bir sihirbaz girişi ve büyük şan sesi ile bir eşleşme olduğunu kanıtlıyor. |
More men than women who were eligible for entry into the study declined to be enrolled because of a concern about prosecution for driving under the influence. | Araştırmaya giriş için uygun olan kadınlardan daha fazla sayıda, nüfuz altına girmek için yargılama konusundaki endişelerinden dolayı kayıt yaptırmayı reddetti. |
She stepped aside as another person made their entry . | Başka birinin girişi yaparken kenara çekildi. |
The organisers are hoping to swell the entry with first-time competitors. | Organizatörler ilk kez yarışmacılarla yarışmayı umuyor. |
The bell over the door chimed as another person made his entry . | Kapının üzerindeki çan, başka bir kişi girişi yaptığından şüphelendi. |
They tucked their shoes under the bench and walked to the entry that led onto the rink. | Ayakkabılarını tezgah altına soktular ve piste giren girdiye yürüdüler. |
tuck | {f} sıkıştırmak(içine) sokmak şal börek [brit.] {f} tıkmakpli {i} abur cuburkatlamak {f} katlageminin kıç kuruzu {f} tepmek |
She dived out the window and went into a tuck and roll position. | Pencereden dışarı çıktı ve sıkışma ve rulo pozisyonuna girdi. |
Be sure to quickly bring your heels up to your rear in a tight tuck . | Topuklarınızı arka tarafa sıkıca tutarak emin olun. |
If a teacher wanted to come and work here, there's also healthy food in the tuck shop, like apples and yoghurts. | Bir öğretmen buraya gelmek ve burada çalışmak isterse, tuck dükkânında elma ve yoğurt gibi sağlıklı yiyecekler var. |
To join the welting ends, tuck one end over the other and baste the overlap in place. | Karşılıksız bitişlere katılmak için, bir ucunu diğerinin üzerine geçirin ve örtüşmeyi yerine koyun. |
a tuck shop | börek dükkanı |
She slid on her boots and laced them up, making sure to tuck the ends of her pants into them. | Çizmelerini kaymış ve pantolon uçlarını onlara sıkıştırmaya dikkat ederek, bağcıklarını bağlamıştı. |
in this case, you must prepend the server name to the database name, separated by a period | Bu durumda, sunucu adını bir nokta ile ayrılmış olarak veritabanı adına eklemelisiniz |
you forgot to prepend ‘I personally believe’ to the statements you are making | Yaptığınız ifadelere 'Ben şahsen inanırım' ifadesini eklemeyi unuttunuz |
in this case, you must prepend the server name to the database name, separated by a period | Bu durumda, sunucu adını bir nokta ile ayrılmış olarak veritabanı adına eklemelisiniz |
token,işaret,mark, sign, signal, cue, marker, token,hatıra | jeton,belirteç,işaret |
mistletoe was cut from an oak tree as a token of good fortune | Ökse otu, meşe ağacından, iyi şansı olarak kesildi. |
Of course, one cannot write down a token of this infinite string. | Tabii ki, bu sonsuz dizgenin bir simgesi yazamaz. |
cases like these often bring just token fines from the courts | Bunun gibi davalar genellikle mahkemelerden sadece para cezası getirir |
Too many companies have only token representatives of a diverse group. | Çok fazla şirket sadece çeşitli gruplardan temsilcileri simgelemektedir. |
I find the whole thing completely irresponsible, and this bill is just a token measure. | Her şeyi tamamen sorumsuz buluyorum ve bu fatura sadece bir simge önlemidir. |
essentially | esasen |
It is essentially the same gas you might use to power a barbecue. | Esas olarak bir barbekü için kullandığınız gazla aynıdır. |
It is essentially a family company that has come upon hard times. | Aslında zor zamanlar yaşayan bir aile şirketidir. |
They prey on the vulnerable, essentially , and they get vast sums of money out of some people. | Zayıf tarafı avlamaktadırlar ve esasen bazı insanlardan büyük miktarlarda para kazanmaktadırlar. |
essentially, they are amateurs | esasen onlar amatörler |
I found it sad that the success of the film essentially destroyed him and his career. | Filmin başarısının onu ve kariyerini esasen yıktığını üzülmüş buluyorum. |
It seems quite strange that what is essentially a car boot sale happens at night. | Aslında bir araba önyükleme satışı geceleri ne garip görünüyor. |
I think there are, essentially , two sorts of issues that need to be dealt with in reviews. | İncelemelerde ele alınması gereken esasen iki çeşit konu var sanırım. |
To say that God is timeless is essentially to say that God is located outside time. | Tanrı'nın zamansız olduğunu söylemek esas olarak Tanrı'nın zamanın dışında olduğunu söylemek demektir. |
The patrolman motioned me to pull over. | çekilmek Kenara çekilmem için polis bana işaret etti. |
Don't pull another rope. | çekme Başka ipi çekmeyin. |
assured | emin, kendine güvenen(Ticaret) sigorta edilen(Ticaret) sigorta poliçesinin lehtarıgarantili |
Rest assured that I will do my best. | {s} emin Elimden geleni yapacağımdan emin olabilirsin. |
Mine was one of the most confident and successful girls in her class. | kendinden emin Mine sınıfındaki en kendinden emin ve başarılı kızlardan biriydi. |
She assured him that everything was OK. | dair güvence O, ona her şeyin yolunda olduğuna dair güvence verdi. |
Harun isn't so confident. | {s} kendine güvenen Harun çok kendine güvenen değil. |
I think Harun is too confident. | {s} emin Harun'un çok emin olduğunu düşünüyorum. |
You should feel confident. | {s} güvenli Güvenli hissetmelisin. |
Certainly not,” was her assured reply | Elbette değil, "diye güvence verdi cevap |
Tony assured me that there was a supermarket in the village | Tony, köyde bir süpermarket olduğunu söyledi. |
victory was now assured | Zafer artık güvence altına alındı |
Never mind, he'll have silenced a few detractors with this assured performance. | Boşver, birtakım detraktörleri bu güvenceli performansla susturdu. |
In our schools and organizations, we place value on sounding assured and confident. | Okullarımızda ve organizasyonlarımızda sağlam ve güvende konuşmaya değer katıyoruz. |
Only 17 years old at the time the film was shot, she gives a remarkably assured performance as the rich and beautiful young socialite. | Filmin çekildiği tarihte sadece 17 yaşındayken zengin ve güzel genç sosyalite olarak inanılmaz derecede emin bir performans sergiliyor. |
We see them play and they look so assured , but they're full of doubts. | Onların oynadığı görüyoruz ve çok güvende görünüyorlar, ancak şüpheler doludur. |
Be assured that our vision is and remains client satisfaction. | Vizyonumuzun müşteri memnuniyetini koruduğundan ve müşteri memnuniyetinden vazgeçmediğinden emin ol. |
From the information available, it would appear that Mrs Ali has an assured tenancy at the above address. | Eldeki bilgilerden, Bayan Ali'nin yukarıdaki adresinde güvenceli bir kiracılığa sahip olduğu anlaşılacaktır. |
Her supporting cast put in assured performances, too. | Destek verdiği atışlar da emin performanslara girdi. |
He gave his evidence in a very confident and assured way. | Kanıtını kendine güvenle ve güvende verdi. |
Callers can be assured that confidentiality is guaranteed. | Arayanlar, gizliliğin garanti edildiğinden emin olabilir. |
It is imperative for you to act at once. | zorunlu Derhal hareket etmen zorunludur. |
imperative | {i} zorunluluk, şart, zorunluk, mübrem, buyrultu |
imperative order | kesin emir |
Visiting Berlin is an imperative | Berlin'i ziyaret etmek bir zorunluluktur |
It is imperative that you come here right now. | Şu anda buraya gelmeniz zorunludur. |
The verbs in sentences like "Do it!" and "Say what you like!" are in the imperative. | "Yap!" Gibi cümlelerdeki fiiller. ve "Ne istediğini söyle!" zorunludur. |
While sensory input is important, spontaneous activity plays a key role. | emir emri |
However, Plato's distrust of sensory perception led him to reject the visual arts. | Bununla birlikte, Plato'nun duyusal algısına olan güvensizlik onu görsel sanatları reddetti. |
Three-quarters of the way down the list and it starts to add up to physical and sensory overload. | Listedeki yolun dörtte üçü fiziksel ve duyusal aşırı yüklemeye başlar. |
The human brain itself can only work with the information from sensory organs. | İnsan beyninin kendisi ancak duyu organlarından gelen bilgilerle çalışabilir. |
There are certain sensory inputs that grab our attention faster and more thoroughly than we'd expect. | Dikkatimizi, beklediğimizden daha hızlı ve daha kapsamlı bir şekilde kapmak için bazı duyusal girdiler var. |
So it's like the clock is very accurate but it can be reset by sensory input. | Sanki saat çok doğru gibi ama duyusal girdi ile sıfırlanabilir. |
extra sensory perception | altıncı his, duyusal algı |
A developed perception of linguistic beauty is still lacking in her. | Dilsel güzelliğin gelişmiş algısı hâlâ onda eksik. |
latency | gecikme, yataklık süresi, gizlilik,henüz ortaya çıkmamış olma,gizli olarak var olma |
bliss | saadet çok büyük mutluluk neşe {i} mutluluktan uçma |
Ignorance is bliss. | Cehalet mutluluktur. |
How about spending an elegant and blissful time at a beauty salon? | {s} mutlu Bir güzellik salonunda hoş ve mutlu bir zaman geçirmeye ne dersin? |
The world's evil almost always comes from ignorance. | Cehalet Şeytan, dünyada en çok cehaletten beslenir. |
Perpetual devotion to what a man calls his business, is only to be sustained by perpetual neglect of many other things. | {i} fedakârlık kendi işini sürekli fedakarlık olarak tanımlayan biri, sadece diğer bir çok şeyi ihmal ederek sürdürülebilir. |
His self-denial is admirable. | özveri Onun özverisi takdire değer. |
Olympian fields were as much temples for religious devotion as sports complexes. | Olimpiyat alanları, spor kompleksleri kadar dini bağlılık için tapınaklardı. |
the order's aim was to live a life of devotion | emrin amacı bir bağlılık yaşamaktı |
What is the role of ideological or religious devotion in terrorism and violence in general? | Teröre ve şiddete genel olarak ideolojik veya dini bağlılığın rolü nedir? |
They'd spot my fascination for Hollywood's formative years, and my devotion to the novel. | Hollywood'un yaratıcı yılları için çekiciliğimi ve romana olan bağlılığımı fark edeceklerdi. |
After years of devotion to perfecting his art, it is no wonder Jiggy takes his career to heart. | Hollywood'un yaratıcı yılları için çekiciliğimi ve romana olan bağlılığımı fark edeceklerdi.... |
There were also new forms of devotion as well and they emerge as new forms of piety. | Ayrıca yeni bağlılık biçimleri de vardı ve yeni dindarlık biçimleri olarak ortaya çıkıyorlardı. |
It inspired a level of devotion from its fans that verged on the religious. | Dini üzerinde tavır takınan taraftarlardan bir bağlılığa ilham kaynağı oldu. |
They concentrated on his childhood, his professional success in the City, and his devotion as a son and brother. | Çocukluğuna, Kentteki profesyonel başarısına ve bir oğul ve erkek kardeş olarak bağlılığına odaklandılar. |
his courage and devotion to duty never wavered | cesareti ve görevine olan bağlılığı asla hareketsiz kaldı |
the order's aim was to live a life of devotion | emrin amacı bir bağlılık yaşamaktı |
she was the epitome of wifely devotion | o, kara bağlılığın özetiydi. |
He took care for her never to be left alone while he travelled, and in her last years he nursed her with great devotion . | Seyahat ederken asla yalnız bırakılmamasına dikkat etti ve son yıllarında onu büyük bir özveriyle emzirdi. |
I was soaked to the skin with nasty half-digested, yoghurt-smelling, carrot-chunked barf . | Kötü yarısı sindirilmiş, yoğurt kokulu, havuç parçalanmış çubukla deriye batırdım. |
There was a veritable fountain of barf , cascading over everything in a ten feet radius. | On metre yarıçapındaki her şeye basamak kemerinin gerçek bir çeşmesi vardı. |
Oh wait, I forgot - Julia Sweeney winds up covered in dog barf . | Oh bekle, unuttum - Julia Sweeney köpek sopasıyla kapattı. |
I've cleaned up a lot of cat barf in my time, and normally it's not so bad. | Zamanımda bir sürü kedi barfı temizledim ve normalde o kadar da kötü değil. |
But, luckily, neither of us had gotten splattered with barf . | Ancak, şans eseri, ikimiz de barfalıp sıçramış değildik. |
They deserve better and therefore are worthy of a mention here. | Daha iyisini hak ediyorlar ve bu nedenle burada bir söze layık görülüyorlar. |
mentors and coaches less experienced staff | daha az tecrübeli kadroya hocalık ve koçluk yapar. |
a hands-on person | Gerçekten yaşayan bir kişi |
hands-on approach | uygulamalı yaklaşım |
We'll contact you by phone as soon as we arrive. | varmak Biz varır varmaz sizinle telefon vasıtasıyla kontak kuracağız. |
Harun is waiting for Mine to arrive. | ulaşmak Harun Mine'in ulaşmasını bekliyor. |
wander | başıboş dolaşmak {f} kaybolmak{f} gezinmek{f} gezmeksürtmek |
Don't wander off like that. | sapmak Bu şekilde konudan sapma. |
Don't wander from the subject. | {f} uzaklaşmak Konudan uzaklaşma. |
We can't let Harun wander around the mall. | uzaklaş/dolaş Harun'un markette dolaşmasına izin veremeyiz. |
Don't wander off like that. | sapmak Bu şekilde konudan sapma. |
Don't wander from the subject. | uzaklaşmak Konudan uzaklaşma. |
Don't wander off like that. | konudan sapmak Bu şekilde konudan sapma. |
The boy was wandering about the town. | gezin Çocuk kasabayı geziniyordu. |
she'd go on wanders like that in her nightgown | onun gibi gardiyanlarında dolaşmaya devam edecekti. |
he wandered aimlessly through the narrow streets | Dar sokaklarda amaçsızca dolaştı. |
I've just been out for a wander , and to get a sandwich. | Sadece dolaşırken ve bir sandviç almak için dışarı çıktım. |
the first phase of the project is to consolidate the outside walls | Projenin ilk aşaması, dış duvarların birleştirilmesi |
all manufacturing activities have been consolidated in new premises | tüm imalat faaliyetleri yeni binalarla birleştirildi |
consolidate | make (something) physically stronger or more solid |
the first phase of the project is to consolidate the outside walls | Projenin ilk aşaması, dış duvarların birleştirilmesi |
I recently got married, so I had to start looking for a bank to consolidate our accounts. | Geçenlerde evlendim, bu yüzden hesaplarımı konsolide etmesi için bir banka aramak zorunda kaldım. |
As he continues to consolidate his position in the world of entertainment, his tricks are still breathtaking and dramatic. | Geçenlerde evlendim, bu yüzden hesaplarımı konsolide etmesi için bir banka aramak zorunda kaldım.... |
This medical monopoly has throughout the twentieth century continued to consolidate and strengthen its power. | Bu tıbbi tekel yirminci yüzyıl boyunca güçlenmeye ve güçlenmeye devam etmiştir. |
These measures bring together, update and consolidate EU food and feed legislation. | Bu önlemler AB gıda ve yem mevzuatını bir araya getiriyor, güncelliyor ve konsolide ediyor. |
My spouse and I used to have the three accounts set up, but decided to consolidate to one account. | Bu önlemler AB gıda ve yem mevzuatını bir araya getiriyor, güncelliyor ve konsolide ediyor.... |
Leaders hate to be thwarted; it is in the nature of power to consolidate itself. | Liderler engellenmekten nefret eder; Kendini sağlamlaştırma gücü doğada. |
He has been meeting with the local banks in order to consolidate our accounts. | Hesaplarımızı pekiştirmek için yerel bankalarla görüşüyor. |
Within the disputed border region, military forces from the neighboring state continue to consolidate their positions. | Tartışmalı sınır bölgesinde, komşu devletten askeri güçler konumlarını pekiştirmeye devam ediyor. |
There are several ways to measure speed. | ölçmek Hız ölçmenin birkaç yolu vardır. |
Congress did not approve the measure. | önlem Kongre önlemi onaylamadı. |
measure | ölçme, tedbir |
cost-cutting measures | maliyet düşürme önlemleri |
a furlong is an obsolete measure of length | Bir furlong uzunluğunun eski bir ölçüsüdür |
we must measure twenty miles today,travel over (a certain distance or area). | Bugün hareket ettirilen yirmi kilometreyi (belirli bir mesafe veya alan) ölçmeliyiz. |
A tailor was brought in to measure Willow for clothes. | Söğütü kıyafet için ölçmek için bir terzi getirildi. |
his resignation is a measure of how angry he is | istifası, onun ne kadar kızgın olduğunun bir ölçüsüdür |
Either measure the amount in ounces or measure the depth of water in each jar. | Ya ons cinsinden miktarı ölçün veya her bir kavanozdaki su derinliğini ölçün. |
I'm afraid we didn't measure up to the standards they set | Korkarım ki belirledikleri standartları ölçmedik. |
we must measure twenty miles today | bugün yirmi mil ölçmek zorundayız |
persecution | zulüm eziyet canını yakma |
his persecution at the hands of other students | diğer öğrencilerin elindeki zulmü |
No refugee would be able to flee from their country of persecution without first joining the mythical queue to apply for a protection visa. | Hiçbir mülteci, koruma vizesi başvurusunda bulunmak için masal kuyruğuna girmeden, zulüm ülkesinden kaçabilecekti. |
The basis for the modern State of Israel is the persecution of the Jewish people, which is undeniable. | Modern İsrail Devleti'nin temeli Yahudi halkının zulmüdür ve inkar edilemez. |
Under the 1996 laws, asylum seekers fleeing persecution are now held behind bars. | 1996 yasalarına göre, zulümden kaçan sığınmacılar artık baroların arkasında tutuluyor. |
They came mostly from areas of the Russian empire where religious persecution was common. | Çoğunlukla dini zulümlerin ortak olduğu Rus imparatorluk bölgelerinden geldi. |
Violence, war, poverty, unemployment, crime or persecution drive many others to escape. | Şiddet, savaş, yoksulluk, işsizlik, suç ya da zulüm diğerlerine kaçmasına neden oluyor. |
her family fled religious persecution | ailesi dini zulümden kaçtı |
his persecution at the hands of other students | diğer öğrencilerin elindeki zulmü |
her family fled religious persecution | ailesi dini zulümden kaçtı |
It's too bad that our soap operas only show the glamorous and comfy lifestyles of the upper class. | Sabun operalarımızın yalnızca üst sınıftaki çekici ve rahat yaşam biçimlerini göstermesi çok kötü. |
Part of me just clings tighter to the covers on my soft, comfy , safe bed. | Bir bölümüm yumuşak, rahat ve güvenli yatağın üzerindekileri sıkı sıkıstırıyor. |
Part of me just clings tighter to the covers on my soft, comfy , safe bed. | Bir bölümüm yumuşak, rahat ve güvenli yatağın üzerindekileri sıkı sıkıstırıyor. |
Karina got changed into some comfy clothes and we headed to the gym for a hip hop class. | Karina rahat giysiler giydi ve hip hop sınıfı için spor salonuna gittik. |
Everything in the hall is aimed at making it easy and all comfy for the children. | Salondaki her şey, çocuklar için rahat ve rahat olmasını amaçlıyor. |
I park myself down on one of the comfy couches and love socialising with everyone again. | Kendimi rahat kanepelerden birine park edip yine herkesle sosyalleşmeyi seviyorum. |
This is definitely music that one can dance to or simply just enjoy sitting back in a comfy couch with a drink in hand. | Kesinlikle müzikle dans edebileceğiniz ya da sadece rahat bir kanepenin arkasında bir içkiyle elinizin altında oturmanın keyfini çıkarabilirsiniz. |
The decor wouldn't be out of place in a furniture showroom, and our rooms were clean, bright and very comfy . | Dekor bir mobilya showroom yerinde olmayacak ve odalarımız temiz, aydınlık ve çok rahat. |
The large rear door provides great access to comfy seats with unbelievable leg room. | Geniş arka kapı, rahat koltuklara, inanılmaz bacak odasına mükemmel erişim sağlar. |
The beds are huge and comfy with lots of puffy pillows and cushions. | Yatak büyük ve bol kabarık yastıklar ve minderler ile rahat. |
We went to the pub at half three, and settled in at the front, on a comfy sofa. | Barınağına yarım saatte gittik ve ön, rahat bir kanepeye yerleştik. |
They are comfily placed between the sea, sand and land. | Deniz, kum ve kara arasına rahatlıkla yerleştirilirler. |
Thanks to my comfily padded headphones, I can crank up the noise without bothering anyone. | Benim rahat yastıklı kulaklıklar sayesinde, kimseye rahatsızlık vermeden gürültüyü yumuşatabilirim. |
social legislation | Sosyal mevzuat |
tax legislation | vergi mevzuatı |
That section did not empower him to make a radical change of any other kind to any legislation . | Bu bölüm, herhangi bir mevzuatta başka türden radikal bir değişiklik yapmasına izin vermedi. |
At the same time, legislation reforming the licensing laws should also be in place. | Aynı zamanda, lisanslama kanunlarını değiştiren mevzuat da yürürlüğe girmiş olmalıdır. |
Other areas where the law and the media are in conflict include libel and privacy legislation . | Yasanın ve medyanın çatıştığı diğer alanlar, hakaret ve gizlilik yasalarını içerir. |
The legislation made the occupier liable and this was held to include the receiver. | Mevzuat işgalciyi sorumlu tuttu ve bunun alıcıyı içermesi bekleniyordu. |
It remains to be seen whether further delays will hamper the enactment of this legislation . | Daha fazla gecikmenin bu mevzuatın yürürlüğe girmesini engelleyip önleyemeyeceği hususunda hala durmaktadır. |
housing legislation | konut mevzuatı |
it will require legislation to change this situation | bu durumu değiştirmek için mevzuat gerektirecektir |
Harun refused medical treatment. | tedavi Harun tıbbi tedaviyi kabul etmedi. |
I neither expect nor require any special treatment. | {i} muamele Özel bir muameleyi ne bekliyorum ne de ihtiyacım var. |
I'm not accustomed to such treatment. | {i} davranış Böyle bir davranışa alışık değilim. |
A gluten-free diet is the most effective treatment for coeliac disease. | tedavi/işleme/davranış Glutensiz diyet, çölyak hastalığı için en etkili tedavi yöntemidir. |
He is always complaining of ill treatment. | (Kanun) kötü muamele O her zaman kötü muameleden şikayetçi. |
the directive required equal treatment for men and women | direktif, erkekler ve kadınlar için eşit muamele görmeliydi |
Police have been able to speak to her, but she is still receiving medical treatment for her injuries. | Polis onunla konuşmayı başardı ancak yaralanmaları için hala tıbbi tedavi görüyor. |
his treatment of his wife is scandalous | eşinin tedavisi skandal |
In this area he led the symbolic treatment of the subject. | Bu alanda, konunun sembolik muamelesine öncülük etti. |
Yeah, right, because I'm always getting a beauty treatment for my legs. | Evet, tamam, çünkü bacaklarım için hep bir güzellik bakımı alıyorum. |
Those customers get good treatment , with special deals and personal service. | Bu müşteriler, özel fırsatlar ve kişisel hizmet ile iyi muamele görürler. |
I gave them the full treatment, and they were just falling over themselves | Onlara tam bir tedavi verdim ve onlar sadece kendileri üzerinde düşüyorlardı. |
I'm receiving treatment for an injured shoulder | Yaralı bir omuz için tedavi aldım. |
Indeed, the choice and treatment of subject matter is sometimes paradoxical. | Nitekim, konunun seçimi ve muamelesi bazen çelişkilidir. |
One looks forward to a more detailed treatment of the subject. | Konunun daha ayrıntılı bir şekilde ele alınmasını dört gözle bekliyoruz. |
the directive required equal treatment for men and women | direktif, erkekler ve kadınlar için eşit muamele görmeliydi |
And their first individual exhibition is sure to be a hit, given their selection and treatment of subjects. | Ve ilk bireysel sergisi, seçtikleri ve konuların tedavisi göz önüne alındığında, bir isabet emin olabilirsiniz. |
We look to see whether they are dealt the same treatment . | Aynı muameleye tabi tutulup tutulmadığına bakarız. |
one man got preferential treatment | Bir adam tercihli muamele gördü |
Harun said that he thought Mine knew how to weld. | kaynak Harun Mine'nin nasıl kaynak yapacağını bildiğini sandığını söyledi. |
This process is quite common for making welds for making watertight joints for tanks, etc. | Bu işlem, tanklar için su sızdırmaz derzler oluşturmak için kaynak yapmak için oldukça yaygındır. |
the truck had spikes welded to the back | kamyonun arkaya kaynak yapılmış sivri uçlar vardı |
his efforts to weld together the religious parties ran into trouble | dini partileri bir araya getirme çabaları sıkıntı gösterdi |
They can weld all metals from aluminum to stainless steel, plus they stock parts and supplies for sale. | Alüminyumdan paslanmaz çeliğe kadar tüm metalleri kaynaklayabilirler, ayrıca stok parça ve satılık malzeme satarlar. |
his efforts to weld together the religious parties ran into trouble | dini partileri bir araya getirme çabaları sıkıntı gösterdi |
They've tried to weld a couple of numbers onto a dodgy story, and they've done it with performers who can act. | Tehlikeli bir hikayeye birkaç sayı kaynak yapmaya çalıştılar ve bunu yapabilen sanatçılarla yaptıklarını söylediler. |
His solution was to remove the part, and have a metal shop weld a small reinforcement to the post. | Çözüm, parçayı kaldırmak ve postaya küçük bir takviye kaynağı yapan bir metal dükkanına sahip olmaktı. |
thirty brace of grouse | otuz askılık |
the posts were braced by lengths of timber | direkler uzunlukta kereste ile desteklendi. |
follow the blue posts until the track meets a forestry road | yol bir orman yoluna ulaşana kadar mavi direkleri takip edin |
American poetry post the 1950s hasn't had the same impact | 1950'lerden sonra yazılan Amerikan şiirinin de aynı etkisi yoktu |
come now, come post | şimdi gel, acilenl gel |
measure | ölçmek, tartmak, ayarlamak, ölçüsünü almak, süzmek, dikkatle bakmak, ölçü, tedbir, önlem, ölçüm, ölçek, oran, miktar, had, vezin |
wander | dolaşmak, gezmek, gezinmek, uzaklaşmak, sapmak, yolunu şaşırmak, kaybolmak, dalıp gitmek, sayıklamak, abuk sabuk konuşmak, kıvrıla kıvrıla gitmek, sayıklama |
outage | fire, zayiat |
a planned refuelling outage | planlı bir yakıt ikmali kesildi |
Stock up on non-perishable food and water supplies in case of a power outage . | Bir elektrik kesintisi durumunda bozulmayan yiyecek ve su temini için stok yapın. |
There have also been significantly fewer instances of lower voltage power outages . | Ayrıca daha düşük voltaj kesintileri olayları da daha az gerçekleşti. |
This would have brought an end to the frequent power outages that plagued the territory persistently last year. | Bu, bölgeyi geçen yıl sıkıntıya uğrayan sık sık yapılan elektrik kesilmelerine son vermişti. |
It's ideal for remote vacation cabins with no electricity or areas prone to power outages . | Elektriksiz veya elektrik kesintilerine açık alanlardaki uzak tatil kabinleri için idealdir. |
encourage | teşvik etmek, cesaretlendirmek, desteklemek, özendirmek, cesaret vermek, korumak |
Recruiting | askerlik, askere alma, asker toplama |
stealth | gizlilik, gizli hareket, gizli iş |
passion | tutku, ihtiras, aşk, arzu, hırs, tutkunluk, öfke |
renowned | ünlü, meşhur, şöhretli, şanlı |
associate | ortak, üye, dost, arkadaş, öğretim üyesi, birleştirmek, ortak olmak, ortak etmek, bağdaştırmak, benzetmek, çağrıştırmak, arkadaşlık etmek, işbirliği yapmak, bağlı olan, arkadaş olan, birleşmiş, ikinci derece statüsü olan |
lean | yağsız, zayıf, ince, verimsiz, fidan gibi, kıt, eğilmek, dayanmak, yaslanmak, meyletmek, eğilim göstermek, meyilli olmak, yaslamak, dayanma, meyil |
his lean, muscular body | onun yağsız, kaslı vücudu |
the vehicle has a definite lean to the left | araç sola doğru eğimlidir |
he leaned back in his chair | sandalyesine yaslandı. |
loan | borç, ödünç verme, borçlanma, ödünç verilen şey, ödünç para, ödünç vermek |
borrowers can take out a loan for $84,000 | borçlular 84.000 $ için bir kredi alabilir |
the word processor was loaned to us by the theater | kelime işlemci bize tiyatroyla ödünç verildi |
At its simplest, a car loan is a personal loan offered by a bank, credit union or finance company. | En basitinden, bir araba kredisi, bir banka, kredi birliği veya finans şirketi tarafından sunulan kişisel bir kredidir. |
he knew Rob would not loan him money | Rob'un ona para ödemeyeceğini biliyordu |
You simply write a check and you've initiated a loan . | Sadece bir çek yazıyorsunuz ve bir kredi başlattınız. |
she offered to buy him dinner in return for the loan of the flat | o düzin kredi karşılığında ona akşam yemeği teklif etti |
she offered to buy him dinner in return for the loan of the car | o arabanın karşılığında ona akşam yemeği almaya teklif etti |
we had the loan of a computer | bir bilgisayar kredisi aldık |
Remember to match the term of the loan with its purpose. | Kredinin amacını kendi amacına uydurmayı unutmayın. |
Lenders prefer to tie the lifetime of the collateral to the term of the loan . | Kredi verenler, teminatın ömrünü kredinin süresine bağlamayı tercih ederler. |
business loan | iş kredisi |
he gave me the loan of a car | Bana bir araba borç verdi. |
Navigate | gemi yolculuğu yapmak, gemi ile geçmek, tekne kullanmak |
they navigated by the stars | yıldızlar tarafından gezilirler |
verbose | gereksiz sözlerle dolu, ağzı kalabalık, lâfebesi |
defer | sonraya bırakmak {f} uymak{f} ertelemek(Ticaret) ötelemek{f} to -e boyun eğmek |
defer | ertelemek, saygı göstermek, tecil etmek, ağırdan almak, uymak, riayet etmek |
they deferred the decision until February. | karar Şubat ayına ertelendi. |
he deferred to Tim's superior knowledge | Tim'in üstün bilgisine erteledi. |
I defer to Troy on that; I'm a captive of my experts. | Troy'a bunu erteliyorum; Uzmanlarımdan esaret sahibiyim. |
It was decided at that meeting to defer the Reunion until 2005. | Toplantıda 2005 yılına kadar Birliğin ertelenmesine karar verildi. |
Last Thursday, a number of issues arose and after nearly three hours of debate, it was decided to defer the budget meeting. | Geçtiğimiz Perşembe günü, bir takım konular ortaya çıktı ve yaklaşık üç saatlik tartışmanın ardından, bütçe toplantısının ertelenmesine karar verildi. |
We don't defer to power structures and we don't acknowledge them. | İktidar yapılarını ertelemiyoruz ve onları kabul etmiyoruz. |
I wouldn't agree, but actually I defer to Linda Erdreich on that one. | Kabul etmiyorum, ama aslında Linda Erdreich'e bunu erteliyorum. |
We don't defer to power structures and we don't acknowledge them. | İktidar yapılarını ertelemiyoruz ve onları kabul etmiyoruz. |
disclosure | ifşa, açma, açığa vurma, patent hakkı bildirimi, ortaya çıkarma, açığa çıkan şey |
a judge ordered the disclosure of the government documents | bir hakim hükümet belgelerinin ifşasını emretti |
Only exceptionally is it appropriate for the Court to exercise its power to order disclosure . | Ancak, istisnai olarak Mahkeme'nin açıklama talebinde bulunma yetkisini kullanması uygundur. |
a judge ordered the disclosure of the government documents | bir hakim hükümet belgelerinin ifşasını emretti |
Indeed, it may order disclosure of evidence necessary for disposing fairly of the application. | Aslında, başvuruyu adil bir şekilde elden geçirmek için gerekli delillerin açıklanmasını isteyebilir. |
The order for disclosure prescribed a period of 42 days for providing the documents. | Açıklama talimatı, belgeleri sunmak için 42 gün süre önermişti. |
And even if disclosure was ordered by the judge, the minister should have a right of appeal. | Ve açıklama hakim tarafından emredilmiş olsa bile bakanın temyiz hakkı olmalıdır. |
There can, however, be no question of cross-examining or seeking disclosure from the judge. | Bununla birlikte, hâkimin çapraz soruşturma ya da açıklama isteği söz konusu olamaz. |
There was no question at any time of going to a court for an order for disclosure . | Açığa çıkma emri için mahkemeye çıkma ihtimali olan herhangi bir zamanda hiç soru yoktu. |
The section provided for criminal sanctions against authorised disclosure . | Bölüm, yetkili açıklamaya karşı cezai yaptırımlar sağladı. |
Perhaps in ordinary parlance this is disclosure of confidential information in the interests of the bank. | Belki de sıradan bir deyişle, gizli bilgilerin bankanın menfaatlerine açıklanması budur. |
Much fuller disclosure of information is required when the final assessment of costs takes place. | Maliyetlerin nihai değerlendirilmesi gerçekleştiğinde, bilgilerin daha dolaysız olarak açıklanması gerekir. |
These disclosures caused the government considerable embarrassment. | Bu açıklamalar hükümete ciddi utanç vericiydi. |
The timing of disclosures has also been most unfortunate. | Açıklamaların zamanlaması da talihsiz olmuştur. |
omit | atlamak, çıkarmak, ihmal etmek, unutmak, savsaklamak |
a significant detail was omitted from your story | a significant detail was omitted from your story |
scaffold | iskele, yapı iskelesi, darağacı, yapı iskelesi kurmak, iskele kurmak |
They were all angling for a better view of a simple wooden scaffold bearing a lone noose, which dangled in the breeze. | Tek başlarına, yalnız bir noose taşıyan basit bir tahta iskele üzerinde esintide dolaşan daha iyi bir görüş açısı için hepsi arıyordu. |
Then we hit on friends and neighbors to contribute toe board brackets, toe boards, scaffolds , ladders and moral support. | Sonra dostlarımıza ve komşularımıza parmaklık parantezlerine, ayak parmaklarına, iskele takımlarına, merdivenlere ve ahlaki desteğe katkıda bulunmak için baskı yaptık. |
He was dangling from a hook, a few feet off a wooden scaffold . | Ahşap bir iskeleden birkaç adım uzakta bir kancadan sarkıyordu. |
A loose board crashes into a scaffold John is working on - more broken glass. | Gevşek bir tahta, John'un üzerinde çalıştığı bir iskele içine çöker - daha kırık cam. |
It is likely the tower will be dismantled piece by piece using a large crane and a scaffold to support the remaining structure. | Muhtemelen kule, kalan yapıyı desteklemek için büyük bir vinç ve bir iskele kullanarak parça parça sökülmüş olabilir. |
After being whipped and branded on the scaffold , he had to stay in a workhouse for 12 years. | İskele üzerinde çırpılmış ve markalaştırıldıktan sonra, 12 yıl boyunca bir işyerinde kalması gerekiyordu. |
At a minimum, it took a cartman to hire his team and his labor, a carpenter to build the scaffold , a hangman to do the job. | En azından, ekibini ve emeğini, bir iskeleyi inşa etmek için bir marangoz, işi yapmak için bir asan işe alması için bir cartman aldı. |
And it was a really appalling hanging, in the respect that the minister kept them on the scaffold waiting for 25 minutes as he gave a sermon. | Ve bir dehşet verici bir asılıydı, çünkü bakan 25 dakika boyunca vaaz verdiğinde onları iskele üzerinde tuttu. |
His arms were aching in pain as he swung above the floor of the scaffold . | İskele tabanının üstünde salladığında kolları ağrıyormuş. |
Then, the printer prints the cells on to a plastic surface, which acts like a scaffold to support the cells. | Ardından yazıcı, hücreleri, hücreleri desteklemek için bir iskele gibi davranan bir plastik yüzeye yazdırır. |
The first sequence helps cells stick to the scaffold . | Birinci sekans, hücrelerin iskele üzerine yapışmasına yardımcı olur. |
There on the scaffold she suffered scorn and public admonishment. | İskele üzerinde küçümseyerek ve halkın uyarısı çekti. |
inextricable | içinden çıkılmaz, karışık, kaçınılmaz |
the past and the present are inextricable | Geçmiş ve şimdiki şey ayrılmaz |
The individual, the community, the land are inextricable in the process of creating history. | Tarih yaratma sürecinde birey, topluluk ve arazi ayrılmaz. |
Further, it must have at its core belief, an awareness of the inextricable relationship between social justice and health equity. | Dahası, temel inancında, sosyal adalet ve sağlık eşitliği arasındaki ayrılmaz ilişkinin farkında olmalıdır. |
When they meet in an individual, the two are inextricable . | Bir bireyde buluştuğunda, ikisi ayrılmazlar. |
The total and violent destruction of this woman is seen as the only way out of an inextricable situation. | Bu kadının toplam ve şiddetle yıkılması ayrılmaz bir durumun tek yolu olarak görülüyor. |
It is impossible, however, to split the duties in that manner without getting into inextricable confusion. | Bununla birlikte, görevleri ayrılabilir kafa karışıklığına girmeden bu şekilde bölmek olanaksızdır. |
It is about the inextricable relationship between freedom and truth. | Bu, özgürlük ve gerçek arasındaki ayrılmaz ilişkiyle ilgilidir. |
Sometimes I get into seemingly inextricable trouble. | Bazen anlaşılmaz bir sıkıntıya kapılırım. |
Each nationality is inextricable from its religious identity. | Her vatandaşlık dini kimliğinden kopmaz. |
The man has often shown an ability to get himself out of apparently inextricable situations and get his point across. | Adam sıklıkla kendisini görünüşte ayrıştırılamaz durumlardan kurtarmaya ve onun karşısına çıkmasına olanak tanıdı. |
Embassy | elçilik, sefaret, elçilik görevlileri |
You're from the embassy, aren't you? | elçilik Sen elçiliktensin, değil mi? |
Greta is going to the embassy. | elçiliğe Greta büyük elçiliğe gidiyor. |
certify | onaylamak, doğrulamak, tasdik etmek, kanıtlamak, tasdiklemek, garantilemek, belge vermek, kabul etmek, havale etmek, deli raporu vermek |
the profits for the year had been certified by the auditors | yılın kazançları denetçiler tarafından onaylanmıştı |
We certify that we have presented or will present the aforementioned items and relevant tax forms to the audit committee. | Sözü edilen kalemleri ve ilgili vergi formlarını denetim komitesine sunduk veya sunacağımızı onaylıyoruz. |
When a product is sold under a certain brand it certifies certain standards and quality. | Bir ürün belirli bir markanın altında satıldığında belirli standart ve kaliteleri onaylar. |
Small firms cannot spend $10 000 or more to comply and be certified with the international standards. | Küçük firmalar, uluslararası standartlara uymak ve sertifikalandırmak için 10 000 dolar veya daha fazla harcamayı yapamazlar. |
When a product is sold under a certain brand it certifies certain standards and quality. | Bir ürün belirli bir markanın altında satıldığında belirli standart ve kaliteleri onaylar. |
Choke holds should be taught only by qualified and certified instructors. | Choke tutucuları yalnızca nitelikli ve sertifikalı eğitmenler tarafından öğretilmelidir. |
With the exception of those who can be certified insane, these homeless people cannot be detained anywhere against their will. | Çılgınca belgelendirilebilenlerin haricinde, bu evsiz insanlar isteklerine karşı herhangi bir yerde gözaltına alınamazlar. |
The ECDL is a computer qualification that certifies the holder's competencies in seven computer disciplines. | ECDL, yedi bilgisayar disiplinindeki sahibinin yeterliliklerini belgeleyen bir bilgisayar niteliğidir. |
He is board certified in sleep disorders medicine and family practice. | Uyku hastalıkları tıbbı ve aile hekimliğinde kurul onaylıdır. |
Only four of the eighteen are, or have been, certified insane. | On sekizden yalnızca dördü delirmiş ya da deli oldu. |
He was rushed to York District Hospital where he was certified dead. | Ölenlerin onaylandığı York Bölge Hastanesine kaldırıldı. |
The man, in his early 20s, was certified dead at the scene. | Adam, 20'li yılların başında olay yerinde sertifikalıydı. |
Amy - an only child - was certified dead at the scene last Thursday night. | Tek çocuğu olan Amy, geçen Perşembe gecesi olay yerinde onaylandı. |
Sweeny, a board certified anesthesiologist, has been in practice for 20 years. | Kurul onaylı bir anestezist olan Sweeny, 20 yıldır uygulamaya başladı. |
Assurance | güvence, güven, sigorta, pişkinlik, teminât, vâât, söz, kendinden eminlik, kendine çok güvenme |
he gave an assurance that work would not recommence until Wednesday | işin Çarşamba gününe kadar tekrar başlamayacağına dair bir güvence verdi. |
she drove with assurance | güvence ile gitti |
Harun appeared intoxicated. | {s} sarhoş Harun sarhoş görünüyordu. |
Harun appeared intoxicated. | alkollü Harun alkollü görünüyordu. |
The warmth after the chills intoxicated us. | mest Titremelerden sonraki sıcaklık bizi mest etti. |
the attainment of a complete collection is the measure of a collector’s success | eksiksiz bir koleksiyonun elde edilmesi, bir koleksiyonerin başarısının ölçüsüdür |
attainment | ulaşma, kazanma, elde etme, erişme |
Wherever I have been, I have worked for the attainment of that noble goal and the records are there to show it. | Nerede olduysam, o asil amaca ulaşmak için çalıştım ve kayıtlar göstermek için orada. |
The independent sector has a strong tradition of academic attainment and good exam results. | Bağımsız sektör, güçlü akademik başarı geleneği ve iyi sınav sonuçları sunmaktadır. |
The basic purpose of exams is to measure attainment . | Sınavların temel amacı, başarıyı ölçmektir. |
the attainment of a complete collection is the measure of a collector’s success | eksiksiz bir koleksiyonun elde edilmesi, bir koleksiyonerin başarısının ölçüsüdür |
Taxable household income was strongly related to educational attainment . | Vergilendirilebilir hanehalkı geliri, eğitim kazanımıyla güçlü bir şekilde ilişkiliydi. |
the attainment of corporate aims | kurumsal amaçlara ulaşılması |
We would look at doing anything we can do to improve attendance and attainment . | Katılım ve kazanım düzeylerini yükseltmek için yapabileceğimiz her şeyi yapmaya bakarız. |
And she believes the impact on attainment could be impressive. | Ve başarı üzerindeki etkinin etkileyebileceğine inanıyor. |
They were all angling for a better view of a simple wooden scaffold bearing a lone noose, which dangled in the breeze. | Tek başlarına, yalnız bir noose taşıyan basit bir tahta iskele üzerinde esintide dolaşan daha iyi bir görüş açısı için hepsi arıyordu. |
the soot-black scaffolded structures | kurumuş iskele yapıları |
Then we hit on friends and neighbors to contribute toe board brackets, toe boards, scaffolds , ladders and moral support. | Sonra dostlarımıza ve komşularımıza parmaklık parantezlerine, ayak parmaklarına, iskele takımlarına, merdivenlere ve ahlaki desteğe katkıda bulunmak için baskı yaptık. |
He was dangling from a hook, a few feet off a wooden scaffold . | Ahşap bir iskeleden birkaç adım uzakta bir kancadan sarkıyordu. |
A loose board crashes into a scaffold John is working on - more broken glass. | Gevşek bir tahta, John'un üzerinde çalıştığı bir iskele içine çöker - daha kırık cam. |
The first sequence helps cells stick to the scaffold . | Birinci sekans, hücrelerin iskele üzerine yapışmasına yardımcı olur. |
Then, the printer prints the cells on to a plastic surface, which acts like a scaffold to support the cells. | Ardından yazıcı, hücreleri, hücreleri desteklemek için bir iskele gibi davranan bir plastik yüzeye yazdırır. |
He is still on the loose. | {s} serbest O hâlâ serbest. |
Don't set the dogs loose. | serbest bırakmak Köpekleri serbest bırakma. |
Actually she is a loose woman. | {s} oynak Aslında o oynak bir kadın. |
That knot's loose. | gevşek O düğüm gevşek. |
a loose tooth | gevşek bir diş |
she slipped into a loose T-shirt and shorts | gevşek bir tişört ve şort giydi |
While beanbags are safe they pose a risk if loose beads escape from the bean bags. | Torba tabanları güvenli olsa da, gevşek boncuklar fasulye torbalarından kurtulursa risk oluştururlar. |
Unfortunately, the drawings give only a loose interpretation of the points' locations. | Ne yazık ki çizimler, noktaların yerlerinin sadece gevşek bir şekilde yorumlanmasını sağlıyor. |
You can give the loose stone as a gift and choose the setting at a later stage, if you wish. | Gevşek taşı bir hediye olarak verebilir ve isterseniz daha sonraki bir aşamada ayarı seçebilirsiniz. |
A book bag or backpack helps keep loose items together. | Bir kitap çantası veya sırt çantası, gevşek malzemeleri bir arada tutmaya yardımcı olur. |
‘We have had complaints from people and I actually saw an accident myself involving a loose horse,’ he said. | "İnsanlardan şikayetçiyiz ve kendimizde gevşek atlar içeren bir kaza gördüm" dedi. |
His arm is hanging so loose at his side you could touch it and it seems it would fall off. | Kolu yan tarafında o kadar gevşekçe asılıyorsun ki ona dokundun ve düşecek gibi görünüyor. |
Harun was attacked by a rabid squirrel. | {s} kuduz Harun kuduz bir sincap tarafından saldırıya uğradı. |
a rabid feminist | kuduz feminist |
The last part of the name is supposed to come from a time when horehound was considered to be effective protection from the bite of a rabid dog. | Adın son kısmı, kuyruklu köpüğün, kuduz köpek ısırıklarından etkili bir koruma olduğu düşünülen bir zamandan gelmesi gerekiyordu. |
You could get stitched up and receive rabies vaccinations if you got mauled by a rabid dog. | Bir kuduz köpek tarafından soyulduysan, dikiş diktilip kuduz aşıları alabilirsin. |
There're idiots and rabid fanatics on both sides. | Her iki tarafta aptallar ve kudurmuş fanatik var. |
‘My Indian idyll came to an end four years after Independence because of a panther and a rabid dog,’ she wrote years later. | 'Bir Hintli idldayım, panter ve kudurmuş bir köpek yüzünden Bağımsızlıktan dört yıl sonra sona erdi' diye yazıp yıllar sonra. |
One of the biggest forces in the underground scene right now is what's called extreme music, and it's got a rabid fanbase. | Şu an yeraltı sahnesinde en büyük güçlerden biri, aşırı müzik, buna kuduz bir fan tabanı da deniyor. |
Outside the United States, exposure to rabid dogs is the most common cause of transmission to humans. | Birleşik Devletlerin dışında, kuduz köpeklere maruz kalma, insanlara bulaşmanın en yaygın nedenidir. |
That's so embarrassing. | {s} utandırıcı O çok utandırıcı. |
Don't do anything embarrassing. | can sıkıcı Can sıkıcı bir şey yapma. |
Harun just doesn't want me to embarrass him. | {f} utandırmak Harun sadece onu utandırmamı istemiyor. |
she wouldn't embarrass either of them by making a scene | o da bir sahne yaparak onları utandırmazdı |
Not only is this an embarrassing problem for you but it is also a potentially dangerous one. | Bu sizin için utanç verici bir sorun değil aynı zamanda potansiyel olarak tehlikeli bir sorundur. |
He sometimes wet the bed too, which was kind of embarrassing for a twelve-year old. | Bazen yatağı ıslattı, bu on iki yaşındaki bir çocuk için utanç vericiydi. |
she asked him some embarrassing questions | ona utanç verici sorular sordu. |
this is potentially embarrassing for the management | bu yönetim için potansiyel olarak utanç verici |
what an embarrassing mistake to make! | ne utanç verici bir hata yapmak! |
And were they to say no, it could all prove very embarrassing for Tony. | Ve hayır diyeceklerdi, hepsi Tony için çok utanç verici olabilirdi. |
Is the topic potentially embarrassing or uncomfortable? | Konu potansiyel olarak utanç verici veya rahatsız mı? |
It would be very embarrassing for him to admit it to me. | Onu bana itiraf etmek çok utanç vericidir. |
that sort of thing is very embarrassing for them | Bu tür bir şey onlar için çok utanç verici |
the decision left us in an embarrassing position | karar utanç verici bir pozisyonda bizi terk etti |
the government was involved in an embarrassing scandal | hükümet utanç verici bir skandala karıştı |
we had an embarrassing conversation with him | onunla utanç verici bir sohbet ettik |
prevalent | yaygın, hüküm süren, mevcut, genel |
the social ills prevalent in society today | bugün toplumda yaygın olan sosyal yaralar |
Many such areas are forested, and human activity is generally more prevalent . | Bu tür alanların birçoğu ağaçlandırılmış ve insan etkinliği genellikle daha yaygın. |
Hip fractures are also more prevalent in areas with fluoridated water. | Kalça kırıkları, ayrıca, florürlü su bulunan bölgelerde daha yaygındır. |
Which, some persons have been heard to observe, is why we have some of the social problems prevalent today. | Bazı kimselerin gözlemlediği duyulduğu için günümüzde yaygın olan bazı sosyal problemlere sahip olmamızın sebebi budur. |
But crime is most prevalent in those urban areas where the multiply disadvantaged dwell. | Ancak, suç çok yönlü dezavantajlı kişilerin bulunduğu kentsel alanlarda en yaygındır. |
Usually, caregiving is taken up as part of the informal set up of the family that is prevalent in society. | Genellikle bakıcılık ailede toplulukta yaygın olan informal kurulumun bir parçası olarak ele alınır. |
They have perhaps rejected the view of their parents or a prevalent view in society. | Belki de anne babalarının görüşlerini ya da toplumdaki yaygın görüşleri reddettiler. |
Although the above only refers to the blogosphere, the same issues are prevalent in other areas of our lives too. | Yukarıdakiler yalnızca blogosphere'ye işaret etmekle birlikte, aynı konular hayatımızın diğer alanlarında da yaygındır. |
The racism our parent's faced in the past is far less prevalent today than it was decades ago. | Ebeveynlerimizin geçmişte karşılaştığı ırkçılık bugün on yıllar öncesinden çok daha az yaygındır. |
When not targeting suspected burglars' homes, the squad patrols areas where thefts are prevalent . | Şüpheli hırsızlar evlerini hedeflemediğinde, ekip hırsızlıkların yaygın olduğu alanları devriye geziyor. |
This is just another example of the insidious prying into peoples' lives that is so prevalent in our society today. | Bu, bugün toplumumuzda yaygın olan halkların yaşamlarına sinsice merakın bir başka örneğidir. |
Thus, use of current estimates for the prevalence of passive exposure is again conservative. | Bu nedenle, pasif maruziyet prevalansı için mevcut tahminlerin kullanımı yine muhafazakârdır. |
deliberate | kasıtlı, kasti, planlanmış, tasarlanmış, ağır, tedbirli, emin, düşünmek, tartmak, danışmak, üzerinde tartışmak |
a deliberate attempt to provoke conflict | çatışmayı provoke etmek için kasıtlı bir girişim |
she deliberated over the menu | o menü üzerinde görüştü |
A deliberate decision - decided I would vote when it was voluntary. | Kasıtlı bir karar - kararın gönüllü olduğu zaman oy vereceğim. |
With deliberate caution, he slid the scroll into his tunic and patted it gently. | Dikkatli bir şekilde, kaydırmayı tunusuna kaydırdı ve hafifçe vurdu. |
I always make a conscious and deliberate effort to cover these matters in each patient in order not to miss anything. | Hiçbir şeyi kaçırmamak için her hasta için bu konuları kapsayan bilinçli ve bilinçli bir çaba gösteriyorum. |
The jury is continuing to deliberate on another charge of false accounting and another of furnishing false information. | Jüri, başka bir yanlış muhalefet suçlamasıyla ve yanlış bilgi vermekten başka bir konuda kasıtlı olarak görüşmeye devam ediyor. |
He is very deliberate , very careful, has a wonderful sense of humor. | O çok kasıtlı, çok dikkatli, mizah duygusu harika. |
It was a very deliberate decision when I started the site that I was going to swear like a trooper. | Bir kıdemli asker gibi yemin ederim ki siteyi başlattığımda çok kasıtlı bir karar verdim. |
This is a very deliberate , cautious first step. | Bu çok kasıtlı, temkinli bir ilk adımdır. |
He said there was a deliberate decision not to put the decentralised departments into gateways. | Merkezi olmayan departmanları ağ geçitlerine sokmamak için kasıtlı bir kararın olduğunu söyledi. |
Instead, he straightened his spine and took a few slow, deliberate steps forward. | Bunun yerine, omurgasını düzeltti ve birkaç yavaş, kasıtlı adımlar ileri sürdü. |
And those injuries have been inflicted with deliberate and premeditated intent. | Ve bu yaralanmalar kasıtlı ve önceden tasarlanmış niyetle yapıldı. |
That was a deliberate decision as I was looking for a pure sound which was of a certain kind. | Bu, belirli bir türden saf bir ses arıyormuşçasına kasıtlı bir karar verdi. |
Their movements like the placement of the candles are measured and deliberate . | Mumların yerleştirilmesi gibi hareketleri ölçülmekte ve kasıtlı olmaktadır. |
he used slow deliberate speech | o yavaş kasıtlı konuşma kullandı |
Most of the hostility faced by conservatives is not explicit, and often not conscious or deliberate . | Muhafazakârların karşılaştığı düşmanlıkların çoğu açık değildir ve genellikle bilinçli ya da kasıtlı değildir. |
evolve | gelişmek, geliştirmek, evrim geçirmek, çıkarmak, yaymak, açmak |
the company has evolved into a major chemical manufacturer | şirket büyük bir kimyasal üreticiye dönüşmüştür |
Tertiary amines dissolve in nitrous acid without evolving any gas. | Tersiyer aminler, herhangi bir gaz çıkarmadan, azotlu asit içinde çözünürler. |
Over millions of years these organisms would develop, adapt and evolve into newly created organisms. | Milyonlarca yıl boyunca bu organizmalar gelişecek, adapte olacak ve yeni yaratılmış organizmalara dönüşecektir. |
Not one word is said about how single cells could evolve into a multiple-celled organism. | Tekli hücrelerin çok hücreli bir organizmaya nasıl dönüşebileceği hakkında tek bir kelime söylenmiyor. |
each school must evolve its own way of working | her okul kendi çalışma biçimini geliştirmelidir |
the populations are cut off from each other and evolve independently | nüfus birbirinden kesilir ve bağımsız olarak gelişir |
each school must evolve its own way of working | her okul kendi çalışma biçimini geliştirmelidir |
The linkage between genes and behaviour is clear, but it did not evolve by natural selection. | Genler ve davranış arasındaki bağ açıktır, ancak doğal seleksiyon yoluyla gelişmedi. |
But not all scientists agree that life evolved from chemicals in the primordial soup. | Fakat tüm bilim adamları, hayatın ilkel çorbada kimyasallardan evrimleştiğini kabul etmez. |
He envisions society as an organism that evolves and develops by differentiation. | Toplumu, farklılaşarak gelişen ve gelişen bir organizma olarak görüyor. |
By the late Oligocene, the two modern lineages of cetaceans had evolved from archaeocete ancestors. | Geç Oligosen dönemine göre, iki modern atmaca soyları ataerkek atalarından evrimleşmişti. |
I believe it reinforces the inescapable conclusion that we evolved from single cells. | Tek hücrelden evrilmemizin kaçınılmaz olduğu sonucunu güçlendirdiğine inanıyoruz. |
It is now thought that the genes for the rod and cone pigments evolved from a common ancestral gene. | Çubuk ve koni pigmentleri için genlerin ortak bir atasal genten evrimleştiği düşünülmektedir. |
Often my films have started in one place and evolved into something very different. | Çoğu zaman filmlerim bir yerde başlamış ve çok farklı bir şey haline gelmiştir. |
Tertiary amines dissolve in nitrous acid without evolving any gas. | Tersiyer aminler, herhangi bir gaz çıkarmadan, azotlu asit içinde çözünürler. |
attain | ulaşmak, elde etmek, erişmek, kazanmak, varmak, gelmek |
clarify your objectives and ways of attaining them | Hedeflerinizi ve bunlara erişmenin yollarını açıklayın |
These awesome monsters need to attain wind speeds of 75 mph before they become a full hurricane. | Bu müthiş canavarların tam bir kasırga haline gelmeden önce 75 mil hızında rüzgar hızı elde etmeleri gerekiyor. |
human beings can attain happiness | insanlar mutluluk kazanabilir |
Wasn't his perception of happiness and how to attain it desperately marred? | Mutluluk algısı ve buna nasıl ulaşılacağını umutsuzca gölgelemiş miydi? |
Common mistakes made by novices include underestimating the size that trees will attain . | Acemiler tarafından yaygın olarak yapılan hatalar arasında, ağaçların ulaşacağı boyutu hafife alma da dahildir. |
dolphins can attain remarkable speeds in water | yunuslar suda olağanüstü hızlara erişebilir |
The fact is, the reformists have failed to attain any tangible achievement. | Aslında, reformistler somut bir başarıya ulaşamadılar. |
dolphins can attain speeds in water which man cannot yet emulate | Yunuslar suyun içinde insanların henüz taklit edemediği hızları elde edebilir |
One in ten children die before they attain the age of five years, adds the report. | Raporda, on oğlundan biri beş yaşına gelmeden ölüyor. |
grasp | kavramak, anlamak, yakalamak, kapmak, tutmak, kavrama, idrak, kabza, tutma, sımsıkı tutma, anlama |
His grasp of the details of the project and his excellent writing skills should combine to produce a highly readable book for creationist laymen. | Projenin detaylarını ve onun mükemmel yazma becerilerini kavrayışı, yaratıcı rahipler için oldukça okunabilir bir kitap üretmek için birleşmelidir. |
she grasped the bottle | şişeyi kavradı |
the child slipped from her grasp | çocuk kavramasından kaymış |
He had a firm grasp on her arm, but when she turned to him, he avoided her gaze. | Koluyla ilgili sıkı bir kavrayışa sahipti, ama ona döndüğünde bakışlarından kaçındı. |
Matching his actions, she took it in a firm grasp and shook it quickly. | Eylemlerini eşleştirerek, onu sıkıca kavradı ve çabucak salladı. |
I suppose being within the grasp of freedom will do that to you. | Sanırım özgürlüğü kavramak sizce bunu yapacaktır. |
True love is the elation that comes of true knowledge, an intuitive grasp of the world. | Gerçek aşk, gerçek bilginin getirdiği sevinçtir, dünyayı sezgisel bir kavrayıştır. |
Jason put his hands on Jed's shoulder and took a firm grasp . | Jason ellerini Jed'in omzuna koydu ve sıkıca kavradı. |
he knew success was within his grasp | Başarının elinde olduğunu biliyordu. |
He placed a firm grasp on her shoulders and looked into her eyes that were welled with tears. | Omuzlarına sıkı sıkıya tutundu ve gözleri yaşlı gözlerle baktı. |
he knew success was within his grasp | Başarının elinde olduğunu biliyordu. |
deduction | kesinti, indirim, tümdengelim, sonuç, çıkarma, sonuç çıkarma, çıkarılan miktar |
the dividend will be paid without deduction of tax | temettü vergi indirimi olmadan ödenir |
the detective must uncover the murderer by deduction from facts | Dedektif, gerçeklerden kesinti yaparak katili ortaya çıkarmak zorundadır |
The rules of deduction are rules of entailment, not rules of inference. | İndirgeme kuralları, çıkarım kuralları değil, çıkarım kurallarıdır. |
And it certainly seems to follow from the fact that this deduction is possible that I could not have done this thing. | Kesinlikle, bu işi yapamayacağımdan bu düşülmenin mümkün olması gerçeğinden yola çıkıyor gibi görünüyor. |
Automatic bill payment eliminates overlooked bills and the deduction is automatic; there's no need to contact us each month. | Otomatik fatura ödeme, gözden kaçan faturaları ortadan kaldırır ve kesinti otomatiktir; her ay bizimle iletişime geçmenize gerek yok. |
You see, my sophisticated powers of deduction are unmatched. | Görüyorsun, sofistike ayrıştırma güçlerim eşsizdir. |
The mathematician establishes results by logical deduction . | Matematikçi, mantıksal çıkarımla sonuçları tayin eder. |
But it is perhaps truer of Spinoza than of his contemporaries that his enterprise was one of radical deduction from first principles. | Ancak Spinoza'nın çağdaşlarından daha gerçekçi olması onun teşebbüsünün ilk ilkelerden kökten indirgenmesiydi. |
It would be appropriate to pay after deduction of tax. | Vergi kesildikten sonra ödeme yapmak uygun olur. |
the detective must uncover the murderer by deduction from facts | Dedektif, gerçeklerden kesinti yaparak katili ortaya çıkarmak zorundadır |
the dividend will be paid without deduction of tax | temettü vergi indirimi olmadan ödenir |
evolve | gelişmek, geliştirmek, evrim geçirmek, çıkarmak, yaymak, açmak |
the rebels' advance on Madrid was well under way | isyancılar Madrid'de ilerleme iyi başlamıştı |
advance | ilerlemek, ilerletmek, geliştirmek, yükseltmek, gelişmek, ileri almak, öne almak, öne sürmek, ileri sürmek, atamak, artmak, avans vermek, peşinat vermek, avans, ilerleme, gelişme, avantaj, yükselme, atılım, artış, öncü |
prefetch | (Bilgisayar) İşletim sisteminin, kullanıcının en son kullandığı dosyaları ve programları önbelleğe kaydedip bunların bir sonraki açılışında işlemcinin bu bilgileri daha hızlı okuyup dosyaşarın daha hızlı açılmasını sağlaması için gerekli düzenlemeyi yapma |
fetch | almak, getirmek, çekmek, gidip almak, geçirmek, cezbetmek, atmak |
Despite all his fame, he is not happy. | {e} rağmen Bütün ününe rağmen mutlu değil. |
Despite his fame, he is not happy. | {e} karşın Ününe karşın mutlu değil. |
Despite his fame, he is not happy. | (Havacılık) e karşın Ününe karşın mutlu değil. |
Despite all his fame, he is not happy. | e rağmen Bütün ününe rağmen mutlu değil. |
the despite done by him to the holy relics | onun tarafından kutsal kalıntılara rağmen yapılmasına rağmen |
Despite | rağmen, karşın, nefret, kin, karşı koyma |
the theater only earns my despite | tiyatro yalnızca benim karşıma |
He's certainly going to try, despite the escalating violence that threatens to engulf him. | Onu yutmak için tehdit eden şiddetlenen şiddete rağmen, kesinlikle deneyeceğim. |
A great thinker and leader, you have a great deal of power despite being really poor. | Harika bir düşünür ve lider, gerçekten zayıf olmanıza rağmen çok fazla güce sahipsiniz. |
Hence, very few workers will be affected by this decision, despite all the media publicity! | Dolayısıyla, tüm medyanın tanıtımına rağmen, bu karardan çok az çalışan etkilenir! |
he remains a great leader despite age and infirmity | yaş ve halsizliğe rağmen büyük bir lider olarak kalır. |
the theatre only earns my despite | tiyatro yalnızca benim karşıma |
He has earned my despite . I simply don't care. | O rağmen kazanmış benim. Sadece umurumda değil |
Is someone providing these children with cigarettes and alcohol despite their age? | Bu çocuğa yaşlarına rağmen sigarayı ve alkolü veren biri var mı? |
The despite in which he is now held among the nation is legendary. | Şu anda ulus içerisinde tutulmasına rağmen efsanevi. |
Somehow, any mention of this film passed me by, despite its critical acclaim. | Her nasılsa, bu filmden bahsedildiğinde eleştirmenlerin beğenisine rağmen beni geçti. |
However, despite these examinations a fracture in his foot allegedly went undetected. | Bununla birlikte, bu muayenelere rağmen ayağındaki kırık tespit edilmediği iddia ediliyor. |
He'd been turned away from the bar on suspicion of being under age despite being 28. | 28 yaşına rağmen yaşın altında olma şüphesiyle bardan uzak durmuştu. |
he remains a great leader despite age and infirmity | yaş ve halsizliğe rağmen büyük bir lider olarak kalır. |
He is languid, conceited, a natural leader of men despite his subordinate rank. | Kendisi, ast derecesine rağmen, gevşek, kibarlı, doğal bir insan lideridir. |
harness | koşum, koşum takımı, emniyet kemeri, zırh, kayış takımı, üniforma, koşmak, koşum takmak, kullanmak |
Two horses were harnessed to a small cart that rattled along near the back of the single-file. | Tek atölyenin arka tarafında sarsılan küçük bir at arabasına iki at vardı. |
attempts to harness solar energy | güneş enerjisini kullanmaya teşebbüs ediyor |
attempts to harness solar energy | control and make use of (natural resources), especially to produce energy. |
He will have made a machine that can harness the energy of the ocean's tides. | Okyanusun gelgit enerjisini kullanabilen bir makine yapmış olacak. |
As soon as he strapped his harness around him, he felt the transition as Costanza deactivated the artificial gravity field. | Koşumunu çevrelediği sürece, Costanza'nın yapay yer çekimi alanını devre dışı bırakmasıyla geçişin etkisini hissetti. |
The Doctor rambled on, as he checked the leads from the computer to the harness strapped tight to Tanj's head. | Doktor, bilgisayardan delikleri Tanj'in kafasına sımsıkı kordona soktuğuna bakarken başını fırtınayla kapladı. |
oversaw | denetlemek, gözetmek, yönetmek |
a trustee appointed to oversee Corrie's finances | Corrie'nin finansmanını denetlemek üzere atanan bir mütevelli |
Party members oversaw the work of a commune to ensure that decisions followed the correct party line. | Parti üyeleri, kararların doğru parti çizgisini takip etmesini sağlamak için bir komün çalışmasını denetlediler. |
He oversaw the work and left to return north on Friday satisfied that the situation had been stabilised. | İşi denetledi ve Cuma günü kuzeye dönmek için ayrılan durumun istikrara kavuştuğundan memnun kaldı. |
a trustee appointed to oversee Corrie's finances | Corrie'nin finansmanını denetlemek üzere atanan bir mütevelli |
The charity is working closely with the Monastery Trust, which is overseeing the restoration project. | Hayırseverlik, restorasyon projesini yöneten Monastery Trust ile yakından çalışıyor. |
The educators were asked if they were willing to continue overseeing the students. | Eğiticilere öğrencileri denetlemeye istekli olup olmadıkları soruldu. |
The project was overseen by the ambassador's own staff, it added. | Proje, büyükelçi kendi personeli tarafından denetlendiğini de ekledi. |
Interception | durdurma, kesme, ele geçirme, yakalama, önleme, tutma, alıkoyma, yolunu kesme |
He is charged with computer intrusions and the interception of electronic communications. | Bilgisayarla müdahaleler ve elektronik iletişimin kesilmesi ile suçlanıyor. |
There was thus no interception of an electrical impulse or signal passing through the public telecommunication system. | Dolayısıyla, kamu telekomünikasyon sisteminden geçen elektriksel bir darbe veya sinyalin herhangi bir şekilde kesilmesi yasaklandı. |
King said that the interception of private electronic correspondence is essential to the fight against terrorism. | King, özel elektronik yazışmaların engellenmesinin terörle mücadelede şart olduğunu söyledi. |
It criminalized cell phone monitoring, interception of digital signals and digital pagers, and listening to certain other specific services. | Cep telefonu izleme, dijital sinyaller ve dijital çağrı cihazlarının engellenmesi ve belirli diğer özel servislerin dinlenmesi suç haline getirildi. |
designed for the clandestine interception of other people's telephone calls | başkalarının telefon görüşmelerinin gizli müdahalesi için tasarlanmış |
I think that is one of the problems when one is dealing with electronic interception . | Bence birisi elektronik müdahaleyle uğraşırken yaşanan sorunlardan biridir. |
It relates to interception of communications where both the sender and all intended recipients are located inside the United States. | Bu, hem gönderen hem de tüm alıcıların Birleşik Devletlerin içinde bulunduğu iletişimlerin durdurulmasıyla ilgilidir. |
There are a lot of problems in controlling the agencies that undertake electronic interceptions . | Elektronik müdahaleleri üstlenen acentelerin kontrolünde birçok sorun var. |
He had 119 tackles, two interceptions and eight passes defensed in 2002. | 2002 yılında elinde 119 vuruş, 2 engelleme ve 8 pas değiştirildi. |
Always known as a fearless tackler, he has improved his pass defense (nine interceptions the past two seasons). | Her zaman korkusuz bir takım olarak bilinirken, pas savunmasını geliştirdi (son iki sezonda dokuz engele). |
The article doesn't cite the source. | Makale kaynağı belirtmiyor. |
cite | anmak, bahsetmek, alıntı yapmak, aktarmak, celbetmek, çağırmak, takdiri açıklamak |
the summons cited four of the defendants | davalar sanıkların dördünü gösterdi |
He just checked the cites and published the opinions unchanged. | Sadece atıfları kontrol etti ve görüşlerini değiştirmeden yayınladı. |
Some reports also cite incidents of physical abuse. | Bazı raporlar fiziksel istismar olaylarını da öne sürüyor. |
he does not cite any source for this assertion | bu iddiada herhangi bir kaynaktan bahsetmiyor |
The authors cite this finding as evidence that inflammation may play a role in the development of hypertension. | Yazarlar bu bulguyu, inflamasyonun hipertansiyonun gelişiminde rol oynayabileceğinin kanıtı olduğunu belirttiler. |
To answer that question, I want to cite a passage from the election statement of our party. | Bu soruyu cevaplamak için, partimizin seçim bildiriminden bir pasaj göndermek istiyorum. |
Work stress was the top health concern cited by the survey respondents. | Ankete katılanların belirttiği en büyük sağlık sorunu iş stresiydi. |
I'll stop citing examples now, else I'll most probably write a thesis. | Şimdi örnek alıntılamayı bırakacağım, yoksa büyük olasılıkla bir tez yazacağım. |
The firm has been cited for violations of the Clean Air Act. | Firma, Clean Air Act'in ihlalinden dolayı gösterildi. |
The passages usually cited to support this view are in his opinion largely metaphorical. | Genellikle bu görüşü desteklemek için atıf yapılan pasajlar onun görüşüne göre büyük ölçüde metaforiktir. |
Inactivity is cited as the cause of a third of coronary heart disease cases. | Hareketsizlik, koroner kalp hastalığı vakalarının üçte birinin nedeni olarak gösterilir. |
And citing the examples I gave above, it's a doctrine with which I absolutely and completely disagree. | Yukarıda verdiğim örneklerden yola çıkarak, kesinlikle ve tamamen katılmıyorum bir doktrin. |
Besides, one should not be citing historical examples. | Ayrıca, tarihsel örneklerden bahsetmek gerekir. |
underrated | küçümsemek, yeterince değer vermemek, küçük görmek |
a very underrated film | çok az dereceli bir film |
Don't underestimate the danger of such a raft trip on this river | Bu nehirde böyle bir sal gezisi tehlikesini hafife alma |
The government's statistics on the quantity of fish being exported should be considered gross underestimates . | Hükümet, ihraç edilen balık miktarı ile ilgili istatistikler, kaba tahminlerde bulunulmalıdır. |
the administration has grossly underestimated the extent of the problem | yönetim sorunu büyük ölçüde hafife aldı |
Comedy aside, don't underestimate the seriousness with which these people take their tasks. | Komedi bir yana, bu insanların görevlerini yerine getirme ciddiyetini hafife almayın. |
Back on his home patch, people are less likely to underestimate him. | Ev yamasına dönersek, insanların onu hafife alması daha az olasıdır. |
But it could be a mistake for political opponents to underestimate him. | Fakat siyasi muhaliflerin onu hafife alması bir hata olabilir. |
Even this could be an underestimate : independent engineers suggest that it shouldn't have cost more than £15m. | Bu bile bir küçümseyici olabilir: bağımsız mühendisler 15 milyon pound'dan fazla maliyeti olmamalıdır. |
This argument has been surprisingly popular this year, given what seems to be a gross underestimate of the peril that lies ahead. | Bu argüman, önümüzdeki dönemde ortaya çıkabilecek tehlike altındaki miktarı küçümseyen gözüktüğü için, bu yıl şaşırtıcı derecede popüler oldu. |
In fact, he'd already decided this was one woman who did her best to make people underestimate her. | Aslında zaten bunun, insanların onu hafife almasını sağlamak için ellerinden gelen her şeyi yapan bir kadın olduğuna karar vermişti. |
She said it was important not to underestimate the impact of binge drinking - particularly among young women. | Aşırı içme etkisini hafife almamak önem verdi, özellikle genç kadınlar arasında. |
Most important of all; never underestimate the necessity to save up for your retirement. | En önemlisi; emekliliğiniz için tasarruf etme zorunluluğunu hiçbir zaman hafife almazsınız. |
I wish people wouldn't underestimate me, or my strength, or my weakness. | İnsanlar beni ya da gücümü ya da zayıflığımı hafife almayacaklarını umuyorum. |
Even after his landslide election victory last year, they continue to underestimate him. | Geçen yılki heyelan seçim zaferinden sonra bile, onu hafife almaya devam ediyorlar. |
However, I would also add that one should not underestimate the importance of the influence of the editor in getting ideas signed off. | Bununla birlikte, editörün fikirleri imzalamadaki etkisinin önemini hafife almaması gerektiğini de ekleyeceğim. |
Of course, letting people underestimate you has tactical advantages. | Tabii ki, insanların sizi hafife almalarına taktiksel avantajları vardır. |
Nevertheless, this is still an underestimate , because it doesn't consider all the factors. | Bununla birlikte, bu hala bir hafife alettir, çünkü tüm faktörleri göz önünde bulundurmamaktadır. |
I think I seriously underestimate the extent to which our society's addictions drive the actions of our citizens. | Toplumun bağımlılıklarının vatandaşlarımızın faaliyetlerini ne ölçüde yerine getirdiğini ciddi olarak küçümsediğimi düşünüyorum. |
This did not satisfy Mine, and the relationship between them became more distant. | tatmin etmek Bu, Mine'yi tatmin etmedi, onlar arasındaki ilişki daha mesafeli oldu. |
Harun is impossible to satisfy. | {f} memnun etmek Harun'u memnun etmek imkansız. |
We aim to satisfy our customers' wants and needs. | karşılamak Müşterilerimizin istek ve gereksinimlerini karşılamayı amaçlıyoruz. |
satisfy | karşılamak, cevap vermek, memnun etmek, tatmin etmek, hoşnut etmek, ödemek, yerine getirmek, inandırmak, ikna etmek, gidermek, doyurmak |
I have never been satisfied with my job | Işimden hiç memnun kalmadım |
there was insufficient collateral to satisfy the loan | krediyi tatmin edecek yeterli teminat yoktu |
social services is trying to satisfy the needs of so many different groups | sosyal hizmetler, çok farklı grupların ihtiyaçlarını karşılamaya çalışıyor |
Art isn't interesting when it is made to satisfy the demands of the market. | Sanat, pazarın taleplerini karşılamak için yapıldığında ilginç değildir. |
Creditors may seize jointly owned assets to satisfy your spouse's debts. | Alacaklılar, eşinizin borçlarını karşılamak için ortak varlıkları ellerinden alabilirler. |
It still needs a quarter of a million pounds to satisfy creditors. | Alacaklıları memnun etmek için hâlâ çeyrek milyon liraya ihtiyaç duyuyor. |
They were there to serve him and satisfy his needs and whims. | Ona hizmet etmek ve onun ihtiyaçlarını ve kaprislerini tatmin etmek için oradaydılar. |
In response, web servers must evolve to satisfy these demands. | Buna karşılık, web sunucuları bu talepleri karşılamak için gelişmelidir. |
wealth, the promise of the eighties, has failed to satisfy | servet, seksenlerin vaadi tatmin olmamıştır. |
Why do we get so many possible solutions that all satisfy the same differential equation? | Neden hepsi aynı diferansiyel denklemi tatmin edecek kadar çok olası çözüm buluyoruz? |
He wants to carry out social reforms, but he has to keep public finances in order to satisfy international creditors. | Sosyal reformları yapmak istiyor, ancak uluslararası alacaklıları tatmin etmek için kamu maliyesini muhafaza etmek zorunda. |
We were filled with joyful expectation. | beklenti Neşeli beklentiyle doldurulduk. |
You have to expect that to happen once in a while. | bekle Ara sıra bunun olmasını beklemek zorundasın. |
expectation | beklenti, ümit, umut, olasılık, bekleme, beklenilme, umma, mirasa konma beklentisi |
reality had not lived up to expectations | gerçeklik beklentileri yaşamamıştı |
The same expectation is obtained by either method. | Aynı beklenti her iki yöntemle de elde edilmiştir. |
This is an expectation that few people can be expected to live up to. | Bu, az insanın yaşaması beklenebileceği beklentisidir. |
This created an expectation that the war would be long, ferocious and severe. | Bu, savaşın uzun, vahşice ve şiddetli olacağı yönünde bir beklenti yarattı. |
We tend to pay our taxes in the expectation that it will be utilized for the betterment of the world we live in. | Vergilerimizi, içinde yaşadığımız dünyanın iyiliği için kullanılacağı beklentisiyle ödemek eğilimindeyiz. |
Why should the police have a higher expectation of privacy than anyone else? | Polis neden diğerinden daha yüksek bir gizlilik beklentisine sahip olmalıdır? |
There is an expectation that there will be a reduction in staff numbers in the UK. | Birleşik Krallık'ta personel sayısının azaltılması yönünde bir beklenti var. |
This is equal to 8.5, and is called the expectation of the action in question. | Bu, 8.5'e eşittir ve buna, söz konusu eylemin beklentisi denir. |
He couldn't have lived up to the expectation that has been thrust upon him. | Ona karşı gelen beklentiyi yaşayamazdı. |
There was an expectation that interest rates might go down, but certainly not up. | Faiz oranlarının düşebileceği beklentisi vardı, ama kesinlikle yükselmiyordu. |
get on | binmek, ayağa kalkmak, doğrulmak |
I always wanted to see an Esperanto convention before I die. | {i} kongre Her zaman ölmeden önce bir Esperanto kongresi istedim. |
Convention | kongre, toplantı, düzen, toplanma, toplama, adet |
the woman who overturned so many conventions of children's literature | Çocuk edebiyatı konferanslarını deviren kadın |
You have been signing treaties, conventions and protocols for children but have never honoured them with genuine intention and political will. | Siz çocuklar için anlaşmalar, sözleşmeler ve protokoller imzaladınız, ancak onları gerçek anlamda niyet ve siyasi irade ile asla onurlandırmadınız. |
a convention of retail merchants | perakende satıcıların bir sözleşmesi |
Create an online convention card, or many! | Çevrimiçi bir kongre kartı veya çok sayıda kart oluşturun! |
Is that measure in this bill consistent with the convention that the Government signed on 16 June? | Bu tasarının ölçüsü, Hükümetin 16 Haziran'da imzaladığı sözleşme ile tutarlı mı? |
he was an upholder of convention and correct form | O, sözleşmenin ve doğru formun destekçisiydi |
The concept of fair competition then, is a global convention which both the multinational players and localised business entities are aware of and need to adhere to. | Adil rekabet kavramı, hem çokuluslu oyuncuların hem de yerel işletmelerin farkında olduğu ve bunlara bağlı kalması gereken küresel bir sözleşmedir. |
he was an upholder of convention and correct form | O, sözleşmenin ve doğru formun destekçisiydi |
Is it purely social convention , or is it biological? | Tamamen sosyal kural mı yoksa biyolojik mi? |
a convention of retail merchants | perakende satıcıların bir sözleşmesi |
The message is usually loud and clear, but it is also carefully disguised under a layer of polite convention . | Mesaj genelde gürültülü ve açıktır, ancak aynı zamanda bir nazik kongre tabakası altında dikkatle gizlenmiş. |
The column was both insightful in its full view of an issue, and brave in going against social convention . | Sütun, hem bir konunun bütününe bakıldığında hem de sosyal konvansiyona karşı cesur bir anlayış içindeydi. |
distinguish | ayırmak, ayırt etmek, ayrım yapmak, anlamak, sivriltmek, seçmek, farketmek |
the child is perfectly capable of distinguishing reality from fantasy | çocuk gerçekliği fantaziden ayırt etme yeteneğine sahiptir. |
The sources do not distinguish between administrative and political corruption or between petty and grand corruption. | Kaynaklar idari ve siyasi yolsuzlukları veya küçük ve büyük yolsuzlukları birbirinden ayırmıyor. |
we must distinguish between two kinds of holiday | iki çeşit tatil arasında ayrım yapmalıyız |
The software is also speed-sensitive, so it can distinguish the different conditions in city driving and faster roads or motorways. | Yazılım aynı zamanda hıza duyarlıdır, bu nedenle şehir içi sürüş ve daha hızlı yollar veya otoyollardaki farklı koşulları ayırt edebilmektedir. |
They are unable to distinguish between culture and religions. | Kültür ve din ayırt edemezler. |
Certain characteristics distinguish one type of print from another. | Bazı özellikler, bir baskının türünü diğerinden ayırır. |
it was too dark to distinguish anything more than their vague shapes | hiçbir şeyi belirsiz şekillerden daha fazla ayırmak çok karanlıktı. |
One carried something under his arm but Monday couldn't distinguish what it was. | Biri kolunun altında bir şey taşıyordu ancak Pazartesi, ne olduğunu ayırt edemedi. |
Errata | yazım hatası, dizgi hatası, yanlış-doğru cetveli |
dreadful in its literal sense, full of dread | kelimenin tam anlamıyla dehşet verici, korku dolu |
literal | gerçek, tam, kelimesi kelimesine, gerçekçi, abartısız, aslına uygun, basım |
He decided to undertake not only the literal translation of the text itself, but also three types of interpretation. | Metnin kendisinin harfi çevirisini değil aynı zamanda üç tür yorumu üstlenmeye karar verdi. |
Hence, we should take the description of the center of gravity in a metaphorical rather than a literal sense. | Dolayısıyla ağırlık merkezinin tanımını, literal anlamdan ziyade metaforik olarak ele almalıyız. |
‘We wanted a garden that felt like those places but that wasn't a literal copy of any of them,’ says Jeff. | Jeff, 'Bu mekanlar gibi hisseden bir bahçe istedik, ancak bunların hiçbiri harfiyen bir kopyası değildi' diyor. |
A more literal translation would be ‘conductor of war’ or ‘driver of war’. | Daha gerçekçi bir çeviri, 'savaş şefi' veya 'savaş şoförü' olacaktır. |
Eventually, in order to do that, we'll need to dig through the following: | Sonunda, bunu yapmak için aşağıdakileri incelememiz gerekecek: |
extent | derece, kapsam, boyut, ölçü, genişlik, alan, uzunluk, yükseklik |
an enclosure ten acres in extent | ölçüde on dönümlük bir mahfaza |
competitive | rekabete dayanan, rekabet edebilen, hırslı, rakip olan, yarışmaya dayanan |
a car industry competitive with any in the world | Dünyada herhangi biriyle rekabet eden bir araba endüstrisi |
Three competitive proposals are usually enough to establish a competitive price for money. | Üç rekabetçi teklif genellikle para için rekabetçi bir fiyat oluşturmak için yeterlidir. |
Air access and egress is considered a fundamental for any region which hopes to be competitive in the future. | Hava ulaşımı ve çıkış, gelecekte rekabet edebilmeyi umduğu herhangi bir bölge için temel bir unsur olarak görülüyor. |
A low exchange rate, competitive prices, and a whole lot of migration do not make them magicians. | Düşük bir döviz kuru, rekabetçi fiyatlar ve bir sürü göç bunları sihirbazlar yapmaz. |
It seems the formidable competitive streak which made him the world's greatest all-round athlete remains. | Onu dünyanın en iyi çok yönlü atleti yapan zorlu rekabet çizgisi görünüyor. |
Many US firms could now find it is easier to export because their goods and services are considerably more competitive . | Birçok ABD firması şimdi, malları ve hizmetleri oldukça daha rekabetçi olduğu için ihracat yapmanın daha kolay olduğunu bulabilir. |
He was strong and competitive , but had a soft side that he rarely showed to anyone but family. | Güçlü ve rekabetçi, ancak nadiren ailenin herhangi birisine gösteremediği yumuşak bir yüzü vardı. |
In the current market, however, a competitive price will be of paramount importance. | Bununla birlikte, mevcut pazarda rekabetçi bir fiyat önemli olacaktır. |
He also predicted the potential of competitive spirit in Asian countries. | Ayrıca, Asya ülkelerinde rekabetçi olma potansiyelini öngördü. |
Those projects as well as excellence in education will make the country competitive . | Bu projeler ve eğitimdeki mükemmellik ülkeyi rekabetçi yapacak. |
emphasis | vurgu, önem, üzerinde durulan nokta |
they placed great emphasis on the individual's freedom | bireyin özgürlüğüne büyük önem verdiler |
A variety of events are being organised throughout the year with the emphasis on community spirit. | Topluluk ruhuna vurgu yaparak yıl boyunca çeşitli etkinlikler düzenleniyor. |
Above all, however, they developed a model of spirituality that placed much emphasis on action in the world. | Bununla birlikte, her şeyden önce, dünyada harekete çok ağırlık veren bir maneviyat modeli geliştirdiler. |
They also highlight the need for continued emphasis on the primary prevention of coronary heart disease. | Ayrıca, koroner kalp hastalığının birincil korunması üzerine sürekli vurgu yapılması gereğini vurguluyorlar. |
"I think you have the emphasis on the wrong syllable, " Madi remarked. | "Sanırım yanlış heceli vurguladın," dedi Madi. |
Except exploring, " I said making sure to add extra emphasis on the word ' exploring '. | Keşfetmekten başka, "dedim ki 'keşif' kelimesine ekstra önem verdik. |
Kylie repeated her words with special emphasis , as if talking to a very slow person. | Kylie sözlerini, çok yavaş bir kişiyle konuşuyormuş gibi özel vurguyla tekrarladı. |
To achieve the transition, the continent has to put emphasis on technology and innovations. | Geçişi sağlamak için kıta, teknoloji ve yeniliklere ağırlık vermelidir. |
he spoke with emphasis and with complete conviction | vurgu ile ve tamamen inançla konuştu. |
they placed great emphasis on the individual's freedom | bireyin özgürlüğüne büyük önem verdiler |
tremendous | muazzam, çok büyük, heybetli, kocaman, koskocaman |
Penny put in a tremendous amount of time | Penny çok fazla zaman harcadı |
you've done a tremendous job | muazzam bir iş çıkardın |
they had tremendous respect for her | ona büyük bir saygı duyuyorlardı |
He passed the ball accurately and made some tremendous inspirational runs down the left. | Topu doğru bir şekilde geçti ve sola doğru muazzam bir esinti koştu. |
that's absolutely tremendous! | Bu kesinlikle muazzam! |
it was a tremendous blow | muazzam bir darbe oldu |
consistency | tutarlılık, kıvam, uyum, yoğunluk, koyuluk, bağdaşma, katılık |
the grading system is to be streamlined to ensure greater consistency | daha fazla tutarlılık sağlamak için derecelendirmenin sistemi kolaylaştırılacaktır. |
How this stood up to standards of logic or consistency was hard to fathom. | Bunun mantık veya tutarlılık standartlarına nasıl dayanak bulmak zordu. |
the sauce has the consistency of creamed butter | sos krema tereyağı kıvamına sahiptir. |
Before this year, he had shown neither the consistency nor the patience necessary to contend over a long season. | Bu yıl öncesinde, uzun bir sezon boyunca mücadele etmek için gerekli olan tutarlılığı veya sabrını göstermemişti. |
Portions of these translations were then back-translated to check for accuracy and consistency . | Bu çevirilerin bölümleri daha sonra doğruluğunu ve tutarlılığını kontrol etmek için geriye çevrildi. |
his principal problem in tennis has been consistency | tenisteki asıl problemi tutarlılıktır |
the grading system is to be streamlined to ensure greater consistency | daha fazla tutarlılık sağlamak için derecelendirmenin sistemi kolaylaştırılacaktır. |
The length of the recall period may influence the consistency and accuracy of respondents' reports. | Geri çağırma süresinin uzunluğu, cevaplayıcıların raporlarının tutarlılığını ve doğruluğunu etkileyebilir. |
If the soup is too thick, add a little water until the desired consistency is achieved. | Çorba çok kalın ise, istenilen kıvama gelene kadar biraz su ilave edin. |
It will be a significant step in achieving consistency in your game. | Oyunda tutarlılığın sağlanması önemli bir adım olacaktır. |
preceding | önceki, önce gelen |
a gun battle had preceded the explosions | patlamaların öncesinde bir silahlı savaş başlamıştı |
immediately preceding | Hemen önceki |
glimpse | belirti, gözüne ilişme, işaret, görüverme, göz atmak, gözüne ilişmek, görünüp kaybolmak |
he glimpsed a figure standing in the shade | gölgede duran bir figürüne baktı. |
she caught a glimpse of the ocean | o okyanusa bir bakış attı |
clutter | dağınıklık, karışıklık, karman çormanlık, yığmak, darmadağın etmek, altüst etmek, tıka basa doldurmak |
the attic is full of clutter | çatı katı karmaşa dolu |
his apartment was cluttered with paintings and antiques | onun dairesi boya tablolar ve antikalarla doluydu |
Avoid too much clutter and only add objects that are useful, not merely decorative. | Çok fazla dağınıklığı önlemek ve sadece dekoratif değil, yararlı nesneler ekleyin. |
scope | kapsam, alan, faaliyet alanı, amaç, olanak, ufuk, niyet |
we widened the scope of our investigation | araştırmamızın kapsamını genişlettik |
they'd scoped out their market | onların pazarını bitirdiler |
such questions go beyond the scope of this book | bu tür sorular bu kitabın kapsamını aşıyor |
contingent | birlik, rastlantı, beklenmedik olay, muhtemel, şartlı, olası |
debate | tartışma, müzakere, görüşme, çekişme, tartışmak, çekişmek, danışmak, düşünüp taşınmak, dikkate almak |
Watt committed himself to holding more public debates and discussions separate from council meetings. | Watt, konsey toplantılarından ayrı olarak daha fazla kamusal tartışmalar ve tartışmalar yapmaya kendini taahhüt etti. |
the board debated his proposal | Kurul önerisini tartıştı |
The subject that dominates the debate about the new car is of course the styling. | Yeni arabayla ilgili tartışmaya hakim olan konu elbette stil. |
Whether civil servants should wear a uniform is still a matter of public debate . | Memurların üniforma giyip giymeyeceği halen kamuoyunda tartışılabilir. |
there has been much debate about prices | fiyatlar hakkında çok tartışma oldu |
the national debate on abortion | kürtaj üzerine ulusal tartışma |
there has been much debate about prices | fiyatlar hakkında çok tartışma oldu |
Was everything satisfactory? | tatmin edici Her şey tatmin edici miydi? |
Our house is quite satisfactory except that it is rather a long way to the bus stop. | tatminkar Evimiz otobüs durağına uzak olmasının haricinde oldukça tatminkardır. |
satisfactory | tatmin edici, yeterli, tatminkâr, memnun edici, memnuniyet verici |
the brakes are satisfactory if not particularly powerful | Özellikle güçlü olmasa da frenler tatminkar |
The objective fact seems to be that there was no satisfactory evidence of damage. | Nesnel gerçek, tatmin edici bir hasar kanıtı olmadığı görülmektedir. |
You have not produced satisfactory evidence of your identity, nationality or lawful basis to be in the United Kingdom. | Birleşik Krallık'ta olmak için kimliğinizin, uyruğunuzun ya da yasal tabanın tatmin edici kanıtları üretmediniz. |
I fear there is no satisfactory answer to this question. | Bu sorunun tatmin edici bir yanı yoktur diye korkuyorum. |
Country life is healthier than city life. | Kırsal yaşam Kırsal yaşam kent yaşamından daha sağlıklıdır. |
Have you ever lived in a rural area? | kırsal alan Hiç kırsal alanda yaşadın mı? |
myriad | sayısız, çok büyük sayıda, çok büyük sayı |
the myriad lights of the city | şehrin sayısız ışıkları |
networks connecting a myriad of computers | sayısız bilgisayarı birbirine bağlayan ağlar |
networks connecting a myriad of computers | sayısız bilgisayarı birbirine bağlayan ağlar |
The Civil War has generated a myriad of publications that address the interests of its devotees. | İç Savaş, adanmışlarının çıkarlarına hitap eden sayısız yayın üretti. |
A myriad of historic details adds to the story's verisimilitude. | Sayısız tarihi detay hikayenin gerçekçiliğini arttırıyor. |
In the evening I hang out with a myriad assortment of interesting characters. | Akşamları ilginç karakter çeşitliliği ile takılıyorum. |
These include a myriad assortment of insects, arachnids, rodents, and the occasional raccoon. | Bunlara böcek, örümcek ağı, kemirgen ve ara sıra rakun olmak üzere sayısız ürün yelpazesine dahildir. |
Between these extremes are a myriad of topics that might work if properly presented. | Bu aşırılıklar arasında, düzgün bir şekilde sunulması durumunda işe yarayabilecek çok sayıda başlık bulunmaktadır. |
Their story is one of the myriad untold stories about this country. | Onların hikayesi, bu ülke hakkındaki sayısız anlatılmaz hikayelerden biridir. |
But there are a myriad of issues to be resolved next. | Ancak bundan sonra çözülmesi gereken sayısız konu var. |
These databases are usually spread across a myriad of tables sharing multiple relationships. | Bu veritabanları genellikle çoklu ilişkileri paylaşan sayısız tabloya yayılmıştır. |
It misses the point that we are indeed multi-faceted creatures, driven by myriad goals, desires and values. | Sayısız gol, arzu ve değerlerle yönlendirilen gerçekten çok yüzlü canlılar olduğumuzu özlüyor. |
yearning | hasret, özlem, arzu, arzulu, özlem dolu, hasretli |
he felt a yearning for the mountains | dağlar için özlem duydu |
a yearning hope | Bir umut özlemi |
she yearned for a glimpse of him | özlemle ona bir bakış attı. |
What is the suppressed focus, the yearning urge in our species to be so neccessarily linked? | Bastırılmış odaklanma, türümüzün arzulanan bağlanması için özlem isteği nedir? |
There's an, Oh, such a hungry yearning burning inside of me. | İçimde böyle acıkmış bir özlem yanıyor. |
Then he slowed the sound to a soft, yearning beat. | Sonra sesi yavaş, yumuşak, yorucu bir vuruşla yavaşlattı. |
he couldn't comprehend her reasons for marrying Lovat | Lovat'la evlenme nedenlerini anlayamadı. |
comprehend | anlamak, kavramak, algılamak, idrak etmek, kapsamak, ihtiva etmek |
a divine order comprehending all men | tüm insanları anlayan ilahi bir emir |
It was set up, for reasons I could not begin to comprehend , as a public-versus-private spat. | Anlaşmaya başlayamadığım nedenlerden ötürü, halka karşı özel bir tükürükle kuruldu. |
This latter task is to comprehend and interpret the substantive topic under study. | Bu ikinci görev, incelenen maddi konuyu kavrayabilmek ve yorumlamaktır. |
I simply couldn't comprehend what had happened | Neler olduğunu basitçe anlayamadım |
She wants to understand, she wants to comprehend , but she doesn't want to forgive. | Anlamak istiyor, idrak etmek istiyor, ancak affetmek istemiyor. |
I simply couldn't comprehend what had happened | Neler olduğunu basitçe anlayamadım |
Much of the detail is difficult to comprehend for those who have not followed the story. | Ayrıntıın büyük kısmı, hikayeyi izlemeyenler için anlaşılması zor. |
I understood and comprehended what would take most children years to take in and be able to use. | Çocukların çoğunu alıp kullanabileceklerini anladım ve kavradım. |
He simply stared at her, not comprehending , and then realized this was what he got for making fun of her. | Anlayamadan ona baktı ve sonra onun onunla dalga geçmek için elindeki şeyin bu olduğunu fark etti. |
All cultures have patterns of perceiving, comprehending , explaining, assessing, and treating the symptoms of sickness. | Bütün kültürlerin, hastalık belirtilerini algılama, anlama, açıklama, değerlendirme ve tedavi etme kalıpları vardır. |
venture out | girişim, risk, teşebbüs, tehlikeli girişim, cüret, şans işi, riske atılan şey, tehlikeye atmak, riske atmak, cüret etmek, cesaret etmek, göze almak |
pioneering ventures into little-known waters | girişimler az tanınan sulara öncülük |
she ventured out into the blizzard | o kar fırtınasına cüret etti. |
venture | dare to do something or go somewhere that may be dangerous or unpleasant. |
While the major breweries dominated the beer market, imported brands and local microbreweries also flourished. | Büyük bira fabrikaları bira pazarına hâkimken, ithal markalar ve yerel küçük üreticiler de gelişti. |
You say there's an advantage in having either a bakery or a brewery onsite. | Yerinde fırın veya bira fabrikasında bulunmanın bir avantajı olduğunu söylüyorsunuz. |
work continued on the new lager brewery in Alton | Alton'da yeni lager bira fabrikasında çalışma devam etti |
He diversified into manufacturing, setting up a brewery and a rope factory in St Petersburg in the 1790s. | 1790'larda St Petersburg'da bira fabrikası ve ip fabrikası kurarak imalata dönüşmüştür. |
diversify | çeşitlendirmek, farklılaştırmak, değiştirmek, değişik alanlara yöneltmek |
the trilobites diversified into a great number of species | trilobitler çok sayıdaki türe çeşitlenmiştir |
The brothers have had to diversify in order to stay in business and do car repairs, services and recoveries. | Kardeşler, işte kalmak ve araba onarımı, hizmetleri ve geri kazanımlarını yapmak için çeşitlilik göstermek zorundaydılar. |
Farmers these days have to diversify to survive, and we had a good look at the options available. | Günümüzde çiftçiler hayatta kalabilmek için çeşitlilik göstermek zorundaydılar ve mevcut seçeneklere iyi baktık. |
The felling will give forest chiefs an opportunity to diversify habitats and encourage more broadleaf trees. | Kesimhane orman şeflerine yaşam alanlarını çeşitlendirme ve daha geniş yapraklı ağaçları teşvik etme fırsatı verecektir. |
With the mainstay fishing industry facing stagnation, companies are diversifying . | Ana kaltak balıkçılık endüstrisi durgunlukla karşı karşıya kaldığı için şirketler çeşitleniyor. |
they seek to diversify their approach to teaching | öğretme yaklaşımlarını çeşitlendirmeye çalışırlar. |
Most diversified companies get that way through acquisitions. | Çoğu çeşitlendirilmiş şirketler, satın alımlar yoluyla bu yolu elde ediyor. |
From the start the company has demonstrated a knack for diversification . | Şirket başlangıçta çeşitlendirme için bir ustalık sergilemiştir. |
When they were toppled, the ecological slate was wiped clean and mammals rapidly diversified to refill it. | Toprak döküldüğünde, ekolojik kayrak temizlendi ve memeliler onu yeniden doldurmak için çeşitlendi. |
Who wins may matter less now that the company is more diversified , Lord argues. | Lord, "Kazananlar şirketin daha çeşitlendirilmiş olması nedeniyle daha az önemli olabilir" dedi. |
The Boston Bruins have a longstanding rivalry with the Montreal Canadiens. | Boston Bruins Montreal Canadiens'le uzun zamandır devam eden bir rekabete sahip. |
a comprehensive list of sources | kapsamlı bir kaynak listesi |
spouse | eş, koca, hayat arkadaşı, karı |
There is no doubt that Russell made a mess of his relations with his spouses and children. | Hiç şüphe yok ki Russell, eşleri ve çocukları ile olan ilişkilerini bozar. |
Before we leave, we each take back our stone with our spouse 's name written on it. | Ayrılmadan önce, eşimizin ismi yazılı olan taşları geri alıyoruz. |
facile | kolay, basit, becerikli, usta, akıcı, uysal, saf, rahat |
Ideological polarizations on educational issues tend to be facile and premature. | Eğitimle ilgili konularda ideolojik kutuplaşmalar kolay ve erken olmaya meyillidir. |
a facile victory | kolay bir zafer |
Does Tiff's tragic and complex situation lend itself to such a facile analysis? | Tiff'in trajik ve karmaşık durumu bu kadar kolay bir analiz yapıyor mu? |
Sulamani's facile victory was greeted by booing from the Longchamp crowd. | Sulamani'nin kolay zaferi Longchamp kalabalığından övgüyle karşılandı. |
The truth itself is far more complex than these facile comparisons, which also makes it more durable. | Gerçeğin kendisi, bu dayanıklı karşılaştırmalara kıyasla çok daha karmaşıktır; bu da daha dayanıklı hale getirir. |
A facile intellect is no substitute for a moral compass. | Kolay akıl ahlaki pusulanın yerini tutmaz. |
One needs here to be wary of too facile generalization. | Burada çok kolay genellemeye karşı dikkatli olmak gerekiyor. |
Consulting | danışman |
a consulting engineer | bir danışman mühendis |
engaged in the business of giving expert advice to people working in a professional or technical field. | profesyonel veya teknik alanda çalışan kişilere uzman tavsiyesi verme işinde bulunmuştur. |
We were both dissatisfied with our experiences of international consulting . | Hem uluslararası danışmanlık deneyimlerimizden memnun kaldık. |
you should consult a financial advisor | bir finansal danışmana danışmalısınız |
facepalm | eliyle yüzünü kapatmak utanıp. |
significant Harun has made a significant contribution. | Harun önemli bir katkı yaptı. |
important I think nothing is more important than friendship. | Sanırım hiçbir şey dostluktan daha önemli değildir. |
crucial The timing will be crucial. | Zamanlama çok önemli olacak. |
essential Hard work is an essential element of success. | Sıkı çalışma başarının önemli bir faktörüdür. |
What were the chief events of last year? | Geçen yılın önemli olayları nelerdi? |
crucial | çok önemli, kritik, zor, haç, çetrefilli |
negotiations were at a crucial stage | görüşmeler çok önemli bir aşamadaydı |
prospect | olasılık, ihtimal, umut, beklenti, görünüm, manzara, muhtemel müşteri, maden damarı belirtisi, maden aramak, aramak, ümit vermek |
there was no prospect of a reconciliation | bir uzlaşma ihtimali yoktu |
clients deemed likely prospects for active party membership | müşterilerin olası aktif parti üyelik umutları olduğu düşünülüyor |
a viewpoint commanding a magnificent prospect of the estuary | a viewpoint commanding a magnificent prospect of the estuary |
Maybe the prospect of the landscape turning into a tourist facility will force a political change in the end. | Belki manzara turistik tesis haline dönüşme ihtimali sonunda siyasi bir değişime neden olacaktır. |
this presents a disturbing prospect of one-party government | bu, tek partili bir hükümetin rahatsız edici bir ihtimalini ortaya koyuyor |
The company is exploring the prospect of making machine-made pots to meet the demand. | Şirket, talebi karşılamak için makine yapımı tencere yapma ihtimalini keşfediyor. |
Sadly, the reverse prospect is more likely: that the cuts will remove better teachers from the system and leave it predominantly populated by the ineffective ones. | Ne yazık ki, ters beklenti daha olasıdır: kesintiler, daha iyi öğretmenleri sistemden çıkaracak ve ağırlıklı olarak etkisiz öğretmenler tarafından doldurulacaktır. |
Before we examine Emmet's theory, we must clarify the concept of 'internal symmetry.' | {f} aydınlığa kavuşturmak Emmet'in teorisini sınamadan önce, iç simetri kavramını aydınlığa kavuşturmalıyız. |
I just wanted clarification. | (Askeri) açıklığa kavuşturmak Sadece açıklığa kavuşturma istedim. |
Thanks for the clarification. | {i} açıklama Açıklama için teşekkürler. |
clarify | açıklamak, berraklaştırmak, aydınlığa kavuşturmak, temizlemek, arıtmak, aydınlanmak, süzmek, temizlenmek, arınmak, durulmak, berraklaşmak |
the report managed to clarify the government's position | rapor hükümetin duruşunu netleştirmeyi başardı |
A further consultation was required to clarify the situation and restore trust. | Durumu açıklığa kavuşturmak ve güveni yeniden kazanmak için başka bir istişare gerekliydi. |
To clarify how this can work, let's briefly look at an example. | Bunun nasıl işleyebileceğini açıklığa kavuşturmak için, kısaca bir örneğe bakalım. |
the report managed to clarify the government's position | rapor hükümetin duruşunu netleştirmeyi başardı |
What I have sought to do is clarify the role of the Advisory Council. | Yapmaya çalıştığım şey Danışma Konseyinin rolünü açıklığa kavuşturmaktır. |
I occasionally had to ask him to either repeat himself or clarify his comments. | Bazen kendisinden tekrar etmesini ya da yorumlarını netleştirmesini istemeliydim. |
And I want to quickly clarify two things I've just heard. | Daha önce duyduğum iki şeyi hızlı bir şekilde netleştirmek istiyorum. |
the report managed to clarify the government's position | rapor hükümetin duruşunu netleştirmeyi başardı |
Could you please clarify which of these days it is? | Bu günden hangisinin olduğunu lütfen açıklayabilir misiniz? |
A statement clarifying the situation is expected to be issued today. | Durumu netleştiren bir açıklamanın bugün yayınlanması bekleniyor. |
We have now clarified that there was a typo in the press release. | Basın açıklamasında bir yazım hatası olduğunu şimdi açıklığa kavuşturduk. |
We are happy to discuss the principles in a clarificatory manner. | İlkeleri açıklığa kavuşturmaktan mutluluk duyuyoruz. |
I hope that clarifies the situation for members. | Umarım üyelerin durumunu açıklar. |
To clarify how this can work, let's briefly look at an example. | Bunun nasıl işleyebileceğini açıklığa kavuşturmak için, kısaca bir örneğe bakalım. |
statement | açıklama, ifade, beyan, demeç, söz, rapor, bilanço, bildirme, tarife |
I agree with this statement. | açıklama Bu açıklamaya katılıyorum. |
To what extent do you agree or disagree with this statement? | ifade Bu ifadeye ne ölçüde katılıyorsunuz veya katılmıyorsunuz? |
Do you believe his statement that he is innocent? | beyan Onun masum olduğu beyanına inanıyor musun? |
To what extent do you agree or disagree with this statement? | rapor/ifade Bu ifadeye ne ölçüde katılıyorsunuz veya katılmıyorsunuz? |
There is a discrepancy of 145 dollars in my June credit card statement. | (Bilgisayar) ekstre Benim haziran ayı kredi kartı ekstresinde 145 dolarlık bir uyuşmazlık var. |
Do you believe his statement that he is innocent? | beyanı Onun masum olduğu beyanına inanıyor musun? |
do you agree with this statement? | bu ifadeyi kabul ediyor musun? |
here's the official statement from the department | bölümün resmi bildirisi: |
A witness statement of Detective Constable Breakwell was also read to the jury. | Dedektif Constable Breakwell'in tanık ifadesi de jüriye okundu. |
It's not necessarily a warning, it's just a clear statement of fact and principle that we're going after them. | Bu mutlaka bir uyarı değil, sadece onlardan sonra gidiyoruz gerçeğin ve ilkenin açık bir ifadesi. |
the principal gave a clear statement about the future of the school | müdür okulun geleceği konusunda açık bir ifade verdi. |
One hears the fullest statement of the Dowland song, with its original harmonies, at the end. | Bir, sonunda özgün armonileri ile Dowland şarkısının en kapsamlı ifadesini duyar. |
the officials issued a joint statement calling for negotiations | yetkililer müzakereleri başlatmak için ortak bir bildiri yayınladılar. |
Nevertheless, her film makes a clear statement regarding the aboriginal communities. | Bununla birlikte, filmi, aborijin topluluklarıyla ilgili açık bir ifade yapıyor. |
The next day, she released a statement to the media that reaffirmed her testimony. | Ertesi gün medyaya, tanıklığını teyit eden bir bildiri yayınladı. |
a statement of special educational needs | Özel eğitim gereksinimlerine ilişkin bir bildiri. |
The statement is clear and unambiguous - but what does it mean? | Açıklama açık ve net - ancak bunun anlamı ne? |
I reported this to the police and I made a statement describing the events. | Bunu polise bildirdim ve olayları açıklayan bir açıklama yaptım. |
this is not a criticism but a statement of fact | bu bir eleştiri değil, bir deyim |
the hope is that they will fill the stands and terraces to make a statement about the importance of this club | Bu kulübün önemi hakkında bir açıklama yapmak için standları ve terasları dolduracaklarını umuyoruz |
We had a casual meeting on the crowded street. | {s} sıradan Kalabalık caddede sıradan bir toplantı yaptık. |
casual | gündelik, geçici, sıradan, gelişigüzel, üstünkörü, kaçamak, tesadüfen olan, rastlantı eseri, gündelikçi, geçici işçi, gündelik ayakkabı, gündelik giysi, yoksul kimse |
she regarded his affairs with a casual indulgence | O rahat bir hoşgeldin ile olaylarını kabul etti |
a number of casuals became regular customers | bir takım rahat müşteriler düzenli müşterilere dönüştü |
he pretended it was a casual meeting | O sıradan bir toplantımış gibi davranıyordu. |
a casual short-sleeved shirt | rahat kısa kollu gömlek |
a number of casuals became regular customers | bir takım rahat müşteriler düzenli müşterilere dönüştü |
Many of these sexual partners were casual ones, though not necessarily commercial sex workers. | Bu cinsel partnerlerin birçoğu sıradan seks işçileri olmasa da rahat olanlarıydı. |
These casual relationships happen usually in the land of the young. | Bu rahat ilişkiler genellikle genç ülkede gerçekleşir. |
Southern | güney, güneyli |
the southern hemisphere | güney yarımkürede |
the southern rural poor | güneydeki fakir kırsal |
Along this portion of coast we have some of the most diverse and rich bird life on the southern African coast. | Sahildeki bu bölüm boyunca, güney Afrika sahillerindeki en çeşitli ve zengin kuş hayatımız var. |
It has lost strength, but it's still on track to make landfall near the southern Texas coast. | Güç kaybetti, ancak güney Texas kıyılarında kara sızdırma yapmak için halen yolda. |
Singapore is situated at the southern tip of the Malay peninsula to which it is connected by a causeway carrying a road and railway. | Singapur, Malay yarımadasının güney ucunda, bir karayolu ve demiryolu taşıyan bir geçit ile bağlanmıştır. |
One of the girls is Doreen who has bleached blond hair, blue eyes and a southern accent. | Kızlardan bir tanesi sarışın saçları, mavi gözleri ve güney aksanıyla ağaran Doreen'dir. |
The dining hall went past my quarters towards the southern side of the building. | Yemekhane binamın güney tarafına doğru çeyreklerimin ilerledi. |
To the east lies the wild promontory of Portofino, whose southern coast is accessible only on foot or by sea. | Doğuda, güney kıyısına sadece yürüyerek veya denizle erişilebilen Portofino'nun vahşi burnu yatıyor. |
Nancy had a very thick southern accent, and was very active in the church. | Nancy çok kalın bir güney aksanı vardı ve kilisede çok aktifti. |
She had even changed her accent, hiding her southern drawl with a British crispiness. | Aksanını bile değiştirmişti, güney çukurunu Britanya'da bir gevşeklikle saklıyordu. |
The soft curse is given a certain punch by the distinctive southern accent that goes with it. | Yumuşak lanete, kendisiyle birlikte gelen belirgin güney aksanıyla belirli bir yumruk verilir. |
The monastery of St. Naum is situated at the southern end of the lake, in the striking natural environment. | Naum manastırı, gölün güney ucunda, çarpıcı doğal ortamda bulunmaktadır. |
At first there were slips in the southern accent, but by the end he could've fooled anybody with it. | Başlangıçta güney aksan kaymazlar vardı, ama sonunda onunla kimseyi kandıramazdı. |
His voice was rough with a southern accent only noticeable from certain words and his slight drawl. | Sesi, yalnızca belirli kelimelere dikkat çeken bir güney vurgusu ve hafif çekmesi ile sertti. |
bleach | ağartıcı, çamaşır suyu, beyazlatıcı, ağartmak, beyazlatmak, rengini açmak |
paper products are bleached with chlorine | kağıt ürünler klorla ağartılır |
a new formula to bleach and brighten clothing | Çamaşırları ağartmak ve aydınlatmak için yeni bir formül |
Proof | kanıt, ispat, delil, prova, deneme, kanıtlama, sağlama, senet, alkol derecesi, ispat etme, geçirmez, dayanıklı, emin, dayanıklı hale getirmek, geçirmez biçimde yapmak |
the marine battle armor was proof against most weapons | deniz savaş zırhı çoğu silaha karşı kanıttı |
you will be asked to give proof of your identity | kimliğinizin kanıtını vermeniz istenecektir |
the tent is made from proofed nylon | çadır yalıtımlı naylondan imal edilmiştir |
In preparation for printing, a digital technician prints a proof . | Baskıya hazırlık aşamasında, bir dijital teknisyen bir kanıt yazdırır. |
proofing could be done on a low-cost printer | prova düşük maliyetli bir yazıcıda yapılabilir |
On the other hand he had only a vague idea of what constitutes a mathematical proof . | Öte yandan, neyin matematiksel bir kanıt oluşturduğuna dair belirsiz bir fikri vardı. |
It is too easy to find fault, to point a finger, without any facts or proof . | Hatayı bulmak, bir parmağı işaret etmek, herhangi bir gerçek veya kanıt olmadan bulmak çok kolaydır. |
sustain | sürdürmek, devam ettirmek, desteklemek, çekmek, taşımak, kabul etmek, geçindirmek, uğramak, doğrulamak, iyi oynamak, notayı uzatmak, hakkını vererek yapmak, güç vermek, cesaret vermek, onaylamak, katlanmak, maruz kalmak, finanse etmek, para sağlamak |
this thought had sustained him throughout the years | bu düşünce yıllar boyunca onu sürdürmüştü |
the allegations of discrimination were sustained | ayrımcılık iddiası devam etti |
She has a decent voice, but it was her sustain on the more difficult notes that really impressed. | Oldukça iyi bir sesi var, ama gerçekten etkilediği daha zor notalarda onu sürdürüyordu. |
he sagged against her so that she could barely sustain his weight | ona karşı sarkmış, böylece ağırlığını zorlukla sürdürüyordu |
he cannot sustain a normal conversation | o normal bir konuşma sürdürmek değil |
We frame our analysis in terms that include both populations of constant size and populations that sustain periods of growth followed by population bottlenecks. | Analizimizi, hem sabit büyüklükteki popülasyonlar hem de nüfus darboğazları izleyen büyüme dönemlerini sürdüren nüfusları içeren terimlerle çerçeveledik. |
The ensemble remains strong throughout the piece, and while the second Act may be overlong, the performers sustain their focus with dexterity and integrity. | Topluluk parça boyunca güçlü kalıyor ve ikinci Kanun çok fazla zaman alıyor olsa da, icracılar odaklarını el becerisi ve bütünlüğü ile sürdürüyorlar. |
One fourth of elderly persons who sustain a hip fracture die within six months of the injury. | Kalça kırığı yaşayan yaşlı insanların dörtte biri yaralanmadan altı ay sonra ölür. |
In my respectful view, the evidentiary predicate required to sustain the order that the applicants stand trial was present. | Benim saygılı görüşümde, başvuranların yargılama sırasını sürdürebilmek için gerekli kanıt önergesi mevcuttu. |
pretending | numarası yapmak, numara yapmak, bahane etmek, yapar gibi görünmek, yalandan yapmak, hak iddia etmek |
he cannot pretend to sophistication | karmaşık gibi davranamaz |
I closed my eyes and pretended I was asleep | Gözlerimi kapadım ve uyuduğum gibi yaptım |
Jerry will pretend he is not a marone, because this game is a fantasy! | Jerry onun marone olmadığı iddiasını yapacak, çünkü bu oyun bir fantezidir! |
As long as we're playing make believe, why not pretend that plot matters. | İnanmak için oynuyor olduğumuz sürece, neden bu planın önemi gibi davranmıyorsun. |
Build a fire (real or pretend depending on fire restrictions) and tell stories. | Bir yangın yapın (gerçek ya da yangın kısıtlamalarına bağlı olarak davranın) ve hikayeler anlatın. |
Pretend troops are just what we need to fight for a pretend cause! | Bir taklitçilik sadece taklit neden için savaşmamız gereken şey! |
We weren't marching off to conquer other countries, but to save them, for real, not for pretend purposes. | Biz, diğer ülkeleri ele geçirmek için değil, gerçek amaçlarımız için değil, onları kurtarmak için yürüdük. |
Not that I'll be wiping pretend crude oil off pretend sea gulls, you understand. | Ham petrol taklidi yapmaktan vazgeçmeyeceğimden değil anlıyor musun. |
He is a member who is given to anger, a member who can display anger and can pretend anger, but underneath it actually is anger, as well. | Öfkeyi verdiği, öfkesini gösterebilen ve öfke gibi görünen bir üyesi O'nun üyesidir ancak bunun altında aslında öfke de vardır. |
sophistication | çok yönlülük, entellektüellik, kültürlülük, kapsamlılık, kaşarlık, yapmacıklık, ilerilik, bilmişlik, pişkinlik, ince davranış, düşüncelilik |
her air of sophistication and confidence | onun karmaşıklığı ve güven havası |
the technological sophistication of their products | ürünlerinin teknolojik sofistikeliği |
venture | girişim, risk, teşebbüs, tehlikeli girişim, cüret, şans işi, riske atılan şey, tehlikeye atmak, riske atmak, cüret etmek, cesaret etmek, göze almak |
she ventured out into the blizzard | kadın kar fırtınasına daldı |
pioneering ventures into little-known waters | girişimler az tanınan sulara öncülük |
Others say they might invest in an Internet venture and its stock shoots up. | Diğerleri ise, bir İnternet girişimine yatırım yapabileceklerini ve stokları kesildiğini söylüyor. |
Wait for clarity and totality before starting a new business venture . | Yeni bir iş girişimi başlatmadan önce netlik ve bütünlüğü bekleyin. |
may I venture to add a few comments? | Birkaç yorum eklemek için girişimde bulunabilir miyim? |
pioneer | öncü, çığır açan, önde giden, önder, kılavuz, önayak olan kimse, öncü olmak, öncülük etmek, çığır açmak, önayak olmak |
The decision came a month before the start of the Winter Olympics in Utah and can be expected to put the spotlight on plural marriages that once thrived among Mormon pioneers who settled here. | Karar, Utah Kış Olimpiyatlarının başlamasından bir ay önce geldi ve burada yerleşmiş olan Mormon öncüler arasında bir zamanlar gelişen çoğul evliliğe ışık tutması bekleniyor. |
he has pioneered a number of innovative techniques | Bir dizi yenilikçi tekniğe öncülük etmiştir. |
a famous pioneer of birth control | doğum kontrolünün ünlü öncüsü |
Their aim was to pioneer a new approach to business and technology consulting. | Amaçları, iş ve teknoloji danışmanlığına yeni bir yaklaşım önermekti. |
In the meantime, he managed to pioneer what is now known as cultural studies. | Bu arada, şimdi kültürel çalışmalar olarak bilinen şeyi öncülük etmeyi başardı. |
She has been a pioneer in the field of eco-tourism. | Eko-turizm alanında öncü olmuştur. |
He was therefore an exploratory pioneer of a genre he did much to identify and define. | Bu nedenle, tanımlamak ve tanımlamak için çok şey yaptı bir türün öncü bir öncü oldu. |
She also loves the questing spirit of explorers, pioneers and artists. | Ayrıca kâşiflerin, öncülerin ve sanatçıların macera ruhunu da seviyor. |
This goes back to the puritans and pioneers who settled this country. | Bu, bu ülkeye yerleşen püritenlere ve öncülere dönüyor. |
The health care provider is pioneering the concept of preventive, pro-active and managed care. | Sağlık hizmeti sunucusu önleyici, aktif ve yönetilen bakım kavramına öncülük etmektedir. |
Directors may be pioneers who like to venture into newer and bigger ventures. | Yönetmenler yeni ve daha büyük girişimlere girmeyi seven öncüler olabilir. |
He discerned the ethos and charm of the pioneers who settled in the ‘Big Woods.’ | "Büyük Ağaçlar" a yerleşen öncülerin ahlaki ve çekiciliğini fark etti. |
overblown dreams of glory and success | zafer ve başarı abartılı hayaller |
prime | asal, birincil, başlıca, ilk, baş, en önemli, asal sayı, başlangıç, en güzel zaman, gençlik, hayatın baharı, olgunluk çağı, mükemmel şey, ilk dönem, ana nota, savunma duruşu, ağızotu koymak, tulumbaya su koymak, astar sürmek, içirip sarhoş etmek, söylemes |
you're in the prime of life | hayatın başında |
(of a number) evenly divisible only by itself and one (e.g., 2, 3, 5, 7, 11).,Both 13 and 17 are prime numbers, divisible only by themselves and 1. | (bir sayıdan) kendiliğinden eşit olarak bölünebilen (örneğin, 2, 3, 5, 7, 11) .Bot 13 ve 17, yalnızca kendileri ile bölünebilen ve 1 ile bölünebilen asal sayılardır. |
the sentries had been primed to admit him without challenge | nöbetçilerin meydan okumadan itiraf etmesi için harekete geçirilmişti |
So, now living in a house, first floor only, I could likely be a prime target for any kind of scaries and psychos to walk in and get me. | Yani, şimdi sadece bir evde yaşıyorum, birinci katta, muhtemelen her tür korkutucu ve psikopatın içeri girip beni almasının birincil hedefi olabilirim. |
But I haven't had time to prime them about my small and innocent act of subterfuge. | Fakat onlara küçük ve masum hainlik eylemi hakkında bilgi vermek için zamanım olmadı. |
This is a prime example of falling standards in public services. | Bu, kamu hizmetlerinde düşen standartlara birincil bir örnek. |
The working conditions weren't exactly what he'd call prime . | Çalışma koşulları asal olarak adlandırdığı şey değildi. |
prime the new timber before painting the sill | eşiği boyamadan önce yeni keresteyi astarlayın |
artificial milk can prime the baby's body for future allergic reactions | suni süt bebeğin vücudunu gelecekteki alerjik reaksiyonlar için öne çıkarabilir |
He has a job in the Treasury Department. | maliye bakanlığı Maliye Bakanlığında bir işi var. |
treasury | hazine, bilgi hazinesi |
the country's pledge not to spend more than it has in its treasury | ülkenin hazinesinde olduğundan daha fazla harcama yapma rehini |
Next door to it is a museum, reportedly a treasury of art and sculpture. | Buna bitişikteki bir müze, bildirildiğine göre bir hazine sanatı ve heykel. |
I want to marry someone that I love, who loves me back, not someone who fills up your blasted treasury ! | Sevdiğim, beni seven biri ile evleneceğim, patlamış hazinelerini dolduran biriyle değil evlenmek istiyorum! |
The treasury has been converted into a bright little museum of censers, illuminated manuscripts and paintings. | Hazine parlak, ışıltılı ışık saçan kürsüler müzesine, aydınlatılmış el yazması ve resimlere dönüştürülmüştür. |
the old town is a treasury of ancient monuments | eski şehir antik anıtların hazinesi |
Following World War I, the family deposited the major part of its treasury in the Museum of Applied Arts in Budapest. | Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra aile, hazinesinin büyük bir bölümünü Budapeşte Uygulamalı Sanatlar Müzesi'ne bırakmıştır. |
pledge | rehin, taahhüt, söz, vâât, tutu, teminât, sözlü olma, sağlığa kadeh kaldırma, şerefe içme, aşkın simgesi, rehin vermek, rehine koymak, kefalet vermek, söz vermek, vâât etmek, sağlığına kadeh kaldırmak, şerefine içmek |
the conference ended with a joint pledge to limit pollution | konferans, kirliliği sınırlamak için ortak bir taahhüt ile sona erdi |
the government pledged itself to deal with environmental problems | hükümet çevre sorunlarıyla başa çıkma sözü verdi |
the creditor to whom the land is pledged | arazi taahhüt edilen alacaklı |
Francie and I pledged the same sorority | Francie ve ben aynı fidyeyi vereceğiz |
a firm of builders undertook the construction work | İnşaatçılardan bir firma inşaat çalışmalarını üstlendi |
Interns in our internship program undertake projects and engage in research and writing. | Staj programındaki stajyerlerin projeleri üstlenmesi ve araştırma ve yazmada bulunulması. |
She refused to undertake any enterprise without his involvement. | Katılmadan herhangi bir girişimde bulunmayı reddetti. |
She is the ideal commissioner to undertake the responsibilities inherent in this bill. | Bu tasarının içerdiği sorumlulukları yerine getirmek için ideal bir komisyon üyesidir. |
You must undertake that no one will be slandered by your text and accept full responsibility for the material you submit. | Hiç kimsenin metninizle karalamayacağını ve gönderdiğiniz materyal için tam sorumluluğu kabul etmesini üstlenmelisiniz. |
undertake | üstlenmek, girişmek, yüklenmek, garanti etmek, söz vermek |
Entrant | yarışmacı, aday, girişimci, kaydolan kimse, giren kimse |
He had forgotten he had entered a competition where entrants were asked to describe their dream day. | Girişimcilerin hayallerini tanımlamaları istenen bir yarışmaya girmiş olduğunu unutmuştu. |
It is the first time an overseas entrant has won the accolade. | Yurtdışı bir yarışmacı ilk kez bu ödüle layık görülmüştür. |
Each entrant must collect a registration form as they enter the church grounds. | Her katılımcı, kilisenin gerekçesiyle girdiklerinde bir kayıt formu toplamalıdır. |
A disproportionate number of new entrants have been based in England, particularly the south. | İngiltere'de, özellikle güneyde orantısız sayıda yeni üye girmiştir. |
The winner will receive an award at a presentation in May and all entrants will receive a certificate. | Kazanan, Mayıs ayında yapılacak bir sunumla ödül alacak ve tüm katılımcılara bir sertifika verilecek. |
This is also because the interests of young farmers and new entrants to farming must be looked after. | Bunun nedeni, aynı zamanda, genç çiftçilerin ve tarım alanındaki yeni girenlerin çıkarları da takip edilmelidir. |
stiff | sert, katı, gergin, zor, dik, yoğun, çetin, koyu, tutulmuş, zorlu, kati, soğuk, fahiş, zoraki, aşırı yüksek, sarp, kabul edilemez, inanılmaz, absürd, alkollü, içkili, sarhoş, ceset, ölü, kurban, suç ortağı, baş belâsı, sahte banknot, sahte para |
a stiff black collar | ordinary working stiffs in respectable offices |
When the bodies of various stiffs start disappearing from the local morgue, the police are baffled as to where they've gone. | Çeşitli sertlerin cesetleri yerel morgdan kaybolmaya başladıklarında polis nereye gittiklerini şaşkına çevirir. |
When the bodies of various stiffs start disappearing from the local morgue, the police are baffled as to where they've gone. | Çeşitli sertlerin cesetleri yerel morgdan kaybolmaya başladıklarında polis nereye gittiklerini şaşkına çevirir. |
several workers were stiffed out of their pay | Birkaç işçi maaşlarını ödedi |
she was scared stiff | korktuğu için korktu |
the place is stiff with alarm systems | alarm sistemleri ile yer sert |
two red aces and a stiff club | iki kırmızı as ve sert bir kulüp |
When the bodies of various stiffs start disappearing from the local morgue, the police are baffled as to where they've gone. | Çeşitli sertlerin cesetleri yerel morgdan kaybolmaya başladıklarında polis nereye gittiklerini şaşkına çevirir. |
ordinary working stiffs in respectable offices | Saygın ofislerde sıradan çalışma sertlikleri |
If you want, we can start iterating them one by one. | İstersen, onları tek tek tekrar etmeye başlayabiliriz. |
I merely iterate the reasons Gemayel is an important national leader. | Ben sadece Gemayel'in önemli bir ulusal lider olduğunun nedenlerini tekrar ediyorum. |
It rarely failed to mollify, but carried with it the penalty of having to iterate the performance many, many times. | Nadiren çatlamayı başaramadı, ancak performansı birçok kez yinelemek zorunda kalmanın cezası da vardı. |
And this iterates a kind of foundation myth of the US. | Ve bu, ABD'nin bir çeşit vakıf efsanesini yineliyor. |
He then iterates the process to converge on a zero of f. | Daha sonra, süreci f'nin sıfır noktasına yakınsamaya yineler. |
The searches were initiated with a single query sequence and iterated until convergence. | Aramalar tek bir sorgu dizisi ile başlatıldı ve yakınsama gelene kadar yinelendi. |
If you want, we can start iterating them one by one. | İstersen, onları tek tek tekrar etmeye başlayabiliriz. |
The simulations were iterated 500 times for each parameter combination. | Simülasyonlar, her bir parametre kombinasyonu için 500 kez yinelendi. |
The song offers no answers, only iterating the closing command: ‘Ride away.’ | Şarkı, yanıt vermiyor, sadece kapanış komutunu tekrar ediyor: "Uzaklaş." |
perforce | zorla, zorunlu olarak, ister istemez |
amateurs, perforce, have to settle for less expensive solutions | amatörler, başarı, daha ucuz çözümler için yerleşmek zorunda |
Any modern understanding of the history of the region must perforce rely on the oral traditions. | Bölgenin tarihinin modern bir şekilde anlaşılması, sözlü geleneklere dayanmak zorundadır. |
amateurs, perforce, have to settle for less expensive solutions | amatörler, başarı, daha ucuz çözümler için yerleşmek zorunda |
Such a work of synthesis, he asserts, ‘must perforce construct its own rules of engagement.’ | Böyle bir sentez çalışması, "kendi angajman kurallarını inşa etmeye zorlanmalıdır" diyor. |
amateurs, perforce, have to settle for less expensive solutions | amatörler, başarı, daha ucuz çözümler için yerleşmek zorunda |
Arson | kundakçılık, kasıtlı yangın çıkarma |
police are treating the fire as arson | polis yangını kundakçılıkla alakalıyor |
the criminal act of deliberately setting fire to property. | kasıtlı olarak mülke ateş koyan suç. |
Police also want to talk to anyone else who may have witnessed the suspected arson attack. | Polis ayrıca, kundak saldırı şüphesine tanık olmuş olabilecek herkese seslenmek istiyor. |
A convicted arsonist with a history of mental illness has been set free despite threatening to set fire to a block of flats. | Polis ayrıca, kundak saldırı şüphesine tanık olmuş olabilecek herkese seslenmek istiyor.... |
An arson attack victim has spoken of her fear after finding that firebugs had set fire to her front door. | Bir kundaklama saldırısı kurbanı, kundağıların ön kapısına ateş açtığını gördükten sonra korkusundan bahsetti. |
The arson attack at the school last Tuesday was the second in a matter of weeks but police do not know if they are linked. | Bir kundaklama saldırısı kurbanı, kundağıların ön kapısına ateş açtığını gördükten sonra korkusundan bahsetti.... |
The men were found guilty of rioting, arson and culpable homicide amounting to murder. | Adamlar, cinayete dayanan isyancı, kundaklama ve suçlu cinayet suçlu bulundu. |
The press has been quick to condemn arsonists for the fires raging in New South Wales in Australia. | Basın, Avustralya'nın New South Wales kentinde çıkan yangınların kundakçılarını kınamak için çabalıyor. |
The fire was caused by arson , but so far the culprit has not been caught. | Yangın, kundakçılıktan kaynaklanıyordu, ancak şimdiye kadar suçlu yakalanmadı. |
Schools are too often subject to arson attacks, sometimes to terrible effect. | Okullar genellikle kundak saldırılarına, bazen de korkunç etkilere maruz kalmaktadır. |
I did not find even one case that dealt with the sentencing of a female serial arsonist . | Bir kadın seri kundakçının cezalandırılmasına ilişkin bir dava bile bulamadım. |
It is not known what caused the fire, but arson or a discarded cigarette end have not been ruled out. | Ateşe neyin sebep olduğu bilinmiyor, ancak kundaklama veya atılan bir sigara sonu göz ardı edilmemiştir. |
The jury still found Cottrell guilty of conspiracy to commit arson and seven counts of arson . | Jüri hala Cottrell'i kundaklama ve yedi kundaklama kovuşturması için komplo suçundan dolayı buldu. |
police are treating the fire as arson | polis yangını kundakçılıkla alakalıyor |
She married to the kind of man you would expect her to pick. | seçmek O, onun seçmesini umduğun bir adamla evlendi. |
pick out | seçmek, ayırmak, ayırt etmek, anlamak, ortaya çıkarmak, dinleyip notalamaya çalışmak |
quantified | miktar belirtmek |
it's very hard to quantify the cost | maliyeti belirlemek çok zor |
Another variable related to set names or actions is whether the number quantifying a set precedes or follows it. | Küme adları veya eylemleri ile ilgili bir diğer değişken, bir kümeyi nicelikleyen sayıın onu öncel mi takip edip etmediği. |
Further study should not only continue to highlight but also quantify the cost to society of this. | Daha fazla çalışma sadece bunun masraflarını vurgulamaya devam etmekle kalmamalı, aynı zamanda topluma maliyeti de ölçmelidir. |
Further study should not only continue to highlight but also quantify the cost to society of this. | Daha fazla çalışma sadece bunun masraflarını vurgulamaya devam etmekle kalmamalı, aynı zamanda topluma maliyeti de ölçmelidir. |
For the most part, they are essentially statistical in nature and the need for objectivity, quantifiability and accuracy point in turn to the technical expertise required in order to compile them. | Çoğunlukla, bunlar aslında istatistiksel niteliktedir ve nesnellik, kantifikasyon ve doğruluk gereksinimi, bunları derlemek için gereken teknik uzmanlığa işaret etmektedir. |
Unfortunately, they come up short in providing a tangible value proposition that quantifies what the product actually means to a business. | Çoğunlukla, bunlar aslında istatistiksel niteliktedir ve nesnellik, kantifikasyon ve doğruluk gereksinimi, bunları derlemek için gereken teknik uzmanlığa işaret etmektedir.... |
Vega, our fourth and final risk measure, quantifies risk exposure to implied volatility changes. | Dördüncü ve son risk ölçümüz olan Vega, zımni oynaklık değişikliklerine maruz kalma riskini ölçer. |
Among its other implications, research refers to a quantification of academic work. | Diğer sonuçları arasında, araştırma, akademik çalışmanın nicelleştirilmesini ifade eder. |
In reality, this argument needs to be taken one step even further, so that some ‘real’ measure of function is quantified . | Gerçekte, bu argümanın bir adım daha ileriye götürülmesi gerekir, böylece bazı 'gerçek' fonksiyon ölçüsü nicelleştirilir. |
a sensitive, nervous person | hassas, sinir bozucu bir kişi |
a nervous disorder | sinirsel bir bozukluk |
Too ill to work and plagued by nervous disorders, these victims have almost given up on life. | Sinirsel rahatsızlıklar yüzünden rahatsızlık duymak çok hastalardı, bu kurbanlar neredeyse hayattan vazgeçtiler. |
I was pretty nervous about what to post, so the kind feedback is truly appreciated! | Ne tür yazıların gönderileceği konusunda oldukça sinirliydim, bu yüzden tür geribildirim gerçekten takdir ediliyor! |
But we have been nervous about the UK economy overheating for some time now. | Fakat şimdi İngiltere ekonomisinin aşırı ısınması konusunda biraz sinirliyiz. |
chill out | Moralinizi bozmayın! |
calm down, cool off, calm, simmer down, cool it, settle down | chill out |
The meeting was postponed due to the bad weather. | {s} ertelenmiş Toplantı, kötü hava dolayısıyla ertelenmişti. |
The meeting was postponed due to the bad weather. | {f} ertele Toplantı, kötü hava dolayısıyla ertelenmişti. |
I postponed my date because I had to work late. | erteledi Geç saatlere kadar çalışmak zorunda olduğum için randevumu erteledim. |
We've decided to postpone the meeting till next Monday. | {f} ertelemek Önümüzdeki pazartesiye kadar toplantıyı ertelemeye karar verdik. |
postponed | ertelenmiş, ertelenen |
the visit had to be postponed for some time | Ziyaretin bir süre ertelenmesi gerekiyordu |
Meanwhile the council is planning to postpone the introduction of recycling schemes for flats. | Bu arada konsey, daireler için geri dönüşüm planlarının yürürlüğünün ertelenmesini planlıyor. |
The delays and postponements could have affected our team in a bad way. | Gecikmeler ve ertelemeler takımımızı kötü bir şekilde etkilemiş olabilir. |
Just don't mess around with postponing elections on the basis of technological quibbles. | Teknolojik anlaşmazlıklar temelinde seçimlerin ertelenmesiyle uğraşmayın. |
The closure of the factory will have significant knock-on effects for the town's economy. | kapanma Fabrikanın kapanması, şehrin ekonomisine önemli ölçüde darbe etkisi yapacak. |
Closure | kapatma, kapama, kapanma, bitirme, son verme, oylamaya geçme, oylamaya geçmek, koymak |
hospitals that face closure | kapanmış hastaneler |
he brings modernistic closure to his narrative | anlatılarına modern bir kapanış getiriyor. |
The goal that I want you to strive for is what I call emotional closure . | Seni çaba göstermeni istediğim, duygusal kapanma dediğim şey. |
And, for Mary and her sisters and brother, I hope that this really does bring closure . | Ve Mary, kızkardeşleri ve kardeşi için umarım bu gerçekten kapanır. |
In a centered closure , the zipper is concealed by two flaps of cloth running along either side. | Merkezi bir kapatmada, fermuar her iki taraftan da uzanan iki kumaş kılıfı ile örtülür. |
a closure motion | kapatma hareketi |
There is hope in finding happiness and obtaining closure . | Mutluluk bulma ve bu duruma son verme konusunda umut var. |
You need some type of closure and resolution to the case. | Bu duruma son verip bir şekilde çözüm bulmalısınız |
hospitals that face closure | kapanmayla karşı karşıya olan hastaneler |
entity | varlık, varoluş, öz, tüzellik |
church and empire were fused in a single entity | kilise ve imparatorluk tek bir varlıkta birleştirildi |
Companies are quite separate legal entities from the directors and indeed from the shareholders. | Şirketler, yöneticilerden ve pay sahiplerinden tamamen farklı tüzel kişilerdir. |
Water vapour becomes tangible entities that look like stalactites and stalagmites. | Su buharı, sarkıt ve dikitler gibi görünen maddi varlık haline gelir. |
In any relation, one of the related entities is singled out as the primary focus of attention. | Herhangi bir ilişkide, ilgili kurumlardan birisi dikkatin odak noktası olarak seçilir. |
Nevertheless, they will continue to act as if commodities are animate entities . | Yine de, emtia canlıları olduğu gibi hareket etmeye devam edeceklerdir. |
Whether you believe in the literal existence of such entities is up to you. | Bu varlıkların gerçek varlığına inanıp inanmamanız size kalmıştır. |
There are some countries that I know exist, but are like anonymous entities to me. | Var olduğumu bildiğim bazı ülkeler var, ancak bana isimsiz varlıklar gibi. |
We may be different legal entities but in our mind we have decided that all of us will be together. | Farklı tüzel kişiler olabiliriz ama aklımızda hepimizin birlikte olacağına karar verdik. |
The two stories are very different entities , and really they feed into each other. | İki öykü, çok farklı varlıklardır ve gerçekten birbirlerine beslenirler. |
Perhaps today's corporate entities are little more than the fishes that have crawled out of the ocean. | Belki de bugünkü kurumsal varlıklar, okyanustan çıkmış olan balıklardan biraz daha fazladır. |
perhaps | belki, muhtemelen, bir ihtimal |
perhaps I should have been frank with him | belki de onunla samimi olmalıydım |
At the same time, it would be perhaps a bit rash to suppose that much smaller surfaces would fail to be flat as well. | Aynı zamanda, çok daha küçük yüzeylerin de düzleşemeyeceğini varsaymak belki de biraz döküntü olurdu. |
So perhaps the entangled cards do not have any colour prior to their measurement. | Belki de dolaşmış kartların ölçümünden önce herhangi bir renkleri yoktur. |
It would simply give someone else the power to pay bills, perhaps for a credit card, from their account. | Hesaplarından belki de bir kredi kartı için faturaları ödeyebilme gücünü başka birine verecekti. |
Anyway, once they tax us, perhaps we'll be bit more moderate about our plastic bag habit. | Her neyse, bir kere bize verdiklerinde, belki de plastik torba alışkanlığımız hakkında biraz daha ılımlı olacağız. |
Some want to question, to weigh up the alternatives, to perhaps seek a second opinion. | Bazıları sorgulamak, alternatifleri tartmak, belki ikinci bir görüş istemek istemektedir. |
In short, we still believe, perhaps more than ever, that literature is political. | Kısacası, belki de her zamankinden daha fazla, edebiyatın politik olduğunu düşünüyoruz. |
Any attempt to strive for a better life is likely to be viewed with scorn and perhaps even presented as dangerous. | Daha iyi bir yaşam için çaba göstermeye çalışmak muhtemelen korkunç ve hatta tehlikeli olarak değerlendirilebilir. |
There are a lot of interactive exhibits and perhaps it is a bit too modern. | Etkileşimli sergiler çok ve belki de biraz fazla modern. |
perhaps I should have been frank with him | belki de onunla samimi olmalıydım |
one day perhaps! | bir gün belki! |
perhaps it needs a bit more sugar? | Belki de biraz şekere ihtiyacı var? |
perhaps I should have been frank with him | belki de onunla samimi olmalıydım |
I receive perhaps four or five such requests during the course of a typical week. | Tipik bir hafta boyunca belki de dört veya beş tane talep aldım. |
We have perhaps not seen the definitive version of the car yet - and certainly not of the engine. | Belki de arabanın kesin sürümünü henüz görmedik - ve kesinlikle motorun olmadığını. |
Would it be too rude to suggest perhaps some of these poor grades were all they deserved? | Belki de bu zavallı notların bir kısmının hakettiği tek şey olduğunu ima etmek çok kaba olur mu? |
The burden is light on the shoulder. | {i} sorumluluk Sorumluluk omuzda hafiftir. |
I don't want to burden you with my troubles. | {f} yüklemek Size sorunlarımı yüklemek istemiyorum |
I can't burden Harun with that problem. | {f} yükle Bu sorunu Harun'a yükleyemem. |
And laying my heavy burden in the safe hands of the luggage compartment I went to my seat and was given rest. | Ağır yükü bagaj bölmesinin güvenli ellerine bırakıp koltuğuma gittim ve dinlenildim. |
the burden of his views | Görüşlerinin sorumluluğu |
she walked forward burdened with a wooden box | o ahşap bir kutu ile yüklü ileri yürüdü |
She labored under the arduous burden of trying to achieve clarity at a time when the government places an understandably high premium on secrecy. | Hükümet, anlaşılabilir bir şekilde gizlilik primi ödediğinde netlik kazanmaya çalışan zorlu yük altında çalışıyordu. |
He did not simply confess their sin - he felt its burden with deep distress. | Günahlarını itiraf etmedi - ağır ağır sıkıntıyla yükünü hissetti. |
Accommodation charges are deemed to be the heaviest burden on students finances, and are most often cited as a major factor in choice of university. | Konaklama masrafları, öğrencilerin finansmanında en ağır yük olarak kabul edilir ve çoğunlukla üniversitenin seçiminde önemli bir faktör olarak gösterilir. |
It was a combat tour during another war, one that saw our nation's best and bravest assume the burden of selfless duty to God, and liberty, and country. | Konaklama masrafları, öğrencilerin finansmanında en ağır yük olarak kabul edilir ve çoğunlukla üniversitenin seçiminde önemli bir faktör olarak gösterilir.... |
burden | yük, sorumluluk, yük taşıma, zorunluluk, ana fikir, nakarat, tonaj, yüklemek, sırtına yüklemek |
accommodate | yerleştirmek, uyum sağlamak, uydurmak, bağdaştırmak, uzlaştırmak, alışmak, alıştırmak, kalacak yer sağlamak, sağlamak |
the cabins accommodate up to 6 people | kabinlerde 6 kişi konaklayabilir |
any language must accommodate new concepts | Herhangi bir dil yeni kavramları barındırmalıdır |
The one issue they all agree on is that the work world must change to accommodate families. | Hepsinin üzerinde hemfikir olduğu tek konu, iş dünyasının aileleri barındırmak için değişmesi gerektiğidir. |
The local government has thus far built shelters to accommodate people from the area. | Yerel yönetim, şimdiye kadar bölgedeki insanlara barınak sağlamak için barınaklar inşa etti. |
any language must accommodate new concepts | Herhangi bir dil yeni kavramları barındırmalıdır |
Certain other measures have been adopted to accommodate the claimant's wishes. | Davacı'nın taleplerini karşılamak için bazı diğer tedbirler alındı. |
the cottages accommodate up to six people | evler altı kişiye kadar kapasitelidir |
Meanwhile, new buildings on the four hectare site will accommodate another 60 flats. | Bu arada, dört hektarlık alanda yeni binalar 60 daireden oluşacak. |
Difference of opinion is good but we must learn to accommodate each other's point of view at the same time. | Görüş farklılığı iyidir ancak aynı anda birbirimizin bakış açısını yerleştirmeyi öğrenmek zorundayız. |
It is difficult to accommodate the wishes of all in the community but we do try to get it right as far as we possibly can. | Topluluktaki herkesin isteklerini karşılamak zordur ancak elimizden geldiğince sağlamlaştırmaya çalışıyoruz. |
making users accommodate to the realities of today's marketplace | kullanıcıları günümüz pazarının gerçekleriyle uyumlu hale getirme |
thus | böylece, bu nedenle, böyle, nitekim, bunun için, bu ölçüde |
Burke knocked out Byrne, thus becoming champion | Burke Byrne'ı elendikten sonra şampiyon oldu |
she phoned Susan, and while she was thus engaged, Charles summoned the doctor | Susan'ı aradı ve nişanlıyken Charles doktor çağırdı. |
the website has been cracked three times thus far | Web sitesi bugüne kadar üç kez kırıldı |
Why now is there talk of forcing us to pay for the use of what is ours by right, thus increasing the cost of living? | Neden şu an bizimkini kullanmak için para ödemek zorunda kalıyoruz, böylece yaşam maliyetini artıracağız? |
An active week of trading produced the highest weekly volume for the year thus far. | Hareketli bir hafta, bugüne kadarki en yüksek haftalık ciroya imza attı. |
This is likely why the Irish response to immigration has been so conflicted thus far. | Büyük olasılıkla göçle İrlandalıların bu kadar çok çelişkili bir şekilde davranıldığı yanıtlanmaktadır. |
Bees fans at the game will be asked to hold the red card aloft as the players enter the pitch, thus showing the red card to Noades. | Arıların hayranları oyunun girdiği sırada kırmızı kart tutmaya çalışılacak ve böylece Noades'e kırmızı kart gösterilecek. |
By coinciding, however, they did result in a distinct drop in diversity and thus in a mass extinction. | Bununla birlikte, çakışmalara neden olarak çeşitlilikte ve dolayısıyla kitlesel bir yok oluş içinde belirgin bir düşüşe neden oldular. |
Now you are the only one that knows what actually happened and thus far you have kept your cards very close to your chest. | Artık ne olduğunu bilen tek kişi sizsiniz ve şimdiye kadar kartlarınızı göğsünüze çok yakın tuttunuz. |
Both umpires claimed that they were unsighted, and were thus forced to give Somny the benefit of the doubt. | Her iki hakem de, görmediklerini iddia ederek, Somny'ye şüphenin yararı vermeye zorlandı. |
The park should thus be seen as part of the real estate speculation and developments in the area. | Park, bu nedenle gayrimenkul spekülasyonunun ve alanındaki gelişmelerin bir parçası olarak görülmelidir. |
The expectations of both patients and evaluators may thus have biased the results. | Bu nedenle hem hastaların hem de değerlendiricilerin beklentileri sonuçların önüne geçebilir. |
They have thus far failed to realise that the process will take a long time and extended effort. | Bu zamana kadar sürecin uzun bir zaman ve uzun çaba harcayacağını anlamamışlardır. |
it's full of vitamins and thus is very healthy | Vitaminler doludur ve bu nedenle çok sağlıklıdır |
The staff gave all their love, care and support, thus enabling me to overcome my fears. | Personel, tüm sevgilerini, bakım ve desteğini verdi, böylece korkularımın üstesinden gelebilir. |
History, as they say, has thus far proven the best judge of the rightness of this tactic. | Dediği gibi tarih, şimdiye kadar bu taktiklerin doğruluğunun en iyi hakimi olduğunu kanıtlamıştır. |
There is probably truth in all three scenarios, and perhaps to some degree it was ever thus . | Muhtemelen üç senaryoda da gerçeği vardır ve belki de bir dereceye kadar böyle olmuştur. |
thus, despite the expense, the old building is still standing | Böylece, masrafa rağmen, eski bina ayakta duruyor |
There is thus a strong argument for keeping clinical and economic results together. | Bu nedenle, klinik ve ekonomik sonuçları bir arada tutmak için güçlü bir tartışma vardır. |
Because no one has thus far exposed the pattern, each attack may seem plausible on first impression. | Hiç kimse desene bugüne kadar hiç maruz kalmadığı için, her saldırı ilk izlenim üzerinde makul görünebilir. |
The roof was stripped in the same year and thus spelt the demise of the milling industry in Durrow. | Aynı yıl çatı soyuldu ve Durrow'daki freze endüstrisinin ortadan kaldırıldığını söyledi. |
the kitchen is spotless thus ensuring the food is completely safe | Mutfak lekesizdir, böylece yiyeceklerin tamamen güven altına alınmasını garanti eder. |
so far | şimdiye kadar, şimdiye dek, buraya kadar, o kadar uzak |
It was creepy. | {s} ürpertici Tüyler ürperticiydi. |
Even if there is a connection,that shouldn't kick off a spontaneous outbreak of some creepy-ass plague. | Bir bağlantı olsa bile, bu, biraz ürkütücü kene döküntüsünün kendiliğinden ortaya çıkmasına yol açmamalıdır. |
creepy | ürpertici, sokulan, sürünen, emekleyen |
the creepy feelings one often gets in a strange house | garip bir evde sıklıkla hissedilen ürpertici hisler |
creepy | frightening, eerie, disturbing, sinister, weird |
Teaching spontaneous thinking is difficult in schools. | doğal Doğal düşünmeyi öğretmek okullarda zordur. |
A spontaneous fire started in the hay. | kendiliğinden Samanda kendiliğinden yangın başladı. |
It was totally random. | rastlantısal Bu tamamen rastlantısaldı. |
My feelings may seem random but my thoughts are never! | Hislerim gelişigüzel olabilir, ama düşüncelerim asla! |
spontaneous | doğal, kendiliğinden olan, içten gelen, düşünmeden yapılan, çabuk büyüyen, otomatik olarak olan |
the audience broke into spontaneous applause | izleyiciler spontan alkışlara karıştı |
A lot of it has a spontaneous feel and that's why it's so good. | Bir çoğunun spontan bir his var ve bu yüzden çok iyi. |
Apart from this I try to be spontaneous , like the sudden ideas one gets during good conversations. | Bunun dışında, ani konuşmalar sırasında ani fikirler gibi kendiliğinden olmaya çalışıyorum. |
They just do it, and it's beautiful and creative and spontaneous . | Sadece yapıyorlar, güzel ve yaratıcı ve spontan. |
Whistler's charm was genuine and completely spontaneous . | Whistler'ın cazibesi gerçek ve tamamen kendiliğinden idi. |
Now, it's more concentrated and not as spontaneous . | Şimdi, daha konsantre ve spontan değil. |
She's so lively and smiley that her responses to the audience seem entirely unforced and spontaneous . | Çok canlı ve gülen, izleyicilere verdiği yanıtların tamamen zorlanmadan ve kendiliğinden olduğu görünüyor. |
The audience alternated compulsive chatter with breathless silence, and there were three or four mid-film bouts of spontaneous , delighted applause. | Seyirciler nefes darlığı ile zorlayıcı konuşmaları değiştirdiler ve spontan, alkışlanan alkışların üç ya da dört orta film sürüsü vardı. |
The audience loved it so much that they gave spontaneous applause after the fierce ending of the first movement. | Seyirciler nefes darlığı ile zorlayıcı konuşmaları değiştirdiler ve spontan, alkışlanan alkışların üç ya da dört orta film sürüsü vardı.... |
You need to be spontaneous and to be able to react to any given situation, because no group of children are the same. | Spontan olmalı ve herhangi bir duruma tepki göstermelisiniz, çünkü hiçbir çocuk grubu aynı değildir. |
I guess it's something like spontaneous human combustion, only different. | Sanırım kendiliğinden insan yanması gibi bir şey, sadece farklı. |
Wroughton Junior School was the borough 's unit for dyslexia. | Wroughton Junior School, disleksi için ilçe birimi idi. |
But modern life has moved beyond such administrative units as boroughs and as a result, the need for wardens has diminished. | Ancak modern yaşam, ilçe gibi idari birimlerin ötesine geçti ve bunun sonucu olarak, bekçilere olan ihtiyaç azaldı. |
And every other borough in the county is to be asked if they want the new bus services. | İlçedeki her ilçe, yeni otobüs servislerini isteyip istemedikleri sorulacak. |
I think we did need to have a focus on family friendly policies and some of the issues that do affect women, who remain a minority on my borough and elsewhere. | Bence aile dostu politikalar ve ilçemde ve başka yerlerde bir azınlık olarak kalan kadınları etkileyen bazı konularda odaklanmamız gerektiğini düşünüyorum. |
It is therefore a straight conflict between two uses of the site that are of benefit to the local community and the borough as a whole. | Bu nedenle, sitenin iki kullanım yeri arasında, yerel topluluk ve ilçe için bir bütün olarak yararı olan düz bir çatışma söz konusudur. |
Mr Ashton has contacted county council, borough council and parish council chiefs. | Ashton, belediye meclisi, belediye meclisi ve mahalle meclisi şefleriyle temas kurdu. |
But pupils will be subject to the same national tests as pupils elsewhere in the borough . | Ancak öğrenciler, ilçedeki başka ülkelerdeki öğrencilerle aynı ulusal sınavlara tabi tutulacaklardır. |
This is simply unacceptable and flies in the face of numerous borough and county policies. | Bu, kabul edilemez ve sayısız ilçe ve ilçe politikaları karşısında uçuyor. |
crucial conditions for the maintenance of democratic government | demokratik hükümetin bakımı için önemli koşullar |
maintenance | bakım, onarım, koruma, nafaka, geçindirme |
competition | rekabet, yarışma, çekişme |
there is fierce competition between banks | bankalar arasında şiddetli bir rekabet var |
Its development comes after years of public squabbling as competition from events in other British cities has grown. | Gelişimi, diğer İngiliz şehirlerindeki olaylardan gelen rekabet arttıkça, yıllarca süren toplumsal mücadele sonrasında ortaya çıkıyor. |
Some of the constituencies may be hotly contested and therefore, competition is likely to be stiff. | Bazı seçim bölgesi sıcak bir şekilde itiraz edilebilir ve bu nedenle rekabet muhtemelen sert olacak. |
The boom in India's tech industry also means stiff competition for good software developers. | Hindistan'ın teknoloji endüstrisindeki patlama, iyi yazılım geliştiricileri için katı rekabet anlamına da geliyor. |
Seventeen teams, one of the largest number of entries for many years, participated and competition was very keen. | Yıllarca en çok kayıt olan onyedi takım katıldı ve rekabet çok hevesliydi. |
I walked around to check out the competition | Yarışmayı kontrol etmek için etrafıma yürüdüm |
For example, if one finds reduced nesting success, is it due to competition with an exotic species for a nest site? | Örneğin, yuvalanma başarısı azsa, yuva bölgesi için egzotik bir türle rekabetten kaynaklanıyor mu? |
Jessica flicked the page over and checked out the competition . | Jessica sayfayı salladı ve rekabeti kontrol etti. |
a beauty competition | güzellik yarışması |
But if not, at least get over there, check out the competition , and link someone, okay? | Ama değilse, en azından oraya git, yarışmayı kontrol et ve birisini bağla, tamam mı? |
there is fierce competition between banks | bankalar arasında şiddetli bir rekabet var |
as women, we need to accept that we can be fierce, cunning, and predatory | kadın olarak, şiddetli, kurnaz ve yırtıcı olabileceğimizi kabul etmeliyiz |
They are two of the biggest housing schemes seen in York for years - and they have attracted fierce opposition from local residents. | Bunlar York'ta yıllardır görülen en büyük ikamet planlarından ikisidir - ve yerel sakinlerden şiddetli bir muhalefet çekmişlerdir. |
The rain was fierce and the windshield wipers swept frantic. | Yağmur şiddetli ve ön cam silecekleri çılgınca dolaştı. |
she's as fierce as a bag of cats today | o bugün bir kedi torba kadar ateşli |
The experts see the work as challenging because of the strong currents and fierce storms. | Uzmanlar, çalışmaları şiddetli akıntılar ve şiddetli fırtınalar nedeniyle zorlu görüyorlar. |
he received fierce criticism | sert eleştiriler aldı |
he's in a fierce mood today | bugün şiddetli bir havada |
she has fierce loyalty to the school | o okula şiddetli sadakat |
She thinks that that training is the source of the fierce concentration she displays on stage. | Bu eğitimin sahnedeki yoğun yoğunlaşmanın kaynağı olduğunu düşünüyor. |
fierce storm | Şiddetli fırtına |
Several fierce battles were fought between the two camps. | İki kamp arasında çeşitli şiddetli çatışmalar yaşanmıştı. |
In January 2001, the road was swept away in a fierce storm. | Ocak 2001'de yol şiddetli bir fırtına tarafından süpürülüp atıldı. |
As a result, she pursues her objectives with a fierce intensity that will not let go of things. | Sonuç olarak, amaçlarını, şeylerin gitmesine izin vermeyecek kadar yoğun bir yoğunluk ile sürdürüyor. |
imply | ima etmek, anlamına gelmek, kastetmek, içermek, demeye gelmek, demek olmak, gerektirmek |
the salesmen who uses jargon to imply his superior knowledge | üstün bilgisi ima etmek için jargonu kullanan satış elemanları |
To say this is to imply that racism can simply be washed away, wished away or ignored. | Bunu söylemek, ırkçılığın sadece yıkanabileceğini, uzaklaşılabileceğini veya yok sayıldığını ima etmektir. |
These data imply that kava extract is superior to placebo as a symptomatic treatment of anxiety. | Bu veriler, kava ekstraktının anksiyete için semptomatik tedavi olarak plasebodan üstün olduğunu ima etmektedir. |
Of course, that one doesn't protest about a thing doesn't necessarily imply endorsement of it. | Elbette, bu, bir şeyin onaylanması anlamına gelmediğini protesto etmez. |
Caring about the consequences of events of which you disapproved does not imply support for those events. | Onaylanmadığınız olayların sonuçlarını gözetmek, bu olaylara destek anlamına gelmez. |
He seems to imply that domestic violence, especially against women, isn't that big a deal. | O, özellikle kadınlara yönelik aile içi şiddet olaylarının o kadar büyük olmadığını ima ediyor gibi görünüyor. |
Check the underside for signs of heavy scuffing as this could imply track use. | Parçanın altını kontrol ederek ağır kazım işaretleri olup parça kullanımı anlamına gelebilir. |
Theft from a major museum need not necessarily imply neglect or faulty security systems. | Büyük bir müzenin çalınması mutlaka ihmal veya hatalı güvenlik sistemlerini gerektirmez. |
Patronage politics implied the distribution of positions as well as benefits of various forms. | Patronaj politikası, çeşitli formların yararlarının yanı sıra pozisyon dağılımını da ima eder. |
Both claims are often implied in arguments, but rarely made explicit. | Her iki iddia çoğunlukla argümanlarda ima edilir, ancak nadiren açıkça belirtilir. |
It is also, for all its implied and hoped-for universality, a deeply American work. | Ayrıca, tüm ima edilen ve umulan evrensellik için, derin bir Amerikan çalışmasıdır. |
They were very clever in the way in which they implied what was going on. | Neler olduğunu ima ettikleri yolda çok zekiydi. |
Fiver | beş dolar, beş pound |
What makes the whole operation so charming is that it seems like no one's dropping anything even as heavy as a fiver , so you lose your cash dollar by dollar. | Bütün operasyonu o kadar büyüleyici yapan şey, hiç kimsenin şoför kadar ağır bir şey bile bırakmadığı gibi görünmesi, bu nedenle nakit dolarınızı dolarla kaybedersiniz. |
They said they'd pay her a fiver then proceeded to borrow a tenner off me. | Ona bir yumurta ödeyeceklerini ve benden bir onluk ödünç vermeye devam edeceğini söylediler. |
Corruption is about far more than an envelope stuffed full of fivers in someone's back pocket. | Yolsuzluk, birisinin arka cebinde dolaşmış bir zarf dolusu fıstık dolusu dolandırmaktan başka bir şey değildir. |
There's been a burglary. | hırsızlık Bir hırsızlık olmuş. |
Burglary | hırsızlık, ev soygunu |
a two-year sentence for burglary | hırsızlık için iki yıl hapse mahkum edildi |
housebreaking | the action of breaking into a building, especially in daytime, to commit a crime. |
attract | çekmek, cezbetmek |
You're resilient. | esnek Sen esneksin. |
resilient | esnek, elastik, çabuk iyileşen, kendini çabuk toparlayan |
Foam is resilient , keeps its shape and comes in a range of densities. | Köpük esnektir, şeklini korur ve yoğunluk aralığına girer. |
I am a much more confident and resilient person than I was three years ago. | Ben üç yıl önce olduğundan çok daha güvenceli ve dayanıklı biriyim. |
Foam is resilient , keeps its shape and comes in a range of densities. | Köpük esnektir, şeklini korur ve yoğunluk aralığına girer. |
US researchers are investigating whether a flexible, resilient gel has the potential to be used as artificial cartilage to repair ailing joints. | ABD'li araştırmacılar, esnek, dirençli bir jelin, sarsıntılı eklemleri onarmak için yapay kıkırdak olarak kullanılma potansiyeline sahip olup olmadığını araştırıyorlar. |
They are a hardy and resilient species, a fact evident from their continued existence into the 21st century. | Onlar sağlam ve dirençli bir teldir ve 21. yüzyıla devam etmelerinden belirgin bir gerçektir. |
Buffalo horns are also more flexible and resilient than cattle horns and provide thicker strips. | Buffalo boynuzları ayrıca sığır boynuzlarından daha esnek ve dayanıklıdır ve daha kalın şeritler sağlar. |
Just a small portion of this resilient rubber gray matter is all one needs to erase away the problems. | Bu esnek kauçuk cilalı maddenin sadece küçük bir kısmı problemlerin ortadan kaldırılması gerekiyor. |
They were resilient people of noble character who knew the line between right and wrong. | Doğru ve yanlış arasındaki çizgiyi bilen, asil bir karaktere sahip dirençli insanlardı. |
Support surfaces that are made from resilient foam exhibit this type of elastic response. | Esnek köpükten yapılan destek yüzeyleri bu tip esnek tepkilere sahiptir. |
Because of the high protein content of bone, it is flexible and resilient as well as hard. | Yüksek proteinli kemik içeriğinden dolayı esnek ve dayanıklıdır ve serttir. |
by the way | sırası gelmişken, giderken, yol kenarında, bu vesileyle, bu arada, hatırımda iken |
by the way | sırası gelmişken, giderken, yol kenarında, bu vesileyle, bu arada, hatırımda iken |
tip | bahşiş, uç, tip, burun, tavsiye, öneri, tepe, püf noktası, tiyo, taktik, filtre, hafif vuruş, hafifçe dokunma, eğme, yatırma, eğilme, eğim, bahşiş vermek, eğilmek, uç takmak, ucuna bir fgfg şey takmak, uyarmak, tiyo vermek, devirmek, dökmek, boşaltmak, ya |
George pressed the tips of his fingers together | George parmaklarının ucuyla bastı |
mountains tipped with snow | dağlar kar yağdı |
Sarah handed the boy the money and a generous tip . | Sarah oğlana para ve cömert bir bahşiş verdi. |
The family of the departed is moved to tip her well. | Ayrılan ailen onu iyi teşvik etti. |
The new law also applies to petrol pumps, alcohol dispensers, weighbridges, industrial scales, firewood and even rubbish dumped at the tip . | Yeni yasa aynı zamanda benzinli pompalar, alkol dağıtıcıları, tartım köprüleri, endüstriyel basküller, yakacak odun ve hatta atılmış çöpler için de geçerlidir. |
My tip is to pop a couple of pieces of dark chocolate into the gravy to add extra richness. | Benim tavsiyem, ekstra zenginlik eklemek için sosun içine birkaç koyu çikolata patlatmaktır. |
It can be hard enough to know how much to tip waiters, porters, and taxi drivers in the UK. | İngiltere'de garsonluk, porter ve taksi şöförlerine ne kadar ipucu vereceğini bilmek çok zor olabilir. |
the rubber tip of the walking stick | bastonun lastik ucu |
he never leaves a tip | o asla bir ipucundan ayrılmıyor |
He smiled wistfully and we got up leaving money and a tip on the table. | Hüzünlü bir şekilde gülümsedi ve masaya para ve ipucu bırakarak kalktık. |
it is customary to mark an occasion like this with a toast | Bunun gibi bir olayı bir tost ile işaretlemek alışılageldir |
customary | alışılmış, geleneksel, alışılagelmiş, adetler gereğince |
The day came round and I took the train to Cardiff; we had tea at the customary 5.30 pm. | Gün geçti ve trenle Cardiff'e gittim; Geleneksel çay saatinde çayımız vardı. |
In Foreign Policy, as elsewhere, it is customary to rank one's assets according to cost-effectiveness. | Dış Politika'da, başka yerlerde olduğu gibi, bir kişinin mal varlığının maliyet etkinliğine göre derecelendirilmesi alışılageldir. |
Sometimes, co-op members based their arguments on customary law. | Bazen, işbirliği üyeleri iddialarını teamül hukukuna dayandırdı. |
Although one action does not necessarily establish customary international law, it makes it more difficult the next time around. | Bir eylem her ne kadar geleneksel uluslararası hukuku oluşturmuyorsa da, bir dahaki sefere daha zorlaşıyor. |
In this type of experiment, it is customary to pay the participants for their inconvenience and for agreeing to be good subjects. | Bu tür deneylerde, katılımcıların rahatsızlıktan ötürü ve iyi konular olmayı kabul etmeleri alışageldir. |
It is customary for artists to perceive themselves as the conscience of society. | Sanatçılar kendilerini toplumun vicdanları olarak algılarlar. |
It is based upon the customary international laws of belligerent occupation, including the Hague Regulations. | Lahey Yönetmeliği de dahil olmak üzere, savaşan işgallerinin alışılmış uluslararası kanunlarına dayanmaktadır. |
She was drinking her customary cup of coffee, and looked up at me when I entered. | Normal fincan kahve içiyordu ve girdiğim zaman bana baktı. |
In many places in Britain, it was customary to light huge bonfires in the fields to ward off baneful influences, often accompanied by much partying. | Britanya'daki birçok yerde, zararlı etkileri önlemek için alanlarda büyük şenlik ateşi yakmak, genellikle parti eşliğinde oynamak alışılmıştı. |
Language acquisition requires creativity. | {i} edinme Dil edinmek yaratıcılık gerektirir. |
He is a valuable acquisition to our company. | (Mukavele) kazanım O, şirketimiz için değerli bir kazanımdır. |
The thing acquired or gained; a gain That graphite tennis racquet is quite an acquisition. | Acquisition |
Among the museum's acquisitions , he discovered a piece of furniture that he had made 40 years before. | Müzenin satın alımı arasında 40 yıl önce yaptığı bir mobilya parçasını keşfetti. |
the acquisition of management skills | yönetim becerilerinin edinilmesi |
I feel an extreme sense of accomplishment in my level of skill acquisition - the expert level. | Beceri kazandırma düzeyim - uzman seviyesinde aşırı bir başarı hissi duyuyorum. |
Jarrett's acquisition of skills was no less driven. | Jarrett'ın becerilerini kazanması daha az tahrik edildi. |
In an integrated program, theory is taught concurrently with skill acquisition . | Entegre bir programda teori, beceri edinimi ile aynı anda öğretilir. |
As children enter school, they bring diverse levels of language acquisition to the learning process. | Çocuklar okula girdikçe, öğrenme sürecine çeşitli seviyelerde dil kazandırırlar. |
He encouraged private forestry where profitable, and public acquisition and use of other forest lands. | Özel ormancılık alanının kârlı olduğu ve diğer ormanlık arazilerin halka kazandırıldığı ve kullanıldığı yeri teşvik etti. |
Educated and ambitious, they are lured here by the promise of material acquisition . | Eğitimli ve iddialı, burada maddi kazanım vaadiyle çekiliyorlar. |
Even fans of its stock don't think the acquisition will improve the insurer's profitability any time soon. | Hisse senetlerinin taraftarları bile, satın alımın yakında sigortacının kârlılığını iyileştireceğini düşünmüyor. |
Knowledge and acquisition of skills can be accomplished using a number of models and modes of instruction. | Beceri bilgisi ve edinimi, bir dizi model ve talimat modu kullanılarak başarılabilir. |
Of course practical factors such as capitalization and corporate acquisition have also been at work in whether or not subsidiaries exist. | Elbette, kapitalizasyon ve şirket edinimi gibi pratik faktörler, iştiraklerin bulunup bulunmamasına bakılmaksızın iş başındaydı. |
Thus, to grow through asset acquisition , they need frequent access to the capital market. | Bu nedenle, varlık edinimi yoluyla büyümek için, sermaye piyasasına sıklıkla erişmek zorundalar. |
Primary education now emphasises skills acquisition rather than knowledge. | İlköğretim artık bilgi yerine becerilerin edinilmesini vurgular. |
Western culture places a high value on material acquisition | Batı kültürü maddi kazanıma yüksek bir değere sahiptir |
There are opportunities team building, leadership and skill acquisition . | Takım oluşturma, liderlik ve beceri kazandırma fırsatları var. |
operand | the quantity on which an operation is to be done. |
wacky | mantıksız, kaçık, sapık, saçma, manyak |
a wacky chase movie | tuhaf bir kovalamaca filmi |
goofy, cockamamie, sappy, zany, silly, cockamamy, whacky | goofy, cockamamie, sappy, zany, aptalca, cockamamy, whacky |
After 170 years of wacky inventions and strange new models, it seems we may finally be at the end of the road for the electric car. | 170 yıllık tuhaf buluşlardan ve garip yeni modellerden sonra nihayet elektrikli otomobilin yolunun sonunda olabiliriz. |
Teachers and students were asked to make a gold coin donation in order to sport their weird and wacky hairstyles for the day. | Öğretmenlerden ve öğrencilerden tuhaf ve tuhaf saç modellerini gün boyunca sergilemek için altın madeni bağış yapmaları istendi. |
Thank you, all you wacky people, for your interesting suggestions for new car names. | Yeni araba isimleri için ilginç önerileriniz için hepiniz insansız insanlara teşekkür ederim. |
His wacky antics and funny walk endeared him to children of all ages. | Onun tuhaf antikaları ve komik yürüyüşü her yaştan çocuğa sevdiriyordu. |
Youngsters in Malmesbury and Sherston recycled old clothes to make weird and wacky costumes for a fashion show last Thursday. | Malmesbury ve Sherston'daki gençler, geçtiğimiz Perşembe günü moda defilesinde tuhaf ve tuhaf kıyafetler yapmak için eski kıyafetleri geri dönüştürüldü. |
The children came up with some weird and wacky designs including a pink and purple dinosaur covered in sequins. | Çocuklar payetlerle kaplı pembe ve mor bir dinozor da dahil olmak üzere tuhaf ve tuhaf tasarımlarla karşılaştılar. |
Sure she came across as a bit wacky , and a bit all over the place at times. | Çocuklar payetlerle kaplı pembe ve mor bir dinozor da dahil olmak üzere tuhaf ve tuhaf tasarımlarla karşılaştılar.... |
This cat doesn't chase mice. | kovalamak Bu kedi fareleri kovalamaz. |
they captured the youths after a brief chase | Kısa bir kovalamacadan sonra gençleri yakaladılar |
On to a perfectly level tabletop known as ‘the stone,’ he dropped a heavy metal chase . | "Taş" olarak bilinen mükemmel seviyede bir masa üstünde ağır bir metal kovaladı. |
police chased the stolen car through the city | polis şehir boyunca çalınan arabayı kovaladı |
assessment | değerlendirme, vergi, vergilendirme, belirlenen değer |
the assessment of educational needs | eğitim ihtiyaçlarının değerlendirilmesi |
he made a rapid assessment of the situation | durumu hızlı bir şekilde değerlendirdi. |
There was no proper risk assessment done for that kind of industrialised farming. | Bu tür sanayileşmiş tarım için uygun bir risk değerlendirmesi yapılmamıştır. |
I decided to go home first, to get to a basin and a mirror and do some damage assessment . | İlk önce eve gitmeye, bir lavaboya ve bir aynaya gidip bazı hasar tespiti yapmaya karar verdim. |
He said a major risk assessment had been made beforehand to ensure people's safety. | İnsanların güvenliğini sağlamak için önceden önemli bir risk değerlendirmesi yapıldığını söyledi. |
There is nothing before me to suggest that this is other than an accurate and honest assessment . | Bunun doğru ve dürüst bir değerlendirme dışında olduğunu önermek için benden önce hiçbir şey yok. |
There is very little in the leaflet on which to base any worthwhile assessment . | Elindeki broşürde değerli değerlendirmenin yapılmasına az da rastlanır. |
National pilot studies are taking place to establish if that assessment is correct. | Bu değerlendirmenin doğru olup olmadığını belirlemek için ulusal pilot çalışmalar yapılmaktadır. |
He was not given a work permit nor a site safety induction and no risk assessment was done. | Çalışma izni verilmedi, saha güvenliği indüksiyonu yapılmadı ve risk değerlendirmesi yapılmadı. |
All jobs and people applying for them are reviewed against a stringent risk assessment . | Onlara başvuran tüm işler ve insanlar sıkı bir risk değerlendirmesine tabi tutulduğunda gözden geçirilir. |
the assessment of educational needs | eğitim ihtiyaçlarının değerlendirilmesi |
Those should be top of the list of any fair assessment of what deserves their attention. | Bunlar, hak ettikleri şeyin haklı gösterileceği herhangi bir adil değerlendirme listesinin en üstünde olmalıdır. |
This assessment of the emerging striker's attributes in the here and now is fanciful. | Burada ortaya çıkan grevcilerin nitelikleri bu değerlendirmeyi hayali yapıyor. |
The panel which decided to release him from the school had not been made aware of this assessment . | Onu okuldan serbest bırakmaya karar veren panel, bu değerlendirmenin farkında değildi. |
safety assessment | güvenlik değerlendirmesi |
assessing | belirlemek, değer biçmek, değerini bilmek, para cezası vermek |
wrap up | sarmak, kavgayı kesmek, sarıp sarmalamak, sıkıca sarmak, ambalajlamak, paketlemek, özetlemek, sona erdirmek, son vermek, kesmek, sıkı giyinmek |
a wrap-up session | bir paketleme oturumu |
the post-game wrap-up | oyun sonrası tamamlama |
200 campaign volunteers celebrated during wrap-up festivities | Kapanış festivalleri sırasında kutlanan 200 kampanya gönüllüsü |
spatial | mekansal algı |
compelling | zorlayıcı, zorlayan, ilgi uyandıran, saygı uyandıran |
his eyes were strangely compelling | gözleri tuhaf derecede çekici |
a sense of duty compelled Harry to answer her questions | bir görev duygusu Harry'ye sorularını cevaplamaya zorladı |
obligate | zorunda bırakmak, zorlamak, mecbur etmek |
an obligate intracellular parasite | zorunlu intrasellüler parazit |
the medical establishment is obligated to take action in the best interest of the public | tıbbi kuruluş, halkın yararına hareket etmekle yükümlüdür |
the money must be obligated within thirty days | Paranın otuz gün içinde yükümlü olması gerekir |
There is no law that can obligate a person to undergo medical treatment in order to save the life of another person. | Başka birinin hayatını kurtarmak için bir kişiyi tıbbi tedaviye tabi tutmaya zorlayacak bir kanun yoktur. |
Chlamydia are obligate intracellular parasites that are present in 2 forms. | Klamidya, 2 formda bulunan zorunlu intraselüler parazitlerdir. |
I often wonder where such people acquire the notion their freedom of speech obligates me to read, let alone publish, their ideas. | Çoğu zaman, bu kişilerin konuşma özgürlüğü fikrini nereden edindiklerini merak ediyorum; bence yayınlarsanız, fikirlerini okumak zorundayım. |
Sellers are obligated to disclose significant property defects of which they are aware. | Satıcılar, farkında oldukları önemli mülk kusurlarını ifşa etmekle yükümlüdürler. |
The preposition with the verb shows that the meaning of ‘binding and obligating someone’ is implied here. | Fiil ile önsöz, burada 'birinin bağlanması ve zorlanması' anlamının ima edildiğini göstermektedir. |
This surety bond will indemnify the performance of the obligator . | Bu kefalet borcu yükümlülüğünün performansını tazmin edecektir. |
So we ask, do I get a discount from you guys then because you are not delivering what you are contractually obligated to do? | Bu nedenle, sizden bir indirim alabilir miyim, o zaman sözleşmeli olarak yapmak zorunda olduğunuz şeyleri vermediğinizden mi? |
As agents of investors, managers are obligated to maximize the interests of the owners or principals. | Yatırımcıların aracıları olan yöneticiler, sahiplerin veya müdürlerin çıkarlarını maksimize etmekle yükümlüdürler. |
One is a world where people are obligated to have many children in order to increase total happiness. | Birincisi, insanların toplam mutluluğu arttırmak için birçok çocuğa sahip olmaya mecbur kalan bir dünyadır. |
By metacognition I mean knowledge about cognition itself and control of one's own cognitive processes. | Üst bilişle, bilişin kendisi ve birinin kendi bilişsel süreçlerinin kontrolü hakkında bilgi sahibi olurum. |
The findings from these experiments have been taken to demonstrate the role of cognition in the experience of emotion. | Bu deneylerden elde edilen bulgular, duygu deneyiminde bilişin rolünü göstermek için alınmıştır. |
There is a unity between the logical and historical methods, which means that any process of logical cognition has a history of its own. | Mantıksal ve tarihsel yöntemler arasında bir birlik vardır; bu, herhangi bir mantıksal biliş sürecinin kendi tarihine sahip olması demektir. |
He is an experimental psychologist specialising in the study of human cognition and language understanding. | O, insan biliş ve dil anlayışında uzmanlaşmış deneysel bir psikolog. |
This form of mental unity could appropriately be called unity of cognition . | Bu zihinsel birlik biçimi uygun bir şekilde biliş birliği olarak adlandırılabilir. |
Vision has long been associated with reason, cognition , and empiricism. | Vizyon uzun süredir akıl, biliş ve ampirizm ile ilişkilendirilmiştir. |
To say that cognition is embodied means that it arises from bodily interactions with the world. | Bilişin somutlaştığını söylemek, bilişin dünyayla bedensel etkileşimlerden kaynaklandığı anlamına gelir. |
Theories of social cognition delineate how people process information in interpersonal interactions. | Sosyal biliş teorileri, kişilerin kişilerarası etkileşimde nasıl bilgi işlemlerini anlatmaktadır. |
For reason alone can attain to truth either in cognition or action. | Nitekim, bilime ya da eyleme bakarak tek başına hakikate erişebilir. |
recipe | reçete, yemek tarifi, tarife |
a traditional Indonesian recipe | geleneksel bir Endonezya tarifi |
They proved that to have a good sense of humour is definitely a recipe for success, especially with the younger crowd. | İyi bir mizah anlayışının, özellikle gençlerin kalabalığı için, kesinlikle bir başarı reçetesi olduğunu kanıtladılar. |
to make a meal to a recipe | yemek yapmak için yemek hazırlamak |
sky-high interest rates are a recipe for disaster | Gökyüzü yüksek faiz oranları felaket için bir reçete |
It is a recipe for further volatility in the lead up to next year's elections. | Bu, önümüzdeki yıl seçimlerine kadar önümüzdeki dönemde oynaklığın artması için bir reçetedir. |
Sending refugees to some rural area where there is nothing going on is, by contrast, a recipe for instability and resentment. | Mültecileri, devam eden bir şey olmadığı bazı kırsal bölgelere göndermek, aksine, istikrarsızlık ve kızgınlık için bir reçete. |
she got the recipe for brown bread from her mother | annesinden kahverengi ekmek tarifi aldı. |
to take down a recipe | bir tarif aşağı çekmek |
He always started with his special thick and creamy soup, prepared to a secret recipe and reserved for him alone. | Her zaman özel kalın ve kremsi çorbasıyla başlamış, gizli bir tarifi hazırlamış ve kendisi için yalnız bırakmıştır. |
That, ultimately, is a recipe for corrupt government, if this sort of thing is allowed to flourish. | Bu tür bir şeyin gelişmesine izin verilirse, eninde sonunda, yozlaşmış hükümetin bir reçetesidir. |
The equation is very simple - high powered cars on poor quality roads is not a recipe for success. | Bu tür bir şeyin gelişmesine izin verilirse, eninde sonunda, yozlaşmış hükümetin bir reçetesidir.... |
This is a recipe for a non-functioning society, since robust public life would become impossible. | Bu, sağlam bir kamusal hayatı imkansız hale getirdiği için, işleyen bir toplum için bir reçetedir. |
documentation should be annotated with explanatory notes | dokümantasyon açıklayıcı notlarla açıklanmalıdır. |
annotate | dipnot koymak, çıkma yaparak açıklamak |
But, while I can annotate them, I can't copy any text at all into my notes. | Ancak, bunlara açıklama yapabilirim, ancak notlarımın içine herhangi bir metin kopyalayamam. |
Much of it consists of more or less richly annotated lists of the sorts of things one sees and experiences. | Çoğu, bir kişinin gördüğü ve deneyimlediği şeylerin zenginçe açıklanmış listelerinden oluşur. |
You can also import a photograph and annotate it with your own handwriting or add text with Graffiti. | Ayrıca bir fotoğraf içe aktarabilir ve kendi el yazısıyla ek açıklama yapabilir veya Graffiti ile metin ekleyebilirsiniz. |
Brown annotates every deliberate inaccuracy in the book's notes. | Brown kitabın notlarındaki her kasıtlı hatayı not eder. |
pursue a remedy | çare bulmak |
herbal remedies for aches and pains | ağrılar ve ağrılar için bitkisel ilaçlar |
gracefully | incelikle, zarafetle |
she was a tall girl, slender and graceful | o uzun boylu, ince ve zarif bir kızdı |
It takes a rare and graceful person to withstand the temptation to gloat over others. | Başkalarını karşılamanın cazibesine dayanacak derecede ender ve zarif bir kişi gerekir. |
It affords the president the time to explain his position and provides him a graceful exit. | Başkana konumunu açıklama zamanı verir ve ona zarif bir çıkış yapar. |
It was a time for smiles, for jokes and laughter with handshakes and graceful bows. | Başkana konumunu açıklama zamanı verir ve ona zarif bir çıkış yapar.... |
Passenger jets often look deceptively slow and graceful as they cruise over the clouds. | Yolcu jetleri genellikle bulutların üzerinde seyir halinde aldatıcı yavaş ve zarif görünür. |
Her hands were short yet graceful and her figure was quite beautiful. | Elleri kısa ama zarifti ve figürü çok güzeldi. |
The graceful swans settled on the pond at Vale Royal Golf Club in Cheshire ready to raise a family of their own. | Zarif kuğular Cheshire'daki Vale Royal Golf Kulübündeki havuza kendi ailelerini yetiştirmek için yerleşti. |
Her graceful performance of this traditional art form in the evening session was a real treat. | Akşam oturumunda bu geleneksel sanat formunun zarif performansı gerçek bir zevkti. |
The people were elegant and lovely to look at, their movements so graceful . | İnsanlar şık ve güzeldi, hareketleri çok zarifti. |
Austin, one of the sport's pioneers, has been compared to a soaring seabird, so graceful are his moves. | Sporun öncülerinden Austin, yükselen bir deniz kuşağıyla kıyaslandı, bu yüzden onun hareketleri zarifti. |
They are a graceful bird in flight and as they fly they resemble the Concorde in shape and beauty. | Uçuş esnasında zarif bir kuşturlar ve uçuşurken şekli ve güzelliği Concorde benzerler. |
Hanging with her head to the side, the woman is graceful like a ballet dancer at rest. | Başını asarak asan, dinlenen bir bale dansçısı gibi zariftir. |
wonder | şaşkınlık, hayret, mucize, harika, hayranlık, şaşılacak şey, merak etmek, şaşmak, hayret etmek |
he had stood in front of it, observing the intricacy of the ironwork with the wonder of a child | çocuğun şaşkına çevirdiği demir eşyasının karmaşıklığını gözlemleyerek önünde durmuştu |
how many times have I written that, I wonder? | kaç kere yazmıştım acaba? |
people stood by and wondered at such bravery | insanlar cesurca merak ettiler ve merak ettiler |
assumption | sanı, yüklenme, farzetme, takınma, taslama, havalara girme, üstüne alma, üstlenme |
they made certain assumptions about the market | piyasa hakkında bazı varsayımlarda bulundular |
the assumption of an active role in regional settlements | bölgesel yerleşim yerlerinde aktif bir rol üstlenmesi varsayımı |
There are a number of references in the speeches in this case to voluntary assumption of responsibility. | Bu davadaki konuşmalarda, gönüllülük sorumluluğu varsayımına referanslar vardır. |
Good intentions will always be pleaded for any assumption of power. | Herhangi bir güç varsayımı için iyi niyetler her zaman yalvaracak. |
we're working on the assumption that the time of death was after midnight | ölüm zamanının gece yarısından sonra olduğu varsayımında çalışıyoruz. |
And everything that happened in our part of the world reinforced this assumption . | Ve dünyanın her yerinde olan her şey bu varsayımı güçlendirdi. |
Surrender is not the same as shirking one's responsibilities or assumption of passivity. | Teslim bir kişinin sorumluluklarını veya pasiflik varsayımını kaçırmakla aynı değildir. |
Others welcomed Hitler's assumption of power, seeing in it a chance to advance their own careers. | Diğerleri, Hitler'in iktidar varsayımını memnuniyetle karşıladılar ve kendi kariyerlerini ilerletme şansını gördüler. |
we're working on the assumption that the time of death was after midnight | ölüm zamanının gece yarısından sonra olduğu varsayımında çalışıyoruz. |
The assumption of direct power by the crown was not wholly welcomed by settlers. | Doğrudan iktidarın taç tarafından üstlenilmesi, yerleşimciler tarafından tamamen memnuniyetle karşılanmadı. |
the assumption of an active role in regional settlements | bölgesel yerleşim yerlerinde aktif bir rol üstlenmesi varsayımı |
Scientists reconsidered earlier assumptions about the function of sex hormones as well. | Bilim adamları seks hormonlarının işlevi hakkında daha önceki varsayımları tekrar inceledi. |
It does not surprise me in the least that he was present at the traditional Mass for the Assumption . | En azından, Varsayım için geleneksel Kitaba katılmakla beni şaşırtmadı. |
Every now and again you read a book that shatters assumptions you have held for a long time. | Her defasında, uzun süredir tuttuğunuz varsayımları parçalayan bir kitap okudunuz. |
What you have to ask is: how realistic are the assumptions these companies are working with? | Sormanız gereken şudur: Bu şirketlerin birlikte çalıştığı varsayımlar ne kadar gerçekçidir? |
Many of the key assumptions used as the basis for safety claims have been overturned. | Güvenlik iddialarının temelini oluşturan temel varsayımların birçoğu devrildi. |
The church has proclaimed as infallible two dogmas in relation to Mary - the Immaculate Conception and the Assumption . | Kilise, Meryem ile ilişkili olarak - Immaculate Conception ve Assumption - anlamsız iki dogmayı ilan etti. |
Perhaps you should question your own assumptions about that before you go poking about in mine. | Belki de bundan bahsetmeden önce kendi varsayımlarını sorgulamalısın. |
It is better to risk saving a guilty man than to condemn an innocent one. | mahkûm etmek Masum birini mahkum etmektense suçlu bir adamı kurtarmayı göze almak daha iyidir. |
condemn | kınamak, suçlamak, mahkum etmek, ayıplamak, çarptırmak, kamulaştırmak, hüküm vermek, el koymak, istimlak etmek |
fair-minded people declined to condemn her on mere suspicion | adil fikirli kişiler onu şüpheyle suçlamayı reddetti |
the rebels had been condemned to death | isyancılar ölüm cezasına çarptırılmıştı |
fair-minded people declined to condemn her on mere suspicion | adil fikirli kişiler onu şüpheyle suçlamayı reddetti |
She could not and would not condemn him to her fate. | Kadını kaderine mahkûm edemez ve kınılamazdı. |
A host of international covenants and national laws already condemn and outlaw trafficking, and that is good. | Bir dizi uluslararası antlaşma ve ulusal yasalar zaten ticareti kınıyor ve kaçırıyor ve bu iyi. |
Many people said it was wrong to condemn future workers to worse pension arrangements. | Birçok kişi, gelecekteki çalışanları emeklilik düzenlemelerini kötüleştirmek yanlış olduğunu söyledi. |
Their courage helped millions of people to be less condemnatory and more considerate. | Onların cesareti milyonlarca insana daha az kınanmış ve daha düşünceli olmalarına yardım etti. |
Nothing works them into a condemnatory lather more quickly. | Hiçbir şey onları daha kibar bir köpük haline getiren hiçbir şey değildir. |
What an unfortunate fate the gods had condemned her to. | Tanrıların onu ne kadar talihsiz bir kaderle cezalandırdığını. |
The scientific evidence condemns the company: | Bilimsel deliller şirketi kınadı: |
He accepts his dedication to his sport has so far condemned him to a single life. | Sporuna verdiği önemi bugüne kadar tek bir hayata kınadığını kabul ediyor. |
This evidence condemns all uses of PVC in construction, hospital, food contact, or any other use. | Bu kanıt inşaat, hastane, gıda teması veya başka herhangi bir kullanımda PVC'nin tüm kullanımlarını kınar. |
Inevitably, he was condemned to death, but was reprieved and spent his last years a prisoner on the Île d' Yeu. | Kaçınılmaz olarak, ölüme mahkûm edildi, ancak istifa edildi ve son yıllarını Île d'Yeu üzerinde tutsak geçirdi. |
indicate | belirtmek, göstermek, bildirmek, işaret etmek, çıtlatmak, gerektirmek |
the treatment is likely to be indicated in severely depressed patients | ciddi depresyon hastalarında tedavi olasılığı yüksektir |
dotted lines indicate the text's margins | noktalı çizgiler metnin kenar boşluklarını gösterir |
brace | destek, bağ, pantolon askısı, çift, matkap kolu, iki, prasya, güçlendirmek, desteklemek, bağlamak, canlandırmak, neşelendirmek, zindeleştirmek |
a device that clamps things tightly together or that gives support, in particular. | şeyleri sıkıca kelepçeleyen veya özellikle destek veren bir cihaz. |
a pair of something, typically of birds or mammals killed in hunting. | Avcılıkta öldürülen kuşların veya memelilerin bir çiftleri. |
the posts were braced by lengths of timber | direkler uzunlukta kereste ile paralelleştirildi |
This is a frame with wires that come out of your mouth, attaching your brace to a headband. | Bu, ağzınızın üzerinden çıkan tellerin bulunduğu bir çerçevedir ve parantezinizi bir baş bandına bağlar. |
I suggest he brace his leg against the wall so he doesn't fall over on the turn. | Bacağını duvara yasladığına inanıyorum, o da dönüşüme son vermez. |
There can be problems with the length of time your child is required to wear the brace and the embarrassment it may cause. | Çocuğunuzun ayakkabı takma süresinin uzunluğu ve bunun neden olabileceği utanç ile ilgili sorunlar olabilir. |
Given workers' strong feelings on this issue, management may need to brace itself for a bumpy ride. | İşçilerin bu konudaki güçlü hisleri göz önüne alındığında, yönetim engebeli bir yolculuğa çıkarmaya ihtiyaç duyabilir. |
The 31-year-old scored a brace of goals two seasons ago as Blues completed the double over their bitter rivals. | 31 yaşındaki gençler, iki sezon boyunca Blues'un acı rakiplerine kıyasla iki kat farkla gol attı. |
a neck brace | Boyun desteği |
He called 911 and they came immediately, placing a brace around my neck and put my lifeless body on a board. | 911'e seslendi ve hemen geldi, boynuma bir parantez yerleştirerek cansız bedenimi bir tahtaya koydum. |
Compass | pusula, sınır, alan, menzil, çevre, kapsam, erim, kavramak, kuşatmak, gizli plan kurmak, erişmek, başarmak, anlamak, sarmak, kapsamak |
Point the binos in any direction and a digital compass takes a bearing. | Binotları herhangi bir yönde tutun ve dijital bir pusula yatar. |
Discover that despite the aid of pairs of compasses , scissors and anything else you consider useful, the most you can get in before it breaks is about 1 cm. | Pusula çifti, makas ve faydalı olduğunu düşündüğünüz başka bir şeyin yardımına rağmen, kırılmadan önce en fazla içeri girebildiğinizin yaklaşık 1 cm olduğunu keşfedebilirsiniz. |
the ship wherein Magellan compassed the world | Magellan'ın dünyayı dolaştığı gemi |
the event had political repercussions that are beyond the compass of this book | Olay, bu kitabın pusulasını aşan siyasi yansımalara sahipti |
he compassed his end only by the exercise of violence | Sonunu yalnızca şiddet uygulayarak kıvırdı. |
Point the binos in any direction and a digital compass takes a bearing. | Point the binos in any direction and a digital compass takes a bearing. |
a man of precise military bearing | kesin askeri bir adam |
bearing | yatak |
the case has no direct bearing on the issues | davanın konularda doğrudan bir etkisi bulunmuyor |
bearing | taşıyan, içeren, mil yatağı, hareket, meyve verme, çekme, davranış, etki, ilgi, alâka, katlanma, üstlenme |
he was bearing a tray of brimming glasses | o gözlük camı bir tepsi taşıyordu |
there were no steeples or bridges from which to take a bearing | Rıhtıma sokulacak hiçbir sap veya köprü yoktu |
a man of precise military bearing | kesin askeri bir adam |
there were no steeples or bridges from which to take a bearing | Rıhtıma sokulacak hiçbir sap veya köprü yoktu |
Blind people quickly learn to find their bearing (space, time) in judo training and to move around with self-assurance. | Görme özürlü insanlar, judo eğitiminde yerini (yer, zaman) bulmakta ve kendi kendine güvence altına almak için çabucak öğrenmektedirler. |
His bearing made him appear aloof, as if he sat heads above everyone else. | Hareket etmesi, sanki başkalarını herkesten daha çok oturmuşmuş gibi görünmesine neden oldu. |
I notice his erect bearing , his poker face, only his moving cheek muscles betray that this man is under great tension. | Onun dikey duruşunu, poker yüzünü fark ettim, yalnızca hareket eden yanak kasları bu adamın büyük bir gerginlik içinde olduğunu ihanete uğrattı. |
The more precisely a bearing is made, the less friction and wear occurs. | Bir rulman ne kadar doğru yapılırsa, sürtünme ve aşınma da o kadar az olur. |
He lowered the nose and the chopper gained momentum, banking sharply to the left, he checked his magnetic compass and set off at a bearing of 282 degrees. | Burnu indirdi ve helikopter ivme kazandı, keskin bir şekilde sola bankacılık yaptı, manyetik pusulasını kontrol etti ve 282 derece bir yatakta yola çıktı. |
He's also convinced that personal traits have a huge bearing . | Ayrıca, kişisel özelliklerin büyük bir etkiye sahip olduğuna ikna olmuş durumda. |
But my opinion is that once you break in the gelled bearing, it's just as fast as the oiled bearing . | Fakat benim düşüncem, bir zamanlar jöle yatağına girerseniz, yağlanmış yatak kadar hızlıdır. |
school was bad enough, but now it's past bearing | okul yeterince kötüydü, ama şimdi geçmişte kaldı |
I do not think it had any bearing whatsoever, despite what members say, on the agreement to the leave. | İzinlerin kabul edilmesiyle ilgili olarak üyelerin söylediklerine rağmen, herhangi bir yere sahip olduğunu sanmıyorum. |
The post office is adjacent to the library. | Postane kütüphaneye bitişiktir. |
France is adjacent to Spain. | komşu Fransa, İspanya ile komşudur. |
The picture is on the adjacent page. | Resim bitişik sayfadadır. |
Because the conference room is filled, we will have our meeting in the adjacent room. | Konferans odası doldurulduğundan toplantıyı bitişik odada yapacağız. |
Coercion | zorlama, baskı, baskı rejimi |
it wasn't slavery because no coercion was used | zorlama olmadığı için kölelik değildi |
the practice of persuading someone to do something by using force or threats. | Birisini zorla veya tehdit kullanarak bir şeyler yapmaya ikna etme uygulaması. |
Not all teachers behave like that. | davranmak Bütün öğretmenler böyle davranmaz. |
I want you to behave. | {f} terbiyeli olmak Terbiyeli olmanı istiyorum. |
Don't behave lightly. | {f} hareket etmek Düşünmeden hareket etme. |
Ertuğrul told his son to behave himself. | {f} terbiyesini takınmak Aykut oğluna terbiyesini takınmasını söyledi. |
Why don't you try to behave like a gentleman? | davran Niçin bir beyefendi gibi davranmaya çalışmıyorsun? |
behave | Uslu durmak Tell me you will behave and stay here with your father until I return. |
Many people cannot understand the way hackers behave. | davranış Birçok kişi bilgisayar korsanlarının davranış tavrını anlayamıyor. |
Don't behave lightly. | hareket Düşünmeden hareket etme. |
behave | davranmak, hareket etmek, terbiyeli olmak, terbiyesini takınmak, görgülü davranmak, çalışmak |
he always behaved like a gentleman | o daima beyefendi gibi davrandı |
conduct oneself in accordance with the accepted norms of a society or group. | Kendini, bir toplumun veya grubun kabul gören normlarına uygun olarak gerçekleştirin. |
you can go as long as you behave | sen davrandığın sürece gidebilirsin |
I think that they are now about seven or eight, and seem to behave as normal children would. | Sanırım şu anda yaklaşık yedi veya sekiz yaşındalar ve normal çocuklar yapacakları gibi davranıyor gibi görünüyorlar. |
they were expected to behave themselves | kendilerinin davranmaları bekleniyordu |
‘Just behave, Tom,’ he said | "Sadece davran, Tom," dedi |
you should behave affectionately toward the patient | hastaya karşı sevecen davranmalısın |
it is not acceptable for a student to behave like that towards a teacher | bir öğrencinin bir öğretmene karşı bu şekilde davranması kabul edilemez |
However, the currency markets have behaved differently. | Bununla birlikte, döviz piyasaları farklı davrandılar. |
Generally, everybody seemed to be behaving themselves . | Genellikle, herkes kendi kendine davranıyor gibiydi. |
‘I think my father has behaved very badly towards me,’ Flora is reported as saying. | 'Sanırım babam bana karşı çok kötü davrandı,' dedi Flora. |
If the residents attempted to talk to these teenagers they would gain a lot of respect and they would start behaving themselves . | Sakinler bu gençlerle konuşmaya teşebbüs ettiyse çok fazla saygı duyacaklar ve kendileri gibi davranıyorlardı. |
The perception that he behaved aggressively and condescendingly towards his opponent during the presidential debates has done him damage. | Cumhurbaşkanlığı tartışmaları sırasında saldırgan ve kibirli olarak rakibine yöneldiği algısı ona zarar verdi. |
The enzyme behaves quite differently, and that's a real challenge. | Enzim oldukça farklı davranıyor ve bu gerçekten zor. |
illuminate | aydınlatmak, ışıklandırmak, aydınlanmak, ışıtmak, yaldızlı harflerle süslemek |
a flash of lightning illuminated the house | Bir yıldırım flaş ev aydınlattı |
Large illuminated letters became popular with the advent of hand-written manuscripts and official documents. | Elle yazılmış elyazmalarının ve resmi belgelerin ortaya çıkmasıyla büyük ışıklı harfler popüler hale geldi. |
a most illuminating discussion | en aydınlatıcı tartışma |
The next town was Boyes, just 29 km down the road and as we rode towards it we saw flashes of lightning illuminate the horizon. | Bir sonraki kasaba Boys'du, sadece 29 km yolda ilerledi ve oraya doğru ilerledikçe şimşek parıltılarının ufkunu aydınlattığını gördük. |
Her annotations are illuminative and sincere. | Açıklamaları aydınlatıcı ve samimi. |
At the top of the last little bump, they could see the shoulder-high summit sign illuminated by the first light of day. | Son küçük darbe olayının tepesinde omuz yüksekliğindeki zirve işaretinin günün ilk ışıklarıyla aydınlandığını görebiliyorlardı. |
A green fluorescent light illuminates a wall work that quotes the iconic graphic equaliser readout in homage to Donald Judd. | Yeşil bir flüoresan ışığı, Donald Judd'a saygıyla ikonik grafik ekolayzer okumasını anlatan bir duvar işini aydınlatıyor. |
This book was the work of an entire team of illuminators and scribes working to a well-tried formula. | Bu kitap, iyi denenmiş bir formülle çalışan tüm aydınlatıcılardan ve yazarlardan oluşan bir ekibin çalışmasıydı. |
I would like to thank him for illuminating discussions and for sending a manuscript prior to publication. | Tartışmaları aydınlattığınızdan ve yayınlamadan önce bir el yazması için teşekkür ettiğim için teşekkür ederim. |
A golden light was shining down illuminating Isabelle's face. | Isabelle'in yüzünü aydınlatan altın bir ışık parlıyordu. |
This exhibition offers a rare opportunity to see works of great illuminators and painters side by side. | Bu sergi, mükemmel aydınlatıcıların ve ressamların eserlerini yan yana görmek için nadir bulunan bir fırsat sunuyor. |
Large illuminated letters became popular with the advent of hand-written manuscripts and official documents. | Elle yazılmış elyazmalarının ve resmi belgelerin ortaya çıkmasıyla büyük ışıklı harfler popüler hale geldi. |
He said oversized and illuminated signs were not appropriate in the area. | Büyük boy ve ışıklı işaretlerin bölgede uygun olmadığını söyledi. |
He illuminatingly discusses familiar writers, and he also cites many figures unknown to me. | Aydınlanan bir şekilde tanıdık yazarları tartışıyor ve o da bilinmeyen birçok figürden bahsediyor. |
The commentary is particularly illuminating . | Yorum özellikle aydınlatıcıdır. |
During the Lantern Festival, most temples are illuminated by colorful lanterns of all shapes and sizes. | Fener Festivali sırasında çoğu tapınak, her türlü şekil ve boyutta renkli fenerlerle aydınlatılıyor. |
A flash of light briefly illuminated the hallway, pouring through the broken window and burning their eyes. | Bir ışık flaşı kısaca koridoru aydınlatıyor, kırık pencereden döküp gözlerini yakıyordu. |
toast | tost, kızarmış ekmek, kadeh kaldırma, şerefe içme, kızartmak, kadeh kaldırmak, ısıtmak, kızarmak, yanmak, şerefine içmek, sağlığına içmek |
he raised his glass in a toast to his son | bardağını oğlu şerefine kaldırdı. |
trope | kinaye, mecaz |
he used the two-Americas trope to explain how a nation free and democratic at home could act wantonly abroad | o, evde özgür ve demokratik bir ulusun yurtdışından nasıl istemeyerek harekete geçebileceğini açıklamak için iki Amerika kıtasını kullandı. |
my sense that philosophy has become barren is a recurrent trope of modern philosophy | felsefenin kısır olduğuna dair benim anlayışım, modern felsefenin tekrarlayan bir yaklaşımdır |
she uses the Eucharist as a pictorial trope | Efkareci'yi resimli bir bildiri olarak kullanıyor. |
No longer will one or two tropes or metaphors serve to characterize the poetic work done by women. | Artık kadınlar tarafından yapılan şiirsel çalışmayı karakterize etmek için bir veya iki trop veya metafor görevi göremezsiniz. |
The relative absence of conventional musical tropes doesn't mean, though, that the group approaches compositional matters indifferently. | Buna rağmen, geleneksel müzik troplarının göreli yokluğu, grubun kompozisyon konusuna kayıtsız şartsız yaklaşması anlamına gelmez. |
overwhelming | ezici, karşı konulmaz, kahredici |
he was elected president by an overwhelming majority | o ezici çoğunlukla cumhurbaşkanı seçildi |
the water flowed through to overwhelm the whole dam and the village beneath | su tüm barajı ve köyün altına akmak üzere aktı |
The support and security systems of the welfare state included the overwhelming majority of the citizens. | Refah devletinin destek ve güvenlik sistemleri, vatandaşların ezici çoğunluğunu içeriyordu. |
Polls indicate an overwhelming majority of Americans support it. | Anketler, Amerikalıların ezici çoğunluğunun bunu desteklediğini gösteriyor. |
These are the things I remember, the times of overwhelming emotion. | Bunlar hatırladığım şeyler, ezici duyguların olduğu zamanlardır. |
The overwhelming majority of people in Ireland fully support this process. | İrlanda'daki insanların ezici çoğunluğu bu süreci tam olarak desteklemektedir. |
They reveal that grief, fear and shock were often the overwhelming emotions. | Keder, korku ve şokun genellikle ezici duygular olduğunu ortaya koyuyor. |
My overwhelming emotion was nostalgia, oddly enough; nostalgia for the peculiar cultural nexus that this movie represented. | Benim ezici duygularım garip bir şekilde, nostaljiydi; Bu filmin temsil ettiği olağandışı kültürel ilişki için nostalji. |
An overwhelming sadness began to grip her heart. | Ezici bir hüzün kalbini tutmaya başladı. |
But his overwhelming emotion was relief rather than disappointment. | Ama onun ezici duygusu, hayal kırıklığından çok rahatlamaydı. |
There's enormous and overwhelming support for her at this time. | Şu anda onun için çok büyük ve ezici destek var. |
woe | keder, dert, üzüntü, gam |
they had a complicated tale of woe | onların karışık ve kederli bir hikayesi vardı. |
A dancing cosmos and a waffle iron tells of a slight decrease in your woe . | Bir dans kozmosu ve bir gofret demiri, vay halinizde hafif bir düşüş olduğunu söyler. |
This is a woe I suffer from like no other, and cannot wait to be rid of it forever. | Bu, başka hiç olmadığı kadar acı çektiğim bir vay haline geldi ve sonsuza dek kurtulmak için sabırsızlanıyorum. |
I've never met him, but I'd love to inflict some of the woe he's put upon her onto his cowardly little mind. | Ona hiç rastlamadım, fakat onun korkak küçük kafasına koyduğu vay canından bir miktarını yüklemek isterdim. |
Even the judiciary adds to the woe by convicting the women for soliciting. | Yargı bile kadınları istifaya çağırarak suçlu buluyor. |
And his Wentworth woe was the fourth time this year he had gone agonisingly close. | Yargı bile kadınları istifaya çağırarak suçlu buluyor.... |
And to compound the woe , his father Thomas lost his battle with lung cancer. | Ve acıyı birleştirmek için babası Thomas akciğer kanseri ile olan savaşını kaybetti. |
I want the extreme anti abortionist to understand the woes and difficulties. | Aşırı anti kürtajcının sıkıntıları ve zorlukları anlamasını istiyorum. |
You get a sense that Belfast is a place where economic problems feed private woes . | Belfast'ın ekonomik sıkıntıların özel günahları beslediği bir konudur. |
Yet following the seven woes , Jesus weeps over the plight of the people of Jerusalem. | Yedi zorluğun ardından, İsa, Yeruşalim halkının acısını gözler önüne seriyor. |
And Pakistan will set England enough conundrums without added injury woes . | Ve Pakistan, İngiltere'ye yaralanma sıkıntıları eklemeden yeterince karmaşa belirleyecek. |
Now finally clear of injury woes , the Spaniard has been dogged by ongoing back problems. | Sonunda yaralanma sıkıntılarından uzaklaşan İspanyol, devam etmekte olan sırt sorunları yüzünden ısırıldı. |
persist | sürdürmek, inat etmek, sürmek, devam etmek, ısrar etmek, sebat etmek |
the minority of drivers who persist in drinking | içki içmeye devam eden sürücülerin azınlığı |
O'Connor said the symptoms usually persist for a few days and then ease up. | O'Connor belirtilerin genellikle birkaç gün devam ettiğini ve daha sonra rahatladığını söyledi. |
Then bothersome menopause symptoms may persist , despite a variety of attempted therapies. | Daha sonra çeşitli terapilere rağmen menopoz rahatsızlığı semptomları devam edebilir. |
But the bottom line is that as long as questions persist , she will remain caught between two stools. | Ama sonuç olarak, sorular sürdükçe, iki tabure arasında kalacak. |
He retreated to the ground and did not continue to persist in creating hostile assaults. | O yerden çekildi ve düşman saldırılarda ısrar etmeye devam etmedi. |
It says on the packet to consult your doctor if symptoms persist for more than seven days. | Pakette semptomlar yedi günden fazla sürerse doktorunuza danışacağınızı söylüyor. |
Thousands of people persist in doing food combining diets - it doesn't make it any more scientific, does it? | Binlerce insan, diyetleri birleştirerek yiyecek yapmaya devam ediyor - bunu daha bilimsel yapmıyor mu? |
clarity | açıklık, berraklık, duruluk |
I found the image quality excellent; with a degree of sharpness and clarity I did not expect from a film of this age. | Görüntü kalitesini mükemmel buldum; Bu yaştaki bir filmden beklemediğim derecede netlik ve netlikle. |
the clarity of the picture | resmin açıklığı |
The water clarity was superb but it was still almost dark. | Su berraklığı mükemmel, ancak hala neredeyse karanlıktı. |
Carat is the universal measure of the diamond and clarity indicates its purity. | Karat elmasın evrensel ölçüsüdür ve berraklık saflığını gösterir. |
The sharpness and clarity of the images is pleasing to the eye. | Görüntülerin netliği ve netliği göze hoş geliyor. |
You need to look for color, transparency and clarity . | Renk, şeffaflık ve netlik aramak zorundasınız. |
However, the seminar lacked focus and clarity . | Ancak, seminer odak ve netlik yoktu. |
admire | takdir etmek, hayran kalmak, hayran hayran bakmak, hayran olmak, çok beğenmek |
The Soules are hoping Lydia comes to admire the garden for herself this weekend. | Soules, Lydia'nın bu hafta sonu kendine bahçeye hayran olmasını umuyor. |
How can people stop to admire our beautiful Lake District and then spoil it by leaving their litter? | İnsanlar, güzel Göller Bölgesi'mize hayranlık duymaya ve sonra çöplerini terk ederek nasıl bozabilir? |
Instead he's had to content himself with knowing that writers he respects admire his work. | Bunun yerine, saygı duyduğu yazarların eserlerine hayran olduklarını bilerek kendine yetişmek zorunda kaldı. |
I admire and respect them both, and they seem nice guys, but boring and bland. | Onlara hayranım ve saygı duyuyorum ve hoş çocuklar gibi görünüyor, ama sıkıcı ve mülayim. |
I admire your courage | Cesaretine hayranım |
We looked, admiringly , at our neighbour's new Ford. | Komşumuzun yeni Ford'una hayranlıkla baktık. |
He looked around, admiring the garden that was in bloom a couple feet away from him. | Ardından etrafa baktı, çiçek açan bahçeye birkaç adım ötede hayranlıkla baktı. |
I can endorse that. | onay Onu onaylayabilirim. |
endorse | desteklemek, onaylamak, arkasına yazmak, ciro etmek, havale etmek |
the report was endorsed by the college | rapor kolej tarafından onaylandı |
But in many cases the payee indorses the cheque even if it is collected for his own account. | Fakat çoğu durumda, alacaklı, kendi hesabına tahsil edilsede dahi çek tutarını elinde bulundurmaktadır. |
It does not recommend or endorse any specific product for environmental cleaning. | Çevre temizliği için belirli bir ürünü önermez veya onaylamamıştır. |
Why do consumers care if celebrities endorse a product? | Ünlülerin bir ürünü onaylaması neden tüketicilere bakıyor? |
If you only have positive experiences, naturally you'll endorse the product and company. | Olumlu deneyimleriniz varsa, doğal olarak ürünü ve şirketi onaylamalısınız. |
I thank everyone who is supporting this part of the bill, and I fully endorse our support of it. | Tasarının bu bölümünü destekleyen herkese teşekkür ediyorum ve desteğini tam olarak onaylıyorum. |
He accepted money to endorse products in another sport in an effort to be an Olympic athlete and live out a dream. | Olimpiyat sporcusu olmak için bir rüyayı yaşamak için başka bir sporda ürünleri onaylamak için para kabul etti. |
Players are allowed to advertise or endorse products for material gain outside of the games. | Oyuncuların, oyunların dışında maddi kazanç için reklam veya ürünlerin onaylanmasına izin verilir. |
I wish to endorse the comments made by the previous speakers. | Önceki konuşmacılar tarafından yapılan yorumları desteklemek istiyorum. |
He's right about artists losing all credibility when they endorse products. | Sanatçıların, ürünleri onaylarken tüm inandırıcılıklarını kaybetmeleri konusunda doğru. |
I fully endorse calls for the public to rally behind the club for the sake of the province. | Halkın, eyaletin uğruna kulübün arkasında toplanmaya çağrılarını tamamen onayladım. |
The Trustee endorsed the bill of exchange in favour of Sealark. | Mütevelli heyeti, Sealark'ın lehine çevirim taslağını onayladı. |
I can only wholeheartedly endorse the comments made by Vicky Landell Mills and Laurie Wilson. | Vicky Landell Mills ve Laurie Wilson'ın yorumlarını yalnızca bütünüyle onaylayabilirim. |
paved | kaldırım döşemek |
the yard at the front was paved with flagstones | cephedeki avluya taş döşeme taşları döşedi |
a solid diamond pavé | katı bir elmas pavé |
Once of the first things I did was pave the front with concrete. | Yaptığım ilk şeylerden birincisi önü betondan geçirdi. |
I opened the door and stepped onto a newly paved road. | Kapıyı açıp yeni döşeli bir yola bastım. |
They thought our streets were paved with gold, said one of their lawyers. | Avukatlarından biri, sokaklarımızı altınla kapladığını düşünüyorlardı. |
Driveways and curbs were the only paved areas on this cul-de-sac. | Sürüklenmeler ve bordürler, bu çıkrıkpe üzerindeki tek döşeli alanlardı. |
The circuit became a motorsport venue soon after and was paved with bricks. | Devre yakında bir motorsporuna dönüştü ve tuğlalarla döşendi. |
The pathways are paved with flagstones or crushed stones. | Yollar, döşeme taşları veya ezilmiş taşlarla döşenmiştir. |
Just before him was a narrow street paved with small black stones. | Önündeki dar bir cadde küçük siyah taşlarla döşenmişti. |
unattractive | çirkin, itici, sevimsiz |
What is this the abbreviation for? | kısaltma Bu neyin kısaltmasıdır? |
abbreviation | kısaltma |
Electronic records also contained significantly more words, abbreviations , and symbols. | Elektronik kayıtlarda ayrıca daha fazla kelime, kısaltma ve sembol yer alıyordu. |
Is that abbreviation a true synopsis of the intent of the Amendment? | Bu kısaltma, Değişiklik niyetinin gerçek özetidir mi? |
Isn't abbreviation a prelude to obliteration? | Kısaltmayı obliteration için bir başlangıcı değil mi? |
SKU is the abbreviation for Stock Keeping Unit | SKU Stok Tutma Birimi'nin kısaltılmış halidir |
objective | objektif, nesnel, tarafsız, hedeflenen, amaçlanan, hedef, amaç, nesne, mercek, erek, ismin -i hali |
Ability to gain and maintain the trust and confidence of others and the organization through consistency and reliability | Tutarlılık ve güvenilirlik ile başkalarının ve kuruluşun güvenini ve güvenini kazanma ve sürdürme becerisi |
domestically | iç, yerli, ev, evcil, aile, ailevi, eve ait, ehli, evine bağlı, hizmetçi |
domestic chores | ev işleri |
the current state of US domestic affairs | ABD iç işlerinin mevcut durumu |
Nor were we happy with how some of the churches educated, when they seemed to train the young primarily for menial pursuits such as domestics . | Ayrıca kiliselerin bazılarının nasıl eğitildiklerini, gençleri esas olarak yurt içi menekşeler gibi yetiştirmekten hoşlandıklarından memnun değil miydik? |
Just over half of this was domestic , industrial and commercial waste while 38 per cent was construction waste. | Bunun yarısından çoğu evsel, endüstriyel ve ticari atıklarken, yüzde 38'i inşaat atığı idi. |
It ranges across the industrial and domestic spectrum from factories and offices to the the farm or the home. | Fabrikalardan ofislere, çiftlik veya evdeki endüstriyel ve evrensel spektrumu kapsar. |
supervision | nezaret, gözetim, denetleme, kontrol, teftiş, idare |
students were under the supervision of the faculty member at all times | öğrenciler her zaman öğretim üyesi gözetiminde |
she let them work without supervision | Onların gözetimsiz çalışmasına izin verdi. |
he was placed under the supervision of a probation officer | Denetim memurunun gözetiminde tutuldu. |
she let them work without supervision | Onların gözetimsiz çalışmasına izin verdi. |
commensurate | orantılı, oranlı, eşit, uygun |
corresponding in size or degree; in proportion. | boyut veya dereceye karşılık gelir; orantılı olarak. |
salary will be commensurate with experience | maaş tecrübe ile orantılı olacaktır |
It is right that that should be so, because status within an organisation carries with it commensurate rewards. | Öyle olması doğrudur, çünkü bir organizasyon içerisindeki statüsü, ona orantılı ödülleri taşır. |
He said the greatly reduced security operation was commensurate with what police thought the threat of violence was. | Büyük ölçüde azaltılmış güvenlik operasyonunun, polisin şiddet tehdidi olduğu düşüncesiyle orantılı olduğunu söyledi. |
No they will be paid wages commensurate with foreign airline staff based in London. | Hayır, Londra'da bulunan yabancı havayolu personeli ile ücretli ücret ödenecek. |
Many people may not find the rewards commensurate with the time and effort required. | Birçok kişi, ödüllerin zaman ve emek harcamasıyla orantılı olarak bulamayabilir. |
It will be done commensurate with the fact that we're a nation at war. | Bu savaşta bir ulus olduğumuz gerçeği ile uyumlu olacaktır. |
Or you could offer your tenant alternative accommodation commensurate with what they are currently paying. | Veya, kiracıya, şu anda ne yaptıkları ile orantılı alternatif barınma imkânı sunabilirsiniz. |
But neither justifies the role and commensurate reward that an analyst commands. | Fakat ne bir analistin komuta ettiği rolü haklı çıkarır ve ödül ile orantılı olur. |
But there has not been a commensurate increase in job opportunities. | Fakat iş fırsatlarında belirgin bir artış olmamıştır. |
Capitalism seeks a value of production commensurate with the repayment of debt. | Kapitalizm, borcun ödenmesi ile orantılı bir üretim değeri arar. |
What punishment could possibly be commensurate with genocide? | Ne ceza soykırımla muhtemel olabilir? |
champion | şampiyon, galip, en iyi, mükemmel, destekleyici, savunucu, üstün niteliklere sahip kimse, savunmak, müdafaa etmek, desteklemek, uğrunda mücadele vermek |
a champion hurdler | bir şampiyon atıcı |
a champion of women's rights | kadın haklarının şampiyonu |
priests who championed human rights | insan haklarını savunan papazlar |
A champion of privatization, he's been holding closed-door meetings with moderate Democrats in the hopes of forging a compromise. | Özelleştirmenin şampiyonu, uzlaşmacı bir Demokratlar ile kapalı bir görüşme yaparak uzlaşmayı umut ediyor. |
the reigning world champion | hakim dünya şampiyonu |
Thus, he cannot present himself as a champion of democracy and at the same time adhere to the position of those who dismiss it. | Bu nedenle, kendini demokrasi şampiyonu olarak sunamaz ve aynı zamanda bunu reddedenlerin konumuna bağlı kalamaz. |
She had never so much as read about medieval knights, and now she had to fight like a champion . | Ortaçağ şövalyeleri hakkında hiçbir zaman okumuş olamazdı ve şimdi bir şampiyon gibi savaşmak zorunda kaldı. |
Ironically the man who was a world champion in wood chopping, loved trees. | İronik olarak, ahşap doğrama konusunda dünya şampiyonu olan adam ağaçları severdi. |
The competition ensured that the champion was decided only in the last round of the league. | Yarışma, şampiyonun sadece ligin son turunda kararlaştırılmasını sağladı. |
leaning | eğik, yatık, meyilli, eğilim, meyil |
despite his liberal leanings, he had little sympathy for the individuals concerned | Liberal eğilimine rağmen, ilgili kişiler için çok az sempati vardı. |
a tendency or partiality of a particular kind. | belirli bir türde bir eğilim veya tarafsızlık. |
he leaned back in his chair | sandalyesine yaslandı. |
There's nothing startling about the academy's ideological leanings . | Akademinin ideolojik eğilimleri hakkında şaşırtıcı bir şey yok. |
You could eat an entire meal here without realizing that the food has Peruvian leanings . | Burada, yemeklerin Perulu eğilimleri olduğunu fark etmeden bütün bir yemeği yiyebilirsiniz. |
What are some leader leanings liable to leave an organization losing? | Bir organizasyonu kaybetme sorumluluğu olan bazı lider eğitimleri nelerdir? |
engage | tutmak, bağlanmak, bağlamak, çekmek, söz vermek, çarpışmaya girmek, garanti etmek, işe almak, kullanmak |
occupy, attract, or involve (someone's interest or attention). | (birinin ilgisini veya ilgisini çekme), işgal etme, çekme veya bunları dahil etme. |
participate or become involved in. | katılmak veya katılmak |
extract (information) from various sources. | gleaning, |
the information is gleaned from press clippings | bilgiler basın kupürlerinden toplanıyor |
I use junk to fix things and glean new ideas and inspiration. | İşi düzeltmek için önemsiz şeyler kullanıyorum ve yeni fikirler ve ilham kaynağı toplamıyorum. |
So what can we glean from our collection of titles? | Peki, kitap koleksiyonumuzdan ne elde edebiliriz? |
What kinds of virtues are required to succeed as gleaner ? | Yıkamak için başarılı olmak için ne gibi erdemlere ihtiyaç vardır? |
In the open-field areas of northern France they could glean after harvest and their cattle could graze on the stubble. | Kuzey Fransa'nın açık alanlarında hasattan sonra toplanabilirlerdi ve sığırlar gövdede otlardı. |
Gradually I gleaned the truth from a thousand tales of mystery and woe. | Yavaş yavaş gerçeği binlerce gizemli hikayeden ve vayyadan aldım. |
Most of her war information is gleaned from her twice-weekly phone chats with her husband. | Savaş bilgilerinin çoğu haftalık iki kere telefon görüşmelerinde kocasıyla toplanır. |
Information was gleaned from operating reports dictated for the surgical procedures and available for review. | Bilgiler, cerrahi prosedürler için dikte edilen ve incelenmek üzere hazırlanan operasyon raporlarından toplandı. |
All warbles preferred gleaning as the main technique to catch prey. | Tüm fitatlar toplaymayı avı yakalamak için ana teknik olarak tercih ettiler. |
Decal | çıkartma, çıkartma sanatı |
terminate | bitirmek, son vermek, sona ermek, sınırlamak, sınır koymak, bitmek, sona eren, sınırlanmış |
command | komuta, kumanda, emir, buyruk, hakimiyet, kuvvet, yetki, güç, genel kurmay, buyurmak, hakim olmak, emretmek, komuta etmek, yönetmek, emir vermek, hükmetmek, tepeden görmek, telkin etmek, kontrol etmek, hüküm sürmek |
it's unlikely they'll obey your commands | no party commanded a majority |
a gruff voice commanded us to enter | sert sesle girmemizi emretti |
no party commanded a majority | hiçbir parti çoğunluğa komuta etmedi |
contribute | katkıda bulunmak, katılmak, bağışta bulunmak, payı olmak, yazı vermek, vermek |
he contributed more than $500,000 to the center | Merkeze 500.000 dolardan fazla katkıda bulundu. |
He is a widely syndicated newspaper columnist, a frequent contributor to leading periodicals, and a lecturer. | Bu dergiye düzenli olarak katkıda bulunmuştu, öncelikle yanlış veya eksik olarak görülen öğeler hakkındaki yorumlarıyla.... |
He was a regular contributor to this magazine, primarily via his comments on items he viewed as incorrect or incomplete. | Bu dergiye düzenli olarak katkıda bulunmuştu, öncelikle yanlış veya eksik olarak görülen öğeler hakkındaki yorumlarıyla. |
The U.S. Agency for International Development was the largest single contributor . | ABD Uluslararası Kalkınma Ajansı, tek katkıda bulunan en büyük katılımcıydı. |
he became a regular contributor to the magazine | o dergiye düzenli katkı sağladı |
The UK is, after all, a net contributor to the EU budget. | Ne de olsa İngiltere, AB bütçesine net katkıda bulunuyor. |
He was an occasional contributor to this magazine in the 1960s. | 1960'lı yıllarda bu dergiye ara sıra katkıda bulunmuştu. |
During his student years he was also a contributor to newspapers in Sofia. | Öğrenci yıllarında Sofya'daki gazetelere katkıda bulundu. |
The writer is a Civil Engineer and is a regular contributor to various newspapers in Pakistan. | Yazar, Civil Engineer ve Pakistan'daki çeşitli gazetelere düzenli olarak katkıda bulunuyor. |
He is a frequent contributor to leading newspapers on subjects of topical interest. | O, konuyla ilgilenen konularda önde gelen gazetelere sıklıkla katkıda bulunur. |
He is a frequent contributor to several newspapers and national dance publications. | Çeşitli gazetelere ve ulusal dans yayınlarına sıklıkla katkıda bulunmaktadır. |
gain | kazanç, kâr, yarar, yükselme, artma, ilerleme, kazanmak, almak, elde etmek, ulaşmak, kâr etmek, artırmak, ilerlemek, yükselmek, çoğalmak, ileri gitmek |
the mayor was accused of using municipal funds for personal gain | belediye başkanı kişisel kazanç için belediye kaynaklarını kullanmakla suçlanıyor |
a process that has gained the confidence of the industry | endüstrinin güvenini kazanmış bir süreç |
she had gradually gained weight since her wedding | Düğününden beri yavaş yavaş kilo aldı |
wealth | zenginlik, servet, varlık, mal varlığı, bolluk |
Conduct | davranış, yönetim, hareket, idare, gidiş, yönetmek, idare etmek, yönlendirmek, rehberlik etmek, iletmek, geçirmek |
Is it that irrelevant? | ilgisiz Bu o kadar ilgisiz mi? |
Motive is important in detection and in arguing a case in court, but it is irrelevant to sentencing. | Motivin tespiti ve mahkemede bir dava üzerinde tartışmada önemi vardır, ancak cezalandırma ile ilgisizdir. |
But I do not say that the first question is an irrelevant consideration. | Fakat ilk soruun ilgisiz bir düşünce olduğunu söylemiyorum. |
Sorry, that was a cheap shot and entirely irrelevant to the question. | Üzgünüm, bu ucuz bir atıştı ve soruyla tamamen ilgisizdi. |
The trend towards all-embracing competition policy made public ownership almost irrelevant for years despite questions of the public good. | Bütünüyle kucaklayan rekabet politikasına yönelik eğilim, kamusal sahipliği, kamu malının sorularına rağmen yıllarca hemen hemen hiç ilgisiz kıldı. |
Her personal feelings about the doctors should be completely irrelevant to her decision. | Bütünüyle kucaklayan rekabet politikasına yönelik eğilim, kamusal sahipliği, kamu malının sorularına rağmen yıllarca hemen hemen hiç ilgisiz kıldı. |
Motive is important in detection and in arguing a case in court, but it is irrelevant to sentencing. | Motivin tespiti ve mahkemede bir dava üzerinde tartışmada önemi vardır, ancak cezalandırma ile ilgisizdir. |
If so, should current findings be deemed irrelevant for purposes of policy and law? | Eğer öyleyse, mevcut bulguların politika ve yasanın amaçları açısından ilgisiz olarak görülmesi gerekir mi? |
irrelevant | ilgisiz, konu dışı, yersiz, alâkasız |
I must insist. | {f} ısrar etmek Israr etmeliyim. |
Altemur was very insistent. | ısrarcı Feridun çok ısrarcıydı. |
Rauf was quite insistent. | {s} ısrarlı Tanju oldukça ısrarlıydı. |
regression | gerileme, geri çekilme, dönüş |
Will regression afflict the developing countries as aging weakens the industrial world? | Gerileme gelişmekte olan ülkeleri yaşlandıkça endüstriyel dünyayı zayıflatacak mı? |
We present the results of the linear regression analyses as relative risks and 95% confidence intervals. | Gerileme gelişmekte olan ülkeleri yaşlandıkça endüstriyel dünyayı zayıflatacak mı? |
regression therapy | regresyon terapisi |
Four weeks later, a computed tomography scan showed spontaneous regression of some of the metastatic lesions. | Dört hafta sonra bilgisayarlı tomografi taraması metastatik lezyonların spontan regresyonunu gösterdi. |
I have no horrific sexual episodes that would only emerge through insidious regression therapy. | Sadece sinsi regresyon terapisi ile ortaya çıkacak korkunç cinsel atışlarım yok. |
So, they gave the credit of the natural regression of the disease to the bedrest on which everyone was placed. | Bu nedenle, hastalığın doğal gerilemesi üzerine herkesin yerleştirdiği yatak verene kredi verdiler. |
We present the results of the linear regression analyses as relative risks and 95% confidence intervals. | Bu nedenle, hastalığın doğal gerilemesi üzerine herkesin yerleştirdiği yatak verene kredi verdiler. |
stray | başıboş, serseri, rasgele, parazitli, yolunu kaybetmiş, tek tük, cızırtılı, dolaşmak, gezinmek, başıboş dolaşmak, yolunu kaybetmek, sapmak, yoldan sapmak, ayrılmak, parazit yapmak, cızırtı yapmak, başıboş hayvan, sürüden ayrılan hayvan, kaybolmuş kimse, b |
I strayed a few blocks in the wrong direction | Yanlış yönde birkaç blok terk ettim |
I fixed the last stray hair and turned to open the door. | Son çarpık saçları sildim ve kapıyı açmak için döndüm. |
He brushes a stray lock of hair away from Darin's face. | Darwin'in suratından uzak bir saç kılıfını fırçalar. |
The cotton soon gives way to desert, where stray camels roam. | Pamuk kısa sürede, başıboş develerin dolaştığı çöllere yol açar. |
Ashton chuckled and pushed a stray hair behind her ear. | Ashton güldü ve başıboş saçlarını kulağının arkasına itti. |
The long-haired variety needs a regular brush and comb and occasional trimming of stray hairs. | Uzun saçlı çeşitlilik, düzenli bir fırça ve tarak gerektirir ve ara sıra kıllı kılların düzeltilmesi gerekir. |
As for the hound, he is nothing but a mooching stray . | Tazı gelince, o sadece bir sersemlik serseri başka bir şey değildir. |
wit | zekâ, nükte, akıl, ince zekâ, ince espri, zeki kimse, yâni, bilmek, öğrenmek |
he does not lack perception or native wit | the textbooks show an irritating parochialism, to wit an almost total exclusion of papers not in English |
a natural aptitude for using words and ideas in a quick and inventive way to create humor. | Mizah yaratmak için hızlı ve yaratıcı bir şekilde kelime ve fikirleri kullanma konusunda doğal bir yetenek. |
I addressed a few words to the lady you wot of | Aldığın bayana birkaç kelime hitap ettim. |
the textbooks show an irritating parochialism, to wit an almost total exclusion of papers not in English | ders kitapları sinir bozucu bir dar görüşlülük gösteriyor; ingilizce olmayan kağıtları neredeyse tamamen dışlamış durumda |
elaborate | ayrıntılı, özenli, dikkatle hazırlanmış, açmak, özen göstermek, üzerinde durmak, ayrıntılara inmek |
elaborate security precautions | güvenlik önlemlerini ayrıntılı bir şekilde hazırla |
the key idea of the book is expressed in the title and elaborated in the text | kitabın ana fikri başlıkta ifade edilmiş ve metinde ayrıntılı olarak anlatılmıştır |
At this point, I shall briefly elaborate the theory of the global system based on the three spheres of economic, political, and culture-ideology transnational practices. | Bu noktada kısaca ekonomik, siyasi ve kültürel-ideoloji ulusötesi uygulamaların üç alanına dayanan küresel sistem teorisini irdeleyeceğim. |
You may elaborate on and enlarge the truth to a degree, but you are a person of high integrity and high standards of behavior. | Gerçeği bir dereceye kadar ayrıntılarıyla inceleyebilir ve genişletebilirsiniz, ancak yüksek bütünlük ve yüksek davranış standartlarına sahip bir kişisiniz. |
Liu declined to elaborate on details of the bid. | Liu, teklifin ayrıntıları üzerinde durmayı reddetti. |
Quality content adopted by more than 100,000 professionals | 100.000'den fazla profesyonelin benimsediği kaliteli içerik |
involve | karıştırmak, kapsamak, gerektirmek, bulaştırmak, sarmak, sokmak, yol açmak |
It can involve a lot of hassle and it is our job as a company to take the pain out of the process. | Çok güçlük çekmesi gerekebilir ve acıyı bu süreçten çıkarmak bir şirket olarak bizim işimizdir. |
his transfer to another school would involve a lengthy assessment procedure | başka bir okula devri, uzun bir değerlendirme prosedürünü gerektirir |
he wants to involve the staff in the discussion | Çalışanları tartışmaya dahil etmek istiyor |
This result does not involve any unconstitutional border crossing by the court. | Bu sonuç, mahkeme tarafından anayasaya aykırı bir sınır geçişi yapılmasını gerektirmez. |
I am not aware of having injured my back but my job does involve occasional lifting and bending. | Sırtımda yaralanmanın farkında değilim, ancak işim bazen kaldırma ve bükme gerektiriyor. |
He has recently gained a promotion and his new job will involve no overseas travel. | Son zamanlarda bir tanıtım yapmış ve yeni işi yurtdışı seyahatini içermeyecektir. |
In a statement he claimed that Majid is deeply involved in the militancy activities. | Bir açıklamada, Majid'in militarlık faaliyetlerine derinden karıştığını iddia etti. |
He admitted to have been involved in shooting activities but he said he never bought any of his own. | Çekim faaliyetlerine karıştığını itiraf etti, ancak kendisinin hiçbirini almadığını söyledi. |
So she has embarked on three jobs involving working seven days a week and some evenings in order to find the cash. | İçki fiyatlarının artırılması ve barlarda sigara içilmesinin yasaklanması da dahil olmak üzere çeşitli faktörler söz konusudur.... |
Several factors are involved , including increasing drink prices and the ban on smoking in bars. | İçki fiyatlarının artırılması ve barlarda sigara içilmesinin yasaklanması da dahil olmak üzere çeşitli faktörler söz konusudur. |
I do remember that my sister and I were involved in somewhat questionable activities. | Kızkardeşim ile ben biraz şüpheli faaliyetlerde bulunduğumuzu hatırlıyorum. |
wisdom | bilgelik, hikmet, akıl, irfan, akıllılık, ilim |
Some may question the wisdom of arranging a first date at an unfamiliar restaurant. | Bazıları tanıdık olmayan bir restoranda ilk buluşma fikrini sorgulayabilir. |
As if our cheap words and wisdom could somehow rectify the suffering of this world! | Sanki ucuz sözlerimiz ve hikmetimiz, bu dünyanın acısını nasıl düzeltecekmiş gibi! |
It was the voice of a male, speaking with wisdom behind the simple words. | Basit bir kelimenin arkasında bilgelikle konuşan, bir erkeğin sesi gibiydi. |
listen to his words of wisdom | onun bilgeliğini dinle |
I question the wisdom of the leaders on both sides who have caused this polarisation. | Bu kutuplaşmaya neden olan iki tarafın liderlerinin bilgeliğini sorguluyorum. |
some questioned the wisdom of building the dam so close to an active volcano | Bu kutuplaşmaya neden olan iki tarafın liderlerinin bilgeliğini sorguluyorum.... |
spec | spekülasyon |
I'll have to look at the specs on the equipment | Ekipmanın özelliklerine bakmam gerekecek |
underlay | altına koymak, alttan desteklemek, altına yerleştirmek, destek, altına koyulan şey, alta serilen şey |
weed out | ayıklamak, yararsız diye çıkarmak, ıskartaya ayırmak |
trustworthy | güvenilir, güvenli, emin, inanılır |
leave a spare key with a trustworthy neighbor | güvenilir komşusuna yedek bir anahtar bırak |
The first thing that he needed was a trustworthy driver, who could be relied on to stay sober. | İhtiyacın olan ilk şey, ayık kalmaya dayanan güvenilir bir şoför oldu. |
I would like to think they would say I am trustworthy , helpful and reliable. | Güvenilir, yardımsever ve güvenilir olduğumu söyleyeceklerini düşünmek isterim. |
As you will understand I am putting all my trust on your trustworthy and honest character. | Anlayacağınız gibi, güvendiğiniz ve dürüst olduğunuza güveniyorum. |
Do they have a trustworthy neighbour they can ring if they get into difficulties and a number to contact you at work? | İşyerinde sizinle iletişim kurmak için zorluklarla karşılaştıklarında, çalabildikleri güvenilir bir komşunuz var mı? |
The Siberian Husky loves children and its reliable temperament makes it trustworthy . | Sibirya Hüseyni çocukları sever ve güvenilir mizaç onu güvenilir yapar. |
He is completely honest and trustworthy , and his record of service to his patients is second to none. | Tamamen dürüst ve güvenilir, hastalarına yaptığı hizmet kaydı da hiçbir şeyden önce yok. |
He was honest and trustworthy and drove for a fixed fare set by the hotel. | O dürüst ve güvenilir ve otel tarafından belirlenmiş sabit bir ücret için verdim. |
Both of them have shown a tendency to distort the truth, and so neither is trustworthy . | Her ikisi de gerçeği çarpıtma eğilimi gösterdiler ve bu yüzden de güvenilir değiller. |
The groups change every few sessions and they're very open and trustworthy . | Gruplar birkaç seansta değişiyor ve çok açık ve güvenilir. |
He looks very professional and trustworthy , and I hope things work out for him. | Çok profesyonelce ve güvenilir görünüyor ve umarım her şey onun için iş görür. |
specs | short form of spectacles,plural form of specifications |
spectale | manzara |
specs | manzara, oyun, görünüş, piyes, garip davranış, görüntü |
the acrobatic feats make a good spectacle | akrobatik yetenekler iyi bir göz kamaştırıyor |
the show is pure spectacle | gösteri saf gözlük |
It would be an odd spectacle , for two friends of opposite sex parading through the town on horses with no saddle. | Kasaba boyunca eyler üzerinde eyeri olmayan atlet sadecesinden iki arkadaşı için tek bir gösteri olurdu. |
But the unseemly scenes provided an entertaining spectacle for those drinking in the evening sun outside the pub. | Ancak, göze hoş görünmeyen sahneler, akşam güneşinin pub dışında içenlere eğlenceli bir gösteri sundu. |
the spectacle of a city's mass grief | bir kentin kitle kederinin gösterisi |
But don't expect gimmicky spectacle from their performance. | Fakat performanslarından alay verici bir gösteri beklemeyin. |
Moreover, each spectacle can be enjoyed by local residents as much as by tourists. | Dahası, her gösteri, turistlerin olduğu kadar yöre sakinleri tarafından da eğlenebilir. |
he built the factory on spec and hoped someone would buy it | in the hope of success but without any specific commission or instructions. |
She seemed to be wallowing in her grief instead of trying to recover from the disaster. | keder O felaketten kurtulmaya çalışmak yerine kederi içinde debeleniyor gibi görünüyordu. |
The girl was overcome with grief. | üzüntü Kız üzüntüye yenik düştü. |
She seemed to be wallowing in her grief instead of trying to recover from the disaster. | felâket O felaketten kurtulmaya çalışmak yerine kederi içinde debeleniyor gibi görünüyordu. |
It is easier to sympathize with sorrow than to sympathize with joy. | {i} üzüntü Üzüntüyü paylaşmak neşeyi paylaşmaktan daha kolaydır. |
Delight is the opposite of sorrow. | {f} üzülmek Sevinmek, üzülmenin karşıtıdır. |
tedious | sıkıcı, can sıkıcı, bıktırıcı |
boring, windy | tedious |
The work was slow and tedious because it yielded such a huge amount of information. | İş çok yavaş ve sıkıcıydı, çünkü o kadar çok bilgi veriyordu. |
So it may be only a hundred miles or so each way but they are tough miles, hard on the driver and tedious for the passenger. | Her yöne göre sadece yüz mil uzakta olabilir, ancak zorlu, sürücüde sert ve yolcu için sıkıcıdır. |
Lack of a break after a long year's tedious work will reduce the efficiency of teachers. | Uzun yılların sıkıcı çalışmasının ardından bir ara verilmemesi öğretmenlerin verimliliğini düşürecektir. |
It's a long, tedious interview, and I'm not going to go through it point by point. | Bu uzun, sıkıcı bir röportaj ve ben noktaya kadar gitmeyeceğim. |
It was laborious and tedious and horrible, but it got me interested in math. | Zahmetli, sıkıcı ve korkunçtu, ancak matematik ile ilgileniyorlardı. |
Later today I head off to the airport for the tedious flight back to Europe. | Daha sonra bugün Avrupa'ya sıkıcı uçuş yapmak için havaalanına gidiyorum. |
There are few things more tedious than the preoccupations of people for whom the drug scene has become a way of life. | İlaç sahnesinin bir yaşam biçimi haline geldiği insanlardan kaygılı olanlardan daha sıkıcı olan birkaç şey var. |
Wages are low, hours are long and tedious , and management are often brittle and abrasive. | Ücretler düşüktür, saatler uzun ve sıkıcıdır ve yönetim genellikle kırılgan ve aşındırıcıdır. |
consume | tüketmek, harcamak, bitirmek, sarfetmek, yakıp kül etmek, ziyan etmek |
people consume a good deal of sugar in drinks | İnsanlar içeceklerde çok miktarda şeker tüketiyor |
people consume a good deal of sugar in drinks | İnsanlar içeceklerde çok miktarda şeker tüketiyor |
Diabetics can take heart that they can consume the fruit or drink its juice without increasing the sugar level. | Şeker hastaları şekeri seviyesini yükseltmeden meyve tüketmek ya da meyve suyu içmek kalp alabilir. |
I'd arrive at my teacher's house and fear would instantly consume me. | Öğretmenimin evine gelirdim ve korku anında beni tüketirdi. |
these machines consume 5 percent of the natural gas in the U.S | bu makineler ABD'deki doğal gazın yüzde 5'ini tüketmektedir. |
For one month he would only consume food and drink available from McDonald's and he had to finish every meal. | Bir ay boyunca sadece McDonald's'ın yiyecek ve içeceklerini tüketirdi ve her yemeği bitirmesi gerekiyordu. |
Stop letting your hate consume you and go do something with your lives. | Nefretinizin sizi tüketmesine izin vermeyi bırakın ve hayatlarınızla bir şeyler yapın. |
people consume a good deal of sugar in drinks | İnsanlar içeceklerde çok miktarda şeker tüketiyor |
Designate a day to drink only water and consume no food. | Sadece su içmek ve yiyecek tüketmek için bir gün belirleyin. |
Sometimes, however, overwhelming feelings of anger can consume us. | Bazen, ancak, öfke duygularını ezici hissetmek bizi tüketebilir. |
Put another way, we work so that we may consume goods or services that help us survive or give us pleasure, not simply for the sake of working. | Başka bir deyişle, yalnızca çalışmak uğruna değil, hayatta kalmamıza veya zevk vermemizde bize yardımcı olacak mal veya hizmetleri tüketebilmemiz için çalışıyoruz. |
Even in a global era, we live locally and consume goods and services at a local level. | Küresel bir devrede dahi, yerel olarak yaşıyor ve yerel düzeyde ürün ve hizmetleri tüketiyoruz. |
The teeth of children who consume acidic foods or drinks, become sensitive to hot and cold food and drink. | Asitli yiyecekleri veya içecekleri tüketen çocukların dişleri sıcak ve soğuk yiyeceklere ve içeceklere duyarlı hale gelir. |
The more alcohol he consumed, the more anger and jealousy consumed him. | Ne kadar alkol tüketirse o kadar öfke ve kıskançlık onu tüketir. |
Anyway, the initial set back apart, the evening was most convivial, beers were consumed , food was ingested and chit was chatted. | Her neyse, ilk ayrıldı, akşam en keyif vericiydi, biralar tüketildi, yiyecek yutuldu ve çatlak sohbet edildi. |
anticipate | beklemek, önceden görmek, tahmin etmek, ummak, sezmek, önce davranmak, geleceği görmek, söylenmeden yapmak, önceden yapmak |
His hesitation made me doubt. | tereddüt Tereddütü beni şüpheye düşürdü. |
In real combat, you must not forget that hesitation is a very dangerous thing. | duraksama Gerçek dövüşte, duraksamanın çok tehlikeli bir şey olduğunu unutmamalısın. |
Altemur sold his car without hesitation. | {i} çekinme Faruk çekinmeden arabasını sattı. |
The bold knight didn't hesitate at the time to go onto the offensive. | tereddüt etmek Cesur şövalye saldırganın üzerine gitmek için o anda tereddüt etmedi. |
By and large, reporters don't hesitate to intrude on one's privacy. | çekinmek Genel olarak muhabirler birinin mahremiyetine izinsiz girmeye çekinmezler. |
hesitate | duraksamak, tereddüd etmek, çekinmek, teklemek |
she hesitated, unsure of what to say | o tereddüt etti, ne diyeceğinden emin değil |
Should any further questions in this regard arise, please do not hesitate to contact the writer. | Bu konuda başka sorularınız olursa, lütfen yazarla iletişime geçmekten çekinmeyin. |
We hesitate to act because we're frightened by his threats. | Bizi tehdit ettiğimiz için korkuyoruz, çünkü korkuyoruz. |
There was no reason to hesitate or delay the implementation of the election pledges. | Seçim taahhütlerini tereddüt etmenin veya geciktirmenin hiçbir sebebi yoktu. |
If you would like to donate money or material please do not hesitate to contact Tommy at his home address. | Para veya malzeme bağışlamak isterseniz, ev adresinde Tommy ile iletişime geçmekten çekinmeyin. |
I hesitate even to call it a review - hatchet job is more like it. | Hatta bir daha gözden geçirme - şapka işi gibi çağırmak tereddüt. |
Please do not hesitate to let me know if any of my content or behavior makes you think I do not respect other people on the net. | İçeriklerimden veya davranışlarımdan herhangi birinde, diğer insanlara saygı duymadığımı düşündüğünüzü bildirmekten çekinmeyin. |
Because some childhood seizures stop at puberty, doctors often hesitate to recommend surgery for children. | Bazı çocuklukta nöbetler ergenlikte durduğundan, doktorlar genellikle çocuklar için ameliyat önermekten çekinirler. |
I realize it may be a delicate subject but I hesitate to ask. | Bunun narin bir konu olabileceğini biliyorum, ancak sormakta tereddüt ederim. |
Why then do I hesitate to recommend it? | Neden bunu tavsiye etmeyi tereddüt ederim? |
The rest of them, the doubters and hesitaters , don't matter: they're blind idiots, deaf fools. | Geri kalanı, şüpheliler ve tereddütler önemsiz: onlar kör aptallar, sağır aptallar. |
Peter never hesitated to provide a phone number or contact to assist faculty. | Peter, bir telefon numarası sağlamayı veya fakülte yardımcı olmaktan çekinmeden durdu. |
fullfillment | yerine getirme, tamamlama, yapma |
fullfillment | satisfaction or happiness as a result of fully developing one's abilities or character. |
she did not believe that marriage was the key to happiness and fulfillment | o evliliğin mutluluk ve tatmin anahtarı olduğuna inanmadı. |
winning the championship was the fulfillment of a childhood dream | şampiyonayı kazanmak bir çocukluk hayalini gerçekleştirmekti |
Quirk | espri, orijinallik, hazırcevap, kaçamak cevap, iğneleyici söz, acayip hareket, acayiplik, beklenmedik olay, yazı süsü |
defacto | fiili, gerçekten yapılan, fiilen yapılan, fiilen, bilfiil |
the island has been de facto divided into two countries | ada fiilen iki ülkeye ayrılmıştır. |
conscious | bilinçli, bilinciyle, farkında, kasti, uyanık, inançlı, kastiyle |
Cricket is a game that I have a lot of time for, ever since I made the conscious effort a few years ago to sit down and make myself familiar with the rules. | Kriket, birkaç yıl önce oturup kendimi kurallara aşina hale getirmek için bilinçli bir çaba harcadığımdan beri, çok zaman geçirdiğim bir oyundur. |
People are very conscious of the need to make roads as safe as possible. | İnsanlar, yolları olabildiğince güvenli hale getirme ihtiyacı konusunda çok bilinçlidir. |
Patients with a normal conscious level, no signs of external injury, and a history of a trivial blow to the head can be discharged. | Normal bir bilinç seviyesine, dış yaralanma izine rastlanmayan ve kafasına önemsiz bir darbe öyküsü olan hastalar taburcu edilebilir. |
These students are now more aware of what they eat and are making conscious decisions to eat well and get active. | Bu öğrenciler artık ne yediğinin farkında ve iyi yemek ve aktif olma konusunda bilinçli kararlar alıyorlar. |
Every conscious minute of my entire life the heterosexual mantra is broadcasted. | Hayatımın her bilinçli dakikasında heteroseksüel mantra yayına girdi. |
We have never been so aware of the issue of waste, or so conscious of the need to recycle. | Atık konusunun bu kadar farkında olmadık ya da geri dönüştürülmesi gerektiğinin bilincindeyiz. |
So, I'm making a conscious effort to not feel guilty unnecessarily. | Bu yüzden, gereksiz yere suçsuz hissetmemek için bilinçli bir çaba gösteriyorum. |
The person may remain completely or partially aware, and will remain conscious . | Kişi tamamen veya kısmen haberdar kalabilir ve bilinçli kalır. |
She's barely conscious , but she does react when you talk to her. | Neredeyse bilinçli ama onunla konuşurken tepki verir. |
retain | tutmak, kaybetmemek, alıkoymak, elinden kaçırmamak, unutmamak, parayla tutmak |
built in 1830, the house retains many of its original features | 1830 yılında inşa edilen ev, orijinal özelliklerinin çoğunu elinde tutuyor |
New owners will have to consider whether to retain him. | Yeni sahiplerin onu tutup tutmayacaklarını düşünmeleri gerekecek. |
Wage and price controls in effect during World War II meant employers had to turn to forms of non-cash compensation to recruit or retain workers. | II. Dünya Savaşı sırasında geçerli olan ücret ve fiyat kontrolleri, işverenlerin işçileri işe almaya veya işe alabilmek için gayri nakdi tazminat biçimlerine gitmesi gerektiği anlamına gelir. |
During busy season, overtime is a given and layoffs during slow times may frustrate the ability to recruit and retain skilled employees. | Meşgul mevsimlerde, fazla mesai söz konusudur ve yavaş zamanlardaki işten çıkarmalar, yetenekli çalışanları işe alma ve koruma yeteneklerini bozar olabilir. |
limestone is known to retain water | kireç taşının su tuttuğu bilinmektedir |
Conductors, too, can retain their musical powers long after physical vigour has departed. | İletkenler de, fiziksel güçleri ayrıldıktan sonra müzikal güçlerini çok uzun süre koruyabilirler. |
limestone is known to retain water | kireç taşının su tuttuğu bilinmektedir |
What is the subject matter and how can it be presented in a way that students understand and retain . | Konu nedir ve öğrencilerin anladığı ve koruduğu şekilde nasıl sunulabilir. |
retain an attorney to handle the client's business | müşterinin işini halletmek için bir avukat tutmak |
to retain the best people | en iyi insanları korumak |
odd | garip, tek, tuhaf, küsur, acayip, sıradışı, tek tük, artan, teki olmayan, ara sıra olabilen |
the neighbors thought him very odd | komşular onu çok garip düşündü |
If the number in the second column is odd , divide it by two and drop the remainder. | İkinci sütundaki sayı tuhafsa, ikiye bölün ve kalanını bırakın. |
neither did she want a secret affair, snatching odd moments together | o da, tek anları yakalamak için gizli bir ilişki istemedi |
he's wearing odd socks | o tek çorap giyiyor |
strange, occasional, mismatched, spare, remaining, unpaired, singular, uneven | odd |
But on the odd occasion they venture outside these extremes, the country descends into chaos. | Ancak, bu aşırılıkların dışına çıktıkları garip olayda, ülke kaosa iner. |
She thought it odd that Jake would do so many nice things for him. | Jake'in onun için çok güzel şeyler yapması garip geldi. |
If you are taking half an odd number, use the integer quotient and ignore the remainder of 1. | Yarım tek bir sayı kullanıyorsanız, integer quotient değerini kullanın ve 1'in kalanını yok sayın. |
I haven't been keeping up with his last few releases, although the odd track has occasionally grabbed my attention. | Garip parça bazen dikkatimi çekti ancak son birkaç bültenini takip etmedim. |
Truth be told, there are crowds of people who never drink, or who drink only on the odd occasion. | Gerçekten söylenir ki, içki içmeyen kalabalıklar var ya da tek vesileyle içki içiyorlar. |
In the meantime I am eating toast with marmalade every few minutes and the odd meal whenever I can face it. | Bu arada her birkaç dakikada bir marmelatla tost yemekteyim ve ne zaman yüzleşebilirim garip bir yemek yiyorum. |
possession | mülk, sahiplik, iyelik, sahibi olma, tasarruf, varlık, mülk edinme, hakim olma, sahip olunan şey, cinnet, cin çarpması, kafayı takma, saplantı |
are you in possession of any items over $500 in value? | 500 doları aşan herhangi bir öğeye sahip misiniz? |
I was alone with no money or possessions | parasız pulsuz bir başıma yalnız kaldım |
they prayed for protection against demonic possession | şeytani mülke karşı korunmak için dua ediyorlardı |
The set of prime numbers is countable. | asal sayılar Asal sayılar kümesi sayılabilir. |
The coral reef is the region's prime attraction. | en önemli Mercan kayalığı, bölgenin en önemli cazibesidir. |
Winston Churchil was the Prime Minister of Britain during the Second World War. | başbakan Winston Churchill İkinci Dünya Savaşı sırasında İngiltere'nin başbakanıydı. |
He was cut down in his prime. | {i} en güzel zaman O, en güzel zamanında öldürüldü. |
predicate | yüklem, doğrulamak, belirtmek, beyan etmek, dayandırmak |
a word that predicates something about its subject | Konusu ile ilgili bir şey öne süren bir kelime |
the theory of structure on which later chemistry was predicated | daha sonra kimyanın dayandığı yapı teorisi |
Contribute | katkıda bulunmak, katılmak, bağışta bulunmak, payı olmak, yazı vermek, vermek |
he contributed more than $500,000 to the center | Merkeze 500.000 dolardan fazla katkıda bulundu. |
We have freedom to insert Bible messages in and contribute religious articles to the valley's weekly paper. | Dini makaleleri İncil mesajları ekleme özgürlüğümüz var ve vadinin haftalık gazetesine katkıda bulunuyoruz. |
he did not contribute to the meetings | toplantılara katkıda bulunmadı |
Hopefully, this article will contribute towards such a discussion. | Umarım, bu yazı böyle bir tartışmaya katkıda bulunacaktır. |
beacon | fener, radyofar, işaret ateşi, uyarı ışığı, işaret kulesi, yol gösteren sinyal, trafik lâmbası, işaret koymak, yol göstermek |
preceding | önceki, önce gelen |
proprietary | özel, müseccel, tescilli, kişiye özel, şahsi, mal sahipliğine ait, mülkiyet ile ilgili, mal sahibi, mal sahipleri, tescilli ilaç, hissedarlar, tescilli mümessil |
the company has a proprietary right to the property | şirketin mülkiyete müseccel bir hakkı var |
The stain itself is a proprietary product made specifically for brick. | Lekenin kendisi, tuğla için özel olarak üretilmiş bir üründür. |
Listen, kids get very proprietary about ‘their’ bands. | Dinle, çocuklar 'kendi' bantları konusunda çok mülk sahibi olurlar. |
It is a proprietary product, priced competitively. | Bu, rekabetçi fiyatlı, tescilli bir üründür. |
You can build a proprietary product, and don't have to pass along your additions or improvements. | Tescilli bir ürün oluşturabilir ve eklemelerinizi veya geliştirmelerinizi iletmek zorunda kalmazsınız. |
In your checklist, the other market-related element is the proprietary product. | Kontrol listenizdeki diğer piyasa ile ilgili unsur, tescilli bir üründür. |
I thus would personally avoid defining any of these proprietary products, in order to remain consistent. | Dolayısıyla, tutarlı kalabilmek için şahsen bu tescilli ürünlerin herhangi birini tanımlamaktan kaçındım. |
So far as one knows, there is no ownership or proprietary rights over flowing waters. | Bildiği gibi, akan suların üzerinde mülkiyet veya mülkiyet hakkı yoktur. |
voluntary | gönüllü, istemli, fahri, kasıtlı, isteyerek yapılan, özgür iradeli, istemli hareket, isteyerek yapılan şey |
we are funded by voluntary contributions | gönüllü katkılarla finanse ediliyoruz |
The company ceased trading in March 1991 and went into voluntary liquidation three years later. | Şirket Mart 1991'de ticareti durdurdu ve üç yıl sonra gönüllü tasfiye gördü. |
It is controlled by the autonomic nervous system, but is also under voluntary control. | Otonomik sinir sistemi tarafından kontrol edilir, ancak gönüllü olarak kontrol altındadır. |
Participation is totally voluntary but has been continual and according to the students quite rewarding. | Katılım tamamen gönüllü olmakla birlikte sürekli ve öğrencilere göre oldukça ödüllendirici olmuştur. |
Of course posting such information would be completely voluntary , a gift to the community. | Elbette bu gibi bilgileri gönderirken tamamen gönüllü olur, topluma bir armağan olur. |
Of course posting such information would be completely voluntary , a gift to the community. | Elbette bu gibi bilgileri gönderirken tamamen gönüllü olur, topluma bir armağan olur. |
The risk is that what starts as voluntary euthanasia becomes extended to involuntary euthanasia. | Risk, gönüllü ötenazinin istem dışı ötanaziye uzanmasıyla başlayan şeylerin olmasıdır. |
arbitrary | keyfi, isteğe bağlı, gaddar, zalim, hakem kararı ile belirlenen |
his mealtimes were entirely arbitrary | onun yemek zamanı tamamen keyfi |
The use of the severity and rarity criteria has meant that arbitrary and unjust decisions have been applied to many claims. | Ciddiyet ve nadirlik kriterlerinin kullanılması, keyfi ve haksız kararların birçok iddia için uygulanmış olduğu anlamına gelmektedir. |
The historical reason for this time limit was based on arbitrary precedent. | Bu zaman sınırının tarihsel nedeni keyfi bir emsal üzerine kurulmuştur. |
A right of access to a court is one of the checks on the danger of arbitrary power.… | Bir mahkemeye erişim hakkı keyfi güç tehlikesindeki kontrollerden biridir. ... |
By the time of the Revolution, the standing army had become a symbol of repressive authority and arbitrary rule. | Devrim zamanı geldiğinde, ayakta kalan ordu baskıcı bir otoritenin ve keyfi kuralın sembolü olmuştu. |
I prefer to have my laws built on reason rather than arbitrary morality. | Kanunlarımı keyfi ahlak yerine akıl üzerine inşa etmeyi tercih ediyorum. |
sacrifice | kurban, fedakârlık, özveri, feda etme, kayıp, zarar, tanrıya sunma, kurban etmek, feda etmek, kıymak, fedakârlıkta bulunmak, zararına satmak |
Sweeping | geniş kapsamlı, nefes kesici, köklü, ezici, genel, süpüren, şiddetli, coşkulu, geniş bir alanı kapsayan, sert esen, radikal |
we cannot recommend any sweeping alterations | herhangi bir kamsamlı değişikliği önermeyiz |
the sweepings from the house | evdeki süpürgeler |
I've swept the floor | Yeri süpürdüm |
a large black car swept past the open windows | açık pencereleriyle geçip giden büyük bir siyah araba |
swiftly | hızla, süratle, çabucak, çabuk |
periphery | çevre |
new buildings on the periphery of the hospital site | hastane alanının çevresindeki yeni binalar |
If she sees me in the periphery of her vision, I'm screwed. | Eğer görüşünün çevresinde beni görürse, berbat duruma düşerim. |
depict | göstermek, resmetmek, betimlemek, çizmek, tasvir etmek |
Words fail to depict the pain and suffering of that memory. | Kelimeler bu belleğin acısını ve ıstırabını tasvir edemez. |
Her paintings depict the rugged beauty of Inishmurray and the medium she uses is watercolour. | Resim Sergisi, Inishmurray'ın engebeli güzelliğini tasvir ediyor ve kullandığı malzeme su renkleri. |
The paintings depict scenes from Hindu mythology and the colours would never fade. | Resimler Hindu mitolojisindeki sahneleri tasvir ediyor ve renkler hiç solmayacaktı. |
She was in and out of hospital for the rest of her life and her paintings often depict her suffering. | Fabrika işçileri, işten utanmış ve sapkın, şirket yöneticileri vicdansız olarak tasvir edilir. |
Factory workers are depicted as work-shy and devious, company directors as unscrupulous. | Fabrika işçileri, işten utanmış ve sapkın, şirket yöneticileri vicdansız olarak tasvir edilir. |
dissertation | tez, bilimsel inceleme, söylev, deneme |
a long essay on a particular subject, especially one written as a requirement for the Doctor of Philosophy degree. | belirli bir konuda uzun bir deneme, özellikle de Doktora derecesi için şart olan bir yazı. |
Joe wrote his doctoral dissertation on Thucydides | Joe, doktora tezi Thucydides'e yazdı. |
I did most of my dissertation away from the university, for which I am grateful. | Tezimin çoğunu üniversiteden uzak tuttum, minnettar olduğum için. |
I don't have all the answers, but these are questions I ask every day as I write my dissertation . | Tüm cevaplarım yok, fakat bunlar tezimi yazarken her gün sormak istediğim sorular. |
His university dissertation was on the role of Jews in the black civil rights movements in the US. | Üniversite tezi, ABD'deki siyah sivil haklar hareketlerinde Yahudilerin rolündeydi. |
proficient | yeterli, uzman, usta, ehliyetli |
I was proficient at my job | Işimde yeterliydim |
he became a proficient in Latin and Greek | o Latince ve Yunanca konusunda ustaca oldu |
I'm not nearly that proficient , but a bit of ambidexterity can benefit any golfer. | Ben neredeyse bu kadar yetenekli değilim, ancak biraz eşzamanlılık herhangi bir golfçüye fayda sağlayabilir. |
Although he was very proficient at these jobs, he soon decided to pursue higher education. | Bu işlerde çok yetkin olmasına rağmen yakında yüksek öğrenim görmeye karar verdi. |
Dr. Jackson has a good bedside manner. | tutum Dr Jackson'ın hastalara karşı iyi bir tutumu var. |
Their manner of bringing up their children is extremely unusual. | tarz Çocuklarını yetiştirme tarzları oldukça farklı. |
Kim is dressed in a very attractive manner. | biçim Kim çok çekici bir biçimde giyinmiş. |
I don't like her manner. | {i} hareket tarzı Onun hareket tarzını sevmiyorum. |
manner | tarz, tavır, tutum, davranış, hareket tarzı, ton, eda |
his arrogance and pompous manner | onun küstahlığı ve gösterişli tavrı |
taking notes in an unobtrusive manner | göze batmayan bir şekilde not alma |
revenue | gelir, maliye, devlet geliri, hazine |
But this suggests that revenue per subscriber will be down again on the first quarter. | Fakat bu, abone başına gelirin ilk çeyrekte tekrar düşeceğini gösteriyor. |
If tax revenue goes down then public services have to have less money. | Eğer vergi geliri düşerse, kamu hizmetleri daha az para kazanmalıdır. |
This would provide greater freedom to states to collect their own revenue . | Bu, devletlerin kendi gelirlerini tahsil etmelerine daha fazla özgürlük sağlayacaktır. |
tax revenue | vergi geliri |
She believes there is no point in unwittingly making a present to the revenue of more than you need to. | Elinde, farkında olmadan gelir ihtiyacını karşılamak için bir hediye vermenin bir anlamı olmadığını düşünüyor. |
New revenue sources will include sponsorship, competitions, selling expertise and online offerings. | Yeni gelir kaynakları arasında sponsorluk, yarışmalar, satış uzmanlığı ve çevrimiçi teklifler sayılabilir. |
The fund has a dedicated revenue stream from security fees that airline passengers pay. | Fon havayolu yolcularının ödediği güvenlik ücretlerinden tahsis edilmiş bir gelir akışına sahiptir. |
traders have lost £10,000 in revenue since the traffic scheme was implemented | trafik planı uygulandıktan sonra tüccarlar gelirde £ 10,000 kaybettiler |
The guys from the revenue via Harrogate paid me a call, not on a professional basis I hope. | Harrogate aracılığıyla gelir elde edenlerin bana profesyonel bir şekilde değil de arama yaptıklarını söyledi. |
Under the Roman empire the system of collecting, the revenue put extreme pressure on the poor. | Roma İmparatorluğu döneminde toplama sistemi gelir fakirlere aşırı baskı yarattı. |
his priority was to raise government revenue and to lower expenditure | onun önceliği hükümetin gelirini artırmak ve harcamaları düşürmekti |
The commodity is water and the idea has become a big revenue generator. | Emtia sudur ve fikir büyük bir gelir üreteci haline gelmiştir. |
basis | temel, esas, kaide, ilke, üs, kaynak, prensip, köken, belkemiği |
trust is the only basis for a good working relationship | güven iyi bir çalışma ilişkisi için tek temeldir |
We try to figure out what is so, reasoning on the basis of what we already know. | Bunun ne olduğunu anlamaya çalışıyoruz, zaten bildiklerimiz temelinde mantık yürütüyoruz. |
Although my husband is a lieutenant in a support unit I fear for his life on a daily basis . | Kocam bir destek biriminde bir teğmen olmasına rağmen, günlük yaşamı boyunca korktum. |
It is time for Labour in Scotland to remake the argument for the Union on a modern basis . | İskoçya'daki İşgale Birliğin argümanını modern bir temelde tekrar uygulamaya başlamanın zamanı geldi. |
They both took issue with the logical basis of the Design argument. | Her ikisi de Tasarım argümanının mantıksal temeli ile meseleyi ele aldılar. |
The process is widely used throughout Europe, and its basis is set out in many manuals. | Süreç, Avrupa çapında yaygın olarak kullanılmaktadır ve esasları birçok el kitabında verilmektedir. |
There is really, so far as I can see, no good basis for supporting a change in their position. | Gerçekten, görebildiğim kadarıyla, pozisyonlarında bir değişikliği desteklemek için iyi bir temel bulunmamaktadır. |
Visit your dentist or hygienist to have your teeth scaled and polished on a regular basis . | Diş hekimlerinizi veya hijyenistlerinizi ziyaret ederek dişlerinizin düzenli ve parlak olmasını sağlayın. |
Sensations cause some beliefs and in this sense are the basis or ground of those beliefs. | Duyular bazı inançlara neden olur ve bu anlamda bu inançların temelini veya temelini oluşturur. |
trust is the only basis for a good working relationship | güven iyi bir çalışma ilişkisi için tek temeldir |
This second possibility was the basis on which the judge awarded her damages. | Bu ikinci olasılık, hakimin zararlarını verdiği temeldir. |
Batu was the victim of a homicide. | cinayet Haluk bir cinayetin kurbanıydı. |
the deliberate and unlawful killing of one person by another; murder. (homicide) | Bir kişiyi başkasıyla kasıtlı ve yasadışı öldürme; cinayet. (cinayet) |
The distinction between justifiable and unjustifiable homicide was not identical to our own. | Haklı ve haksız cinayet arasındaki ayrım kendi aramızda değil. |
The availability of guns has played a critical role in the increase in juvenile suicide and homicide . | Haklı ve haksız cinayet arasındaki ayrım kendi aramızda değil.... |
Is this death a natural death, or an accidental death, or a death due to homicide or suicide? | Bu ölüm doğal ölüm, kazara ölüm veya cinayet veya intihardan ölüme ait mi? |
The pathological findings were equally consistent with homicide and suicide. | Patolojik bulgular eşit derecede cinayet ve intihar ile tutarlıydı. |
It didn't take long for the police to arrest her on the charges of double homicide . | Polise iki kez cinayet suçlamasıyla onu tutuklamak uzun sürmedi. |
He has only been charged with one homicide because that is all that North Carolina will allow. | O sadece bir cinayetle suçlanıyor, çünkü Kuzey Carolina bu kadar izin verecek. |
He was charged with criminal homicide and is lodged in the county prison. | O cinayetle suçlandı ve ilçe cezaevinde teslim edildi. |
The police still do not have any leads on the motive or the perpetrators of that homicide . | O cinayetle suçlandı ve ilçe cezaevinde teslim edildi.... |
he was charged with homicide | cinayetle suçlandı. |
The offence of manslaughter generally covers all unlawful homicides which are not murder. | Cinayet suçu genellikle cinayet olmayan tüm yasadışı cinayetleri kapsar. |
An extraordinary 40 per cent of homicides cannot remember the moment of murder. | Cinayet masasının olağanüstü bir yüzdesi cinayet anını hatırlayamıyor. |
casting | döküm, dökme, kalıba dökme, rol dağıtımı, astar sıva, olta atma, ağ atma, dökmecilik |
lemmings cast themselves off the cliff,(throw (something) forcefully in a specified direction.) | lemmings uçurumdan attı |
For thousands of years, in fact, foundry workers have made bronze castings of clay models made by sculptors. | For thousands of years, in fact, foundry workers have made bronze castings of clay models made by sculptors. |
the moon cast a pale light over the cottages | ay evler üzerinde soluk bir ışık yaktı |
My products are items like metal casting , ball valve and other plumb fitting accessories widely used by all residential properties. | Ürünlerim metal döküm, küresel vana ve yaygın olarak tüm yerleşim yerleri tarafından kullanılan diğer su tesisat bağlantı parçaları gibi ürünlerdir. |
The fuel contents are mixed in 600 gallon bowls, then poured into castings to form a solid. | Yakıt içeriği 600 galonluk kaselerde karıştırılır, daha sonra bir katı oluşturmak üzere dökümlere döküldü. |
He plans to make nine bronze castings up to 8 feet tall, which will be installed singly or in groups among the buildings. | Tekli veya binalar arasında gruplar halinde kurulacak olan 8 fit uzunluğa kadar dokuz bronz döküm yapmayı planlıyor. |
Some of these steels, as well as other, similar steels, are produced as forgings or castings . | Bu çeliklerin bazıları ve diğer benzer çelikler dövülerek veya döküm olarak üretilir. |
All the works were unique iron castings ; he handled the metal as if it were water. | Bütün eserler benzersiz demir dökümhanelerdi; Metali su gibi işledi. |
The Krishna theme is conveyed through the medium of woodcarvings, metal castings and ivory carvings. | Krishna teması ahşap oymalar, metal dökümler ve fildişi oymalarıyla aktarılır. |
His work ranges from busts to monumental castings commissioned by civic, church, or corporate clients. | Çalışmaları, büstlerden sivil, kilise veya kurumsal müşterilerin görevlendirdiği anıtsal dökümlere kadar uzanıyor. |
dispatch | sevk, idam, mesaj, yollama, acele, hız, telgraf çekme, öldürme, harekât raporu, göndermek, sevketmek, yollamak, halletmek, yalayıp yutmak, silip süpürmek, öldürmek, idam etmek, telgraf çekmek |
a resolution authorizing the dispatch of a peacekeeping force | barış gücünün gönderilmesine izin veren bir karar |
in his battle dispatch he described the gunner's bravery | savaştaki görevinde, topçunun cesaretini anlattı. |
he dispatched messages back to base | O mesajları baz istasyonuna geri gönderdi |
sentinel | nöbetçi, koruyucu, başlangıç simgesi, bitiş simgesi |
Immediately, a sentinel standing guard near the jail confronted him. | Hemen, hapishanenin yakınında bekçi bekçi ona karşı koydu. |
a wide course had been roped off and sentineled with police | geniş bir rota koparılmıştı ve polisle birlikte gözaltına alındı |
Surveillance for West Nile is also conducted by testing pools of mosquitoes and flocks of sentinel chickens. | Batı Nil için gözlem, aynı zamanda sivrisinek havuzları ve nöbetçi tavuk sürülerinin test edilmesiyle yapılır. |
the first national HIV sentinel surveillance program in the developing world | Gelişmekte olan ülkelerdeki ilk ulusal HIV nöbetçi gözetim programı |
A lone sentinel stood in the middle of the roadway to the castle standing on the hill. | Tepedeki kaleye giden yolun ortasında yalnız bir nöbetçi duruyordu. |
A sentinel stood on top of the wall, an easy target. | Bir nöbetçinin kolay hedef olduğu duvarın üstünde duruyordu. |
soldiers stood sentinel with their muskets | Askerler tüfekleri ile nöbetçi durdular |
After walking down a short hall another door came into view; this one had only one sentinel . | Kısa bir salonda yürüdükten sonra başka bir kapı göründü; bunun sadece bir nöbetçisi vardı. |
the first national HIV sentinel surveillance programme in the developing world | Gelişmekte olan ülkelerdeki ilk ulusal HIV nöbetçi gözetim programı |
Immediately, a sentinel standing guard near the jail confronted him. | Hemen, hapishanenin yakınında bekçi bekçi ona karşı koydu. |
Four silent sentinels still mounted guard at each point of the coffin but the long queues of visitors had gone. | Dört sessiz nöbetçi tabutun her noktasına nöbet tutuyordu, ancak ziyaretçilerin uzun kuyrukları gitmişti. |
determination | belirleme, tespit, kararlılık, saptama, karar, azim, belirtme, niyet, saplantı |
he advanced with an unflinching determination | o ürkütücü bir kararlılıkla ilerledi |
the troops advanced on the capital | birlikler başkentte ilerledi |
women accused him of making improper advances | kadınlar onu uygunsuz avanslar yapmakla suçladı |
the author was paid a $250,000 advance | yazarın 250.000 avro ödenmesi gerekiyordu |
advance notice | önceden haber |
merely | sadece, ancak, yalnız, sırf, sade |
she seemed to him not merely an intelligent woman, but a kind of soul mate | ona sadece akıllı bir kadın değil, bir çeşit ruh eşi gibi geldi |
They are now no longer pretty and sweet enough to carry it off and begin to look merely desperate. | Artık artık hoşnutsuz ve tatlı olacak kadar tatlılar ve sadece umutsuz görünmeye başlıyorlar. |
I would say to your readers that I am a fond cat lover and I am merely making a valid point. | Okuyucularınıza, düşkün bir kedi sevgilisi olduğumu ve sadece geçerli bir nokta oluşturduğumu söyleyeceğim. |
it was merely a joke | Bu sadece bir şakaydı |
he merely laughed | o sadece güldü |
computers aren't merely big calculators | bilgisayarlar sadece büyük hesap makinaları değil |
Gary, a silent boy, merely nodded | Gary sessiz bir oğlan sadece başını salladı |
it merely angered him | sadece onu kızdırdı |
Unfortunately, without wishing to speak ill of him, let me merely say he is a lawyer. | Maalesef, onunla konuşmak istememekle birlikte, sadece avukat olduğunu söyleyeyim. |
On opening the bag the victim found that it merely contained two bottles of water. | Torbayı açtıklarında mağdur sadece iki şişe su içerdiğini bulmuştu. |
Are we going to see more police on the beat for example, or are we merely funding more pensions? | Örneğin dövüldüğünde daha fazla polis görecek miyiz yoksa sadece daha fazla emekli aylığı mı finanse ediyoruz? |
savour | tadını çıkarmak, zevkine varmak, tadını almak, kokusunu almak, lezzet, tat, zevk, tad |
the subtle savor of wood smoke | ormanın hoş kokusunu almak |
gourmets will want to savor our game specialties | gurmeler oyun spesiyallerimizin tadını çıkarmak isteyecek |
Make sure you savour food - cooking shouldn't be a hassle or a trial. | Yemekten zevk aldığınızdan emin olun - pişirme bir güçlük veya deneme olmamalıdır. |
I wanted to savour every moment | Her anın tadını çıkarmak istedim |
Teach children to chew food more slowly and savour the food. | Çocuklara daha yavaş yiyecek çiğneme ve yiyecek tadını öğretin. |
The octopus was tender and tangy, with a savour of the sea. | Ahtapot ihale ve keskin, denizin tadına baktı. |
The air had a metallic savour and my throat suddenly went dry. | Hava metalik bir lezzet vardı ve boğazım aniden kurudu. |
Let us enjoy her tennis, savour her exploits and respect and appreciate her talents. | Onun tenisinden keyif alalım, sömürgelerinden zevk alalım ve yeteneklerini saygı ve takdir edelim. |
Those on-board enjoyed the new, lavish dining room, savoring excellent cuisine and first-class service. | On-board, mükemmel mutfağı ve birinci sınıf hizmet tadını çıkararak, yeni, lüks yemek odası keyif aldım. |
I read your columns every week and savor every last morsel. | Sütunlarınızı her hafta okudum ve her son lokmayı tadadım. |
Immediately, we devoured our food, savoring the taste. | Hemen lezzetimizi tadarken yemek yedik. |
entry | giriş, kayıt, girdi, girme, madde, kapı, katılma, kalem, antre, sahneye çıkma |
the door was locked, but he forced an entry | kapı kilitli, ancak bir girişi zorladı |
Don't play around too much after school. | {k} (deyim) oyalanmak Okuldan sonra çok fazla oyalanmayın. |
I'm not messing around. | oyalan Oyalanmıyorum. |
I can't afford to wait around for Haluk. | beklemek Altemur'u beklemeyi göze alamam. |
hang around | aylak aylak dolaşmak, gezinmek, sallanmak, üşenmek, beklemek |
Don't get sentimental. | {s} duygusal Duygusal olma. |
sentimental | duygusal, duygulu, içli, hissi, duygulara hitap eden |
she felt a sentimental attachment to the place creep over her | onun üzerine sürünen bir yere duygusal bir bağ hissetti |
Her parents, thinking the gloves were for sentimental reasons, hadn't said a word. | Eldivenlerin duygusal nedenlerle olduğunu düşünen anne babası tek bir kelime bile etmedi. |
I still have a deep sentimental attachment to the union. | Sendikaya hâlâ derin duygusal bir bağ var. |
Guys can be caring, even sentimental at times - believe it or not. | İnsanlara inananlar olmasa da, insanlar zaman zaman sevecen, hatta duygusal olabiliyorlar. |
He likes France, but he goes too far in getting sentimental about it. | Fransa'yı seviyor, ancak bu konuda duygusallaşmaya çalışmıyor. |
It's also for sentimental people who cry when they see something lovely. | Ayrıca hoş bir şey gördükleri zaman ağlayan duygusal insanlar içindir. |
Or maybe it's just because I'm often at my most sentimental at breakfast time. | Ya da belki sadece kahvaltı saatinde en duyarlı olduğumdan. |
Tell everyone it's best not to get too sentimental about pets. | Herkese, evcil hayvan konusunda çok duygusal olmamasını söyleyin. |
Call me sentimental if you wish, but this was something I had to do. | İstersen bana duygusal diyebilirsin, ama bu yapmam gereken bir şeydi. |
Perhaps he was just being overly sentimental , but he felt at peace here. | Belki de aşırı derecede duygusal davranıyordu, ama burada huzur içinde hissetti. |
You didn't want me to starve, did you? | açlıktan ölmek Açlıktan ölmemi istemedin, değil mi? |
insist | ısrar etmek, dayatmak, diretmek, üzerinde durmak, tutturmak, ayak diremek, kararlı olmak |
she insisted on carrying her own bag | kendi çantasını taşımakta ısrar etti. |
Forced to accept, he continued to insist that the ambassadors must perform the kowtow. | Kabul etmeyi zorunlu kıldı, büyükelçilerin kowtow'u gerçekleştirmesi konusunda ısrar etmeye devam etti. |
Yet those who endorse it insist that it is of paramount theological importance. | Buna rağmen, bunu onaylayanların, bunun, en üst düzeyde teolojik önemi olduğu konusunda ısrar etmeleri. |
Labour politicians who accept hospitality and sponsorship insist they can't be bought. | Konukseverliği ve sponsorluğu kabul eden emekli politikacılar, satın alınamayacaklarını ısrarla vurguluyorlar. |
she thought he'd insist on it | ısrar edeceğini düşündü |
I'll call him and cancel it, if you insist | Israr edersen onu arayacağım ve iptal edeceğim |
Experiencing a mild hallucination of this sort is a good sign for the biographer, Geoff insists . | Geoff, bu tür hafif bir halüsinasyon yaşamak biyografi için iyi bir işaret olduğunu ısrar ediyor. |
Protesters demand power as the government insists on a second round of voting. | Protestocular hükümeti ikinci tur oylamada ısrar ederken iktidarı talep ediyorlar. |
No man should have fatherhood thrust upon him in a situation where the woman insists on going to term because she objects to abortion on moral grounds. | Ahlakî gerekçelerle kürtaja itiraz ettiği için kadının terörle uğraşmaya ısrar ettiği bir yerde babası ona saldırmamalıydı. |
John was a demanding lover who insisted that I put him before everything else. | John, onu her şeyden önce koyduğumu ısrarla vurgulayan, zorlayıcı bir sevgiliydi. |
He turned to the guard and began to list his demands, insisting on seeing his commander. | Gardiyana döndü ve komutanını görmeye ısrar ederek taleplerini listelemeye başladı. |
Hall insists that girls do best in girls' schools and are more likely to choose science subjects there. | Hall, kızların okullarında kızların en iyi yaptıklarını ve oradaki fen konularını seçme ihtimalinin daha yüksek olduğunu ısrarla vurguluyor. |
The substantial financing needed for such an operation came from abroad, Moscow insists . | Moskova, böyle bir operasyon için gerekli olan büyük finansmanın yurtdışından geldiğini söyledi. |
ridiculous | gülünç, komik, anlamsız, rezalet |
when you realize how ridiculous these scenarios are, you will have to laugh | Bu senaryoların ne kadar gülünç olduğunu fark ederseniz, gülmek zorunda kalacaksınız |
Just as he has the right to ask for a ridiculous rent increase, you have the right to fight it. | Gülünç bir kira artışı talep etme hakkı olduğu gibi, onunla savaşma hakkına sahipsiniz. |
The traffic jams are now so ridiculous I wonder why I bother trying to get to work in the first place. | Trafik sıkışıklığı artık çok gülünç durumda. Neden ilk etapta çalışmaya çalışmaktan rahatsızlık duydum merak ediyorum. |
It's ridiculous that such a beautiful landmark should be closed off for so long. | Böylesine güzel bir dönüm noktasının bu kadar uzun süre kapalı tutulması gülünç. |
I am sick of hearing the ridiculous arguments about civil liberties and tradition. | Sivil özgürlükler ve gelenek hakkındaki gülünç tartışmaları duymaktan bıktım. |
The idea that smokers take more paid breaks than non-smokers at work is ridiculous . | Sigara içenlerin işyerinde sigara içenlere göre daha fazla maaş alması fikri gülünç olur. |
I am headed for the airport., | Havaalanına gidiyorum. |
"I'm at the bottom of town now, but I am heading to the top of town." | "Şimdilik kasabanın altındayım, fakat kasabanın tepesine gidiyorum." |
Oh, no! The plane is heading for those mountains! | Oh hayır! Uçak şu dağlara doğru ilerliyor! |
Those children are heading for trouble. | Bu çocuklar belaya yönelimliler |
burglar | hırsız, soyguncu, ev hırsızı |
a person who commits burglary. | hırsızlık işleyen bir kişi. |
It is like making someone who has had their house burgled pay to keep the burglar in jail! | Bu, hırsızı hapiste tutmak için evini soyunan birine rüşvet vermek gibi bir şey! |
Two policemen, chasing a burglar on foot, left their car open and his accomplice stole it. | İki polis, bir hırsızı peşinde koşarken, arabalarını açık bıraktı ve suç ortağı çalar. |
But to the victim of burglary the motivation of the burglar may well be of secondary interest. | Ancak hırsız mağduruna hırsızın motivasyonu ikinci derecede ilginç olabilir. |
If you think you have the right to assault a burglar, the burglar himself has a right of self-defence! | Bir hırsıza saldırma hakkına sahip olduğunuzu düşünüyorsanız, hırsız kendine karşı bir savunma hakkına sahiptir! |
Please be warned that a group or groups of burglars and thieves are in the area. | Bölgede bir grup veya hırsız ve hırsız grubunun bulunduğunu lütfen unutmayın. |
Instead he neglected his duty and the burglars got away with those crimes. | Bunun yerine görevini ihmal etti ve hırsızlar bu suçlardan kurtuldu. |
Police are to target crime hotspots in the Keighley division to purge the streets of robbers and burglars . | Polis, soyguncuların ve hırsızların sokaklarını boşaltmak için Keighley bölümündeki suç noktalarını hedef alacak. |
Well, the two burglars got away with the jewels but not without a fight. | İki hırsız da mücevherlerden kurtuldu ancak kavga etmedi. |
Robbers, burglars and drugs dealers will be first to fall under the spotlight, they said. | Hırsızlar, hırsızlar ve uyuşturucu satıcıları ilk önce spot ışığın altına düşecekler dediler. |
Security footage of young burglars raiding a Cotswold church is being examined by police. | Bir Cotswold kilisesine baskın düzenleyen genç hırsızların güvenlik görüntüleri polis tarafından inceleniyor. |
Korkut asked one of his friends for a favor. | iyilik Ertuğrul arkadaşlarının birinden bir iyilik istedi. |
A referee should not favor either side. | Hakem her iki tarafı da desteklememelidir. |
favor | iyilik, iltimas, yardım, kayırma, ayrıcalık, lütuf, beğenilme, hediye, sevilme, koruma, taraftarlık, şeref nişanı, desteklemek, kayırmak, tutmak, iyilik etmek, yardımda bulunmak, kabul etmek, şereflendirmek, benzemek, dikkat göstermek |
the legislation is viewed with favor | mevzuat lehine izlenmektedir |
I've come to ask you a favor | Sana bir iyilik istemek için geldim |
slashing public spending is a policy that few politicians favor | kamu harcamalarını küçümsemek, az sayıda politikacı lehine olan bir politikadır |
please favor me with an answer | lütfen bana bir cevap verin. |
she's pretty, and she favors you | O çok tatlı ve seni destekliyor |
he favors his sore leg | bacağını destekliyor |
generous | cömert, zengin, bol, verimli, eli açık, yüce gönüllü, bereketli |
decisively | kati surette |
vault | tonoz, atlama, kubbe, kasa dairesi, mahzen, yüksek atlama, mezar, sıçrama, atlamak, sıçramak, sırıkla atlamak, engel atlamak, üzerinden atlamak |
He made a speech on behalf of our company. | in adına Şirketimizin adına bir konuşma yaptı. |
I'm calling you on behalf of Mr. Simon. | tarafından Bay Simon tarafından arıyorum sizi. |
I'd like to apologise on behalf of my son. | adına Oğlum adına özür dilemek istiyorum. |
Who will attend the meeting on her behalf? | onun adına Onun adına toplantıya kim katılacak? |
Instead of sending somebody on your behalf, you had better go and speak in person. | yerine Senin adına birini göndermek yerine, sen gitsen ve şahsen konuşsan daha iyi olur. |
My brother did that on behalf of me. | benim adıma Erkek kardeşim onu benim adıma yaptı. |
«On behalf of all those present, may I thank you for a well executed presentation.» | «Bulunan herkesi adına, iyi yürütülen bir sunum için teşekkür ederim.» |
The agency of a surrogate acting on behalf of a cognitively limited individual | Bilişsel olarak sınırlı bir birey adına hareket eden bir vekilin ajansı |
justification | gerekçe, mazeret, haklı neden, savunma, haklı çıkma, temize çıkma, sayfanın sağından taşmama |
solicit | istemek, kışkırtmak, yalvarmak, ısrarla istemek, dilemek, baştan çıkarmaya çalışmak, tahrik etmek, davetkâr konuşmak |
he called a meeting to solicit their views | Görüşlerini istemek için bir toplantı çağırdı. |
don't solicit for money | para için ısrar etme |
Do you seek out major authors and solicit manuscripts? | Büyük yazarları arıyor ve el yazmalarını istiyor musunuz? |
Despite regular crack downs on street sex work, workers continue to solicit on the streets. | Sokakta yapılan seks işlerinde düzenli olarak çatlak çıkmasına rağmen, işçiler sokaklara devam etmeye devam ediyor. |
The nervous Prince again seeks to solicit words of loyalty from his men. | Sinir Prens tekrar adamlarından sadakat sözleri aramaya çalışır. |
he called a meeting to solicit their views | Görüşlerini istemek için bir toplantı çağırdı. |
Your personal information is eventually sold to marketing companies that then solicit you by phone or mail based on your profile. | Görüşlerini istemek için bir toplantı çağırdı. |
As a candidate for the Board of Directors, I plan to continue to solicit your ideas and seek your input. | Yönetim Kuruluna aday olarak, fikirlerinizi almaya ve girişinizi araştırmaya devam etmeyi planlıyorum. |
I think prostitution itself is legal… it's not legal to solicit or run a brothel. | Bence fahişenin kendisi yasaldır ... genelev almak veya işletmek yasal değildir. |
I did not directly solicit participation at these meetings. | Bu toplantılara doğrudan katılım talep etmedim. |
appropriately | uygun olarak |
argument | tartışma, iddia, görüş, kanıt, delil, savunma, konu, münakaşa, işlenen konu |
uncertain | belirsiz, şüpheli, kesin olmayan, kararsız, değişken, güvenilmez, emin olmayan, bir öyle bir böyle olan |
Rauf is tired of dealing with Mine. | Ertuğrul Mine ile ilgilenmekten bıktı. |
We need to deal with this now. | uğraşmak Şimdi bununla uğraşmamız gerekiyor. |
Korkut tried to settle the matter with Mine. | halletmek Harun Mine ile meseleyi halletmeye çalıştı. |
Altemur hates shopping with Mine. | alışveriş yapmak Rauf Mine ile birlikte alışveriş yapmaktan nefret ediyor. |
My friends want to do business with South American firms. | iş yapmak Arkadaşlarım Güney Amerikan şirketleriyle iş yapmak istiyor. |
Altemur is the one who needs to deal with this problem. | üstesinden gelmek Aykut bu sorunun üstesinden gelmesi gereken kişidir. |
major | majör, büyük, önemli, başlıca, binbaşı, branş, yetişkin, reşit kimse, konusunda uzmanlaşmak |
irrelevant | ilgisiz, konu dışı, yersiz, alâkasız |
Motive is important in detection and in arguing a case in court, but it is irrelevant to sentencing. | Motivin tespiti ve mahkemede bir dava üzerinde tartışmada önemi vardır, ancak cezalandırma ile ilgisizdir. |
Motive is important in detection and in arguing a case in court, but it is irrelevant to sentencing. | Motivin tespiti ve mahkemede bir dava üzerinde tartışmada önemi vardır, ancak cezalandırma ile ilgisizdir. |
At first glance, a swimming pool might seem completely irrelevant to managing a fast-growing company. | İlk bakışta, bir yüzme havuzu, hızla büyüyen bir şirketi yönetmekten tamamen alakasız görünebilir. |
Motive is important in detection and in arguing a case in court, but it is irrelevant to sentencing. | Motivin tespiti ve mahkemede bir dava üzerinde tartışmada önemi vardır, ancak cezalandırma ile ilgisizdir. |
If so, should current findings be deemed irrelevant for purposes of policy and law? | Eğer öyleyse, mevcut bulguların politika ve yasanın amaçları açısından ilgisiz olarak görülmesi gerekir mi? |
Today's technology has made geography almost irrelevant . | Bugünün teknolojisi, coğrafyayı neredeyse alakasız yapıyor. |
Sorry, that was a cheap shot and entirely irrelevant to the question. | Üzgünüm, bu ucuz bir atıştı ve soruyla tamamen ilgisizdi. |
The remainder of the section is irrelevant for the purposes of the present appeal. | Bölümün geri kalan kısmı, mevcut itirazın amaçları için anlamsızdır. |
referee | hakem, bilirkişi, eksper, raportör, hakemlik etmek, bilirkişilik yapmak |
During the match assistant referee Andrew Halliday was felled by a hurled coin and bottles were thrown. | Maç sırasında yardımcı hakem Andrew Halliday fırlatılmış bir bozuk para ile yere düşürüldü ve şişeler atıldı. |
We are all familiar with how journal editors can select referees to get the reports they want. | Günlük editörlerin istedikleri raporları almak için hakemleri seçebilecekleri konusunda hepimiz biliyoruz. |
Harun called the referee an idiot. | Harun hakemi aptal ilan etti. |
The World Cup final wil be refereed by a Mexican doctor. | hakemli Dünya Kupası finalinin hakemliğini bir Meksikalı doktor yapacak. |
a quick recap of the idea and its main advantages | Fikirlerin hızlı özetlenmesi ve temel avantajları |
a way of recapping the story so far | Hikayeyi bugüne kadar tekrarlayan bir yol |
recap | tekrarlamak, kaplamak, tekrar özetlemek, tekrar, yeniden özetleme, tekrarlama |
devastating | yıkıcı, tahrip edici, ezici, çarpıcı, müthiş, etkileyici, tahrip etme |
Did you forget to greet me? | selamlama Beni selamlamayı unuttun mu? |
He was aware of my presence but he did not greet me. | selamla O benim varlığımın farkındaydı fakat benimle selamlaşmadı. |
Paul came to Rome to greet me. | karşılamak Paul beni karşılamak için Roma'ya geldi. |
Did you forget to greet me? | selamlamak Beni selamlamayı unuttun mu? |
He was aware of my presence but he did not greet me. | selamlaşmak O benim varlığımın farkındaydı fakat benimle selamlaşmadı. |
The car exploded a few moments after the collision. | çarpışma Araba çarpışmadan birkaç dakika sonra patladı. |
consolidate | pekiştirmek, birleştirmek, sağlamlaştırmak, toplamak, takviye etmek, vadesini uzatmak |
the first phase of the project is to consolidate the outside walls | all manufacturing activities have been consolidated in new premises |
all manufacturing activities have been consolidated in new premises | tüm imalat faaliyetleri yeni binalarla birleştirildi |
yard | yarda, avlu, tersane, şantiye, seren, depo, manevra istasyonu, açıklık, ağıl |
accused | sanık |
epoch | dönem, çağ, devir |
treatment | tedavi, muamele, işlem, davranış, işleyiş |
In effect he found that feeding via intravenous drip constitutes medical treatment , not palliative care. | Gerçekte, intravenöz damla yoluyla beslemenin palyatif bakım yerine tıbbi tedavi oluşturduğunu tespit etti. |
novel | yeni, yeni çıkmış, acayip, roman |
he hit on a novel idea to solve his financial problems | Mali sorunlarını çözmek için yeni bir fikirle karşılaştı. |
the novels of Jane Austen | Jane Austen romanları |
I simply immerse myself in novel ideas and experiences, and leave it up to my brain to find a solution | Kendimi yeni fikirlere ve deneyimlerime sokuyorum ve bir çözüm bulmak için beynime bırakıyorum. |
the novel is the most adaptable of all literary forms | roman tüm edebi formlardan en uyarlanabilir |
immediate action was imperative | derhal harekete geçilmesi şarttı |
free movement of labor was an economic imperative | emeğin serbest dolaşımı ekonomik zorunluluktur |
Such an imperative seems particularly urgent because of the vacuum at the top. | Böyle bir zorunluluk, en üstteki boşluk nedeniyle özellikle acil görünüyor. |
Such an imperative seems particularly urgent because of the vacuum at the top. | Böyle bir zorunluluk, en üstteki boşluk nedeniyle özellikle acil görünüyor. |
It is imperative this person or persons are brought to justice as quickly as possible. | Bu kişi ya da kişilerin olabildiğince çabuk adalete teslim edilmesi zorunludur. |
For a moment, despite the obviously imperative differences in gender, they emerge as the twin epic heroes on the same side, fighting the same war against a common foe. | Bir an için, cinsiyetteki açıkça zorunlu farklılıklara rağmen, aynı taraftaki ikiz destan kahramanları olarak ortaya çıkıyor ve ortak bir düşmana karşı aynı savaşla savaşıyorlar. |
he was making progress, albeit rather slowly | Yavaş yavaş da olsa, ilerleme kaydetti. |
Throughout this year retail sales have shown a rise, albeit a declining one, on levels of a year ago. | Bu yıl boyunca, perakende satışlar bir yıl önceki seviyelere göre azalan bir miktar olsa da bir artış gösterdi. |
The presence of live actors and real objects anchors you, albeit tenuously, in the world. | Canlı oyuncuların ve gerçek cisimlerin varlığı, sizi korkunç bir şekilde olsa da dünyaya bağlar. |
Six famous women who, albeit unconsciously, gave us a classic of school literature. | Bilinçsiz olsa da, bize okulda edebiyat klasiği olan altı ünlü kadın. |
It was a clean-cut, agreeable dish albeit a touch bland for more adventurous palates. | Biraz daha maceracı damaklar için yumuşak bir dokunuş olsa da temiz, hoş bir yemekti. |
They were getting it, albeit slowly, but the results were mixed to say the least. | Yavaş yavaş da alıyorlardı, ancak sonuçlar en azından söylemek için karıştırıldı. |
It has all the hustle and bustle of a typical Gordon Brown day, albeit in unusual surroundings. | Olağandışı bir ortamda olmasına rağmen, tipik bir Gordon Brown gününün bütün koşuşturmacası vardır. |
We should proceed with great caution. | devam etmek Büyük bir dikkatle devam etmeliyiz. |
Proceed with caution. | Dikkatli ilerleyin. |
the goat was sacrificed at the shrine | keçi tapınakta kurban edildi |
The practice of santeria involves healing rituals, spirit possession, and animal sacrifice . | Santeria uygulaması, iyileştirici ritüeller, ruh sahibi olma ve hayvan kurban etmeyi içerir. |
the ancient laws of animal sacrifice | hayvan kurbanının eski kanunları |
Animal sacrifice accompanies almost every ritual and ceremonial event in Nepali life. | Hayvan kurbanı, Nepal hayatında hemen hemen her ritüel ve tören olayına eşlik eder. |
It is not appropriate to completely sacrifice economic considerations for the sake of politics. | Ekonomik düşünceleri siyasetin uğruna feda etmek tamamen uygun değildir. |
The practice of santeria involves healing rituals, spirit possession, and animal sacrifice . | Santeria uygulaması, iyileştirici ritüeller, ruh sahibi olma ve hayvan kurban etmeyi içerir. |
You may raise to put pressure on the opponents, to compete for the contract or to sacrifice . | Rakiplere baskı yapmak, sözleşme için yarışmak veya fedakarlık yapmak için para birimi arttırabilirsiniz. |
greedy | açgözlü, hırslı, doyumsuz, obur, hevesli, tamahkâr, gözü aç, pisboğaz |
greedy thieves who plundered a defense contractor | bir savunma müteahhidi yağmalayan açgözlü hırsızlar |
Anthony had been the one who was greedy for his family's wealth wanting to use it for his own ends. | bir savunma müteahhidi yağmalayan açgözlü hırsızlar... |
"She is a very greedy dog and will eat anything given the chance." | "O çok açgözlü bir köpek ve şans verilen her şeyi yiyeceğim." |
"I made two bowls, because I know you guys are so greedy ." | "İki kap yaptım, çünkü sizlerin çok açgözlü olduğunuzu biliyorum." |
The dog is very greedy and is eating all of his food! | Köpek çok açgözlü ve tüm yemeğini yiyor! |
Thus, banks became greedy , taking on huge risks in hopes of even bigger rewards. | Böylelikle, bankalar açgözlü oldu, daha büyük ödüller umuduyla büyük riskler aldı. |
Therefore many greedy landlords do not do repairs, unless forced to. | Bu nedenle, açgözlü ev sahipleri, zorlamadıkça onarım yapmazlar. |
I know these creatures are noisy, greedy , messy and will take the ice cream cone right out of your hand but I still love them. | Bu canlıların gürültülü, açgözlü ve dağınık olduğunu biliyorum ve dondurma konisini elinizden alacak ama yine de onları seviyorum. |
It isn't hard to look around and see examples of greedy people, people who love money. | Etrafına bakmak ve açgözlü insanlar, para seven insanlar örnekleri görmek zor değildir. |
The teacher checks the class roster. | liste Öğretmen sınıf listesini kontrol eder. |
next week's duty roster | önümüzdeki haftaki görev listesi |
the locomotive is rostered for service on Sunday | Pazar günü lokomotif servis için görevlendirilir |
roster | liste, nöbet listesi, görev listesi |
You therefore need a roster of available players that is two or three times the average number of players you desire. | Bu nedenle, arzu ettiğiniz ortalama oyuncu sayısının iki veya üç katı olan bir oyuncu listesine ihtiyacınız olacaktır. |
They have repeatedly managed to attract an impressive roster of artists and curators to its event. | Etkinliğine etkileyici bir sanatçı ve küratör kadrosu çizmeyi başarabilmişlerdir. |
Mr. Kennedy is back in his cabin, but still off the duty roster . | Bay Kennedy kabinine geri döndü, ama yine de görev listesinden çıktı. |
Lydia expertly fielded their questions about staffing and even started a very specific duty roster . | Lydia ustalıkla personel ile ilgili sorularını cevaplandırdı ve hatta çok özel bir görev listesi başlattı. |
Its events already laid out on the duty roster in his head, he returned to his cabin and was soon fast asleep. | Olayları kafasındaki görev listesinde zaten ortaya konmuştu, kabinine geri döndü ve yakında çok çabuk uyudu. |
Could it be that Washington has again assembled an all-star roster but an underachieving team? | Washington'un tekrar yıldız listesine girmesi ancak başarısız bir takım olması olabilir mi? |
Pitchers who have no hope of even making the postseason roster are performing relief duties. | Postseason şampiyonluğunu bile yapmayı umut etmeyen süspansiyon oyuncuları yardım masrafları veriyorlar. |
the label assembled an extraordinarily eclectic roster of artists | etiket olağanüstü bir şekilde seçkin bir sanatçı rolünde bir araya geldi |
After looking at his duty roster , Blackstone headed down to the docking bay to check out the fighter he'd been assigned. | Görev listesine baktıktan sonra, Blackstone görevlendirildiği dövüşçüyü kontrol etmek için limana indi. |
a cluster of outstanding players on the club's roster | kulübün kadrosundaki seçkin oyuncuların bir kümesi |
suicide | intihar, intihar eden kimse |
squad | takım, bölük, ekip, manga, departman, bölüm |
proficiency | yeterlik, ustalık, ehliyet, yeterlik belgesi |
he demonstrated his proficiency in Chinese | o çince yeterliliğini sergiledi. |
coexistence | bir arada yaşama, birlikte var olma |
tackling | ele almak, uğraşmak, yakalamak, başarmak, becermek, topu ayağından almak, girişmek, koyulmak |
tackle | ele almak, uğraşmak, yakalamak, başarmak, becermek, topu ayağından almak, girişmek, koyulmak |
intuition | sezgi, önsezi, sezi |
leap | sıçrama, atılım, atlama, sekme, atlamak, sıçramak, hoplamak, zıplamak, atılmak, üzerinden atlamak, sekmek |
she came downstairs in a series of flying leaps | alt katta bir dizi uçan sıçrayışla geldi. |
manner | tarz, tavır, tutum, davranış, hareket tarzı, ton, eda |
conquer | fethetmek, ele geçirmek, yenmek, almak, başarmak, elde etmek, zafer kazanmak |
the second Briton to conquer Everest | ikinci İngiliz Everest'i ele geçirmek için |
Traditional Chinese medicine is destined to conquer the world. | Geleneksel Çin tıbbı dünyayı fethediyor. |
He doesn't have to wrestle a bear, conquer a mountain or solve the theory of relativity. | Bir ayı zorlamak, bir dağ ele geçirmek veya görecelik teorisini çözmek zorunda değildir. |
the Beatles were to leave Liverpool and conquer the world | Beatles Liverpool'u terk edip dünyayı fethedecekti |
To conquer this peak one has to climb on rock and ice. | Bu zirveyi fethetmek için kaya ve buz tırmanmak gerekir. |
I learned that you never really conquer a mountain; you are just blessed to spend time on one. | Asla bir dağa girmediğini öğrendim; sadece bir tanesine vakit geçirmek için kutsanmışsın. |
Another Dark Lord has risen to conquer the world. | Başka bir Karanlık Lord dünyayı fethetmek için yükseldi. |
adjacency | yakınlık, bitişik olma, civar |
Nothing is as important as compassion. | {i} merhamet Hiçbir şey merhamet kadar önemli değil. |
Your compassion never ceases to amaze me. | şefkat Sizin şefkatiniz beni hep şaşırtıyor. |
Feridun's lack of compassion surprised Mine. | {i} acıma Haldun'un acımasız olması Mine'yi şaşırttı. |
Altemur was very compassionate. | merhametli Feridun çok merhametliydi. |
he was dogged by the claim that he had CIA links | CIA ile bağlantıları olduğu iddialarına maruz kaldı |
the court had denied their claims to asylum | mahkeme sığınma taleplerini reddetti |
he claimed that he came from a wealthy, educated family | zengin ve eğitimli bir aileden geldiğini iddia etti |
he put in a fraudulent claim | Sahte iddiayı koydu |
she made a claim for compensation | tazminat talebinde bulundu |
to make a claim | bir iddiada bulunmak |
They claim the cost to victims of accidents with uninsured drivers is £500 million each year. | Sigortasız şoförlü kazaların mağdurlarının maliyetinin her yıl £ 500 milyon olduğunu iddia ediyorlar. |
Protests against the city's claim to the land were vigorous and lengthy. | Şehrin toprak talebine karşı protesto gösterileri şiddetli ve uzun sürdü. |
They do not have the same historical claim to this land as we do. | Yaptığımız gibi bu topraklara aynı tarihsel iddia yok. |
disclaimer | feragat, feragatname, vazgeçme, yalanlama |
reclaim | geri istemek, düzeltmek, ıslah etmek, geri çağırmak, geliştirmek, iadesini istemek, medenileştirmek, evcilleştirmek, yola getirmek, değerlendirmek, yeniden kullanmak |
disclaim | kabul etmemek, vazgeçmek, inkâr etmek, yalanlamak, tanımamak, onaylamamak, feragat etmek, iddiadan vazgeçmek |
the school disclaimed any responsibility for his death | okul ölümünden herhangi bir sorumluluk kabul etmedi |
I disclaim any responsibilities for any harm resulting from using this site. | Bu siteyi kullanmamdan kaynaklanan herhangi bir zarar için sorumluluk kabul etmiyorum. |
We can't claim power or authority, and then disclaim responsibility if we neglect or misuse them. | Güç veya otoriteyle hak iddia edemeyiz ve onları ihmal edersek veya kötüye kullanırsak sorumluluğu reddedebiliriz. |
Nor can they disclaim all responsibility for the operations of subcontractors they may employ at their plants. | Ayrıca fabrikalarında istihdam edebilecekleri taşeronların faaliyetlerinden dolayı sorumluluk kabul etmezler. |
We cannot, in conscience, ignore these facts or disclaim responsibility. | Bu gerçekleri görmezden gelemez ya da sorumluluk kabul etmez. |
Others disclaim any responsibility for their use in furtherance of copyright infringement. | Başkaları, telif hakkı ihlalinin oluşmasında kullandıkları herhangi bir sorumluluğu reddetmektedir. |
In other words, a joint tenant cannot disclaim his joint tenancy. | Başka bir deyişle, ortak bir kiracı ortak kiracılığından feragat edemez. |
They of course disclaim responsibility for the deaths. | Tabii ki ölümler için sorumluluk kabul etmiyorlar. |
He went to the doctor who disclaimed all interest, saying it is a problem for a dentist. | Diş hekimi için bir sorun olduğunu söyleyerek, tüm ilgiyi reddeden doktora gitti. |
forensic | adli, mahkemeye ait |
The book detailed the advances in crime detection and forensics since the beginning of the century. | Kitap, yüzyılın başından beri suç saptama ve adli tıbbı konusundaki gelişmeleri ayrıntılı olarak açıkladı. |
Next week is Science Week, and we poke our legal noses into some forensic evidence. | Gelecek hafta Bilim Haftası ve hukuki burunlarımıza bazı adli kanıtlar getiriyoruz. |
The latest scientific and forensic techniques are being applied to evidence in the case as part of a review. | Son bilimsel ve adli teknikler davanın bir incelemesinin parçası olarak delillere uygulanmaktadır. |
There is just no content to which one may attach to give any forensic effect to this sentence. | Bu cümleden herhangi bir adli tebliğ vermek üzere ekleyebileceği herhangi bir içerik yoktur. |
Looking at evidence before the court by a policeman and his evidence in the forensic report. | Bir polis memuru tarafından kanıtlara ve adli tıp raporundaki kanıtlarına bakmak. |
Scientists later recovered forensic evidence linking Scott to the balaclava. | Bilim adamları daha sonra Scott'ı balaclava ile ilişkilendiren adli tıp kanıtını buldu. |
Specialist police forensic investigators spent yesterday searching the flat for evidence. | Uzman polis adli müfettişleri dün evin delillerini araştırmak için harcamışlardı. |
Scientists later recovered forensic evidence linking Scott to the balaclava. | Bilim adamları daha sonra Scott'ı balaclava ile ilişkilendiren adli tıp kanıtını buldu. |
Like all crime, police prefer to gather forensic evidence as soon as possible after an incident. | Polis, tüm suçlarda olduğu gibi olaydan sonra mümkün olan en kısa sürede adli kanıt toplamayı tercih eder. |
Meanwhile forensic experts from the investigation team sealed off an address in the Cookridge area of the city. | Bu arada soruşturma ekibinden gelen adli tıp uzmanları, şehrin Cookridge bölgesinde bir adresi kapalı tuttu. |
Two other tools provide progressively deeper forensic and management capabilities. | Diğer iki araç, giderek derinleşen adli ve yönetim yetenekleri sağlar. |
Death investigation and forensic pathology are also not immune to misinterpretation. | Ölüm soruşturması ve adli patoloji de yanlış yorumlamaya karşı bağışık değildir. |
Underground specialists helped the forensic teams in their investigation. | Yeraltı uzmanları, soruşturmada adli tıp ekiplerine yardım ettiler. |
The bank was closed until Monday as police completed their forensic investigation. | Polis polis ekiplerinin adli soruşturmayı tamamladığı andan itibaren banka Pazartesi gününe kadar kapalıydı. |
There was no forensic advantage to the appellant by not having a warning in this case. | Bu durumda bir uyarı yapmamakla itiraz eden kişiye hiçbir adli avantaj sağlanamadı. |
cease | durdurmak, kesmek, durmak, dinmek, kesilmek, bitmek, sona ermek, vazgeçmek, bitirmek, son vermek |
the hostilities had ceased and normal life was resumed | Düşmanlıklar sona erdi ve normal hayat devam etti |
You can only cease dealing with it if you have dealt with it. | Onunla baş ettiyseniz, onunla uğraşmayı sona erdirebilirsiniz. |
cease | come to an end, bring to an end, finish, lay off |
Doors zipping up and down, the ship appeared to only have one deck, and each room was adjacent to the other. | Kapılar yukarı ve aşağı sıkıştırılmış, gemi sadece bir güverteye sahipmiş gibi görünüyordu ve her oda diğerine bitişikti. |
We went to a room adjacent to the main hall, and as we walked in, a detainee was led out with fresh blood around his nose. | Ana salonun bitişiğindeki bir odaya gittik ve içeri girdiğimizde gözaltına alınan kişi burnunun etrafında taze kanla dışarı çıktı. |
The nurse who had just walked in to access the equipment room adjacent to the waiting room sensed the tension. | Bekleme odasının bitişiğindeki ekipman odasına girmek için girmiş olan hemşire gerginliği hissetti. |
Attached to the bedroom was a small comfy washroom, and adjacent to the living room was a kitchen. | Yatak odasına bağlı küçük bir rahat tuvalet vardı ve oturma odasına bitişik olan bir mutfak vardı. |
She turned and saw that there were doors that were adjacent to the room next door. | Dönüp yanındaki odaya bitişik olan kapıların olduğunu gördü. |
At each vertex we consider the angles formed on the adjacent faces at that corner. | Her köşede, o köşedeki bitişik yüzlerde oluşan açıları göz önünde bulunduruyoruz. |
She stayed in her room on the first floor or in her office adjacent to her room. | Birinci katında ya da odasının bitişiğindeki ofisinde odasında kaldı. |
lit up | illume, illumine, illuminate, light, clear, brighten, clear up, fire up, light |
They are immune against attacks. | bağışık Onlar saldırılara karşı bağışıktır. |
The bacteria that are transferred during a kiss help improve your immune system. | bağışıklı Öpüşme sırasında bulaşan bakteriler, bağışıklık sisteminin güçlenmesine yardımcı olur. |
Alas, she was immune to my charms. | Ne yazık ki, cazibelerine karşı bağışıktı. |
an assassination squad | bir suikast ekibi |
takım | a small group of people having a particular task. |
proceed | devam etmek, ilerlemek, girişmek, dava açmak, davranmak, dava etmek, doktor ünvanı kazanmak |
we can proceed with our investigation | soruşturmamızla devam edebiliriz |
How will the negotiations proceed and when can a conclusion be expected? | Müzakereler nasıl devam edecek ve ne zaman bir sonuç çıkabilir? |
After that, they will proceed to a more advanced lesson. | Bundan sonra daha gelişmiş bir ders alacaklardır. |
The recent decision that a class action suit can proceed against Wal-Mart seems to be cut from this cloth. | Bir sınıf davası davasının Wal-Mart'a karşı ilerleyebileceği yönündeki son karar bu kumaştan kesilmiş gibi görünüyor. |
negotiations must proceed without delay | Müzakerelerin gecikmeksızin devam etmesi gerekir |
My new guide catches me looking back as we proceed down the corridor. | Koridorun altına inerken yeni rehberim bana bakıyor. |
But a responsible political leader is not at liberty to proceed in that manner. | Fakat sorumlu bir politik lider bu şekilde ilerleme özgürlüğüne sahip değildir. |
the ship could proceed to Milwaukee | gemi Milwaukee'ye geçebilir |